- 763 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ar ve onurla utku…
Hep yalnızımsı yolculuklardır hayatımıza çoğu zaman yön veren, çoğu zaman da kaçışlarla adlandırılır, oysa kırık bir yaşamın başlangıcıdır bu ilk adımı atış, yolların tozları, yaşamın sillesidir aslında ensemizden ter akıtan, çaresizce ayak uydururken bu an zamanlarındaki içgüdülere, çaresiz boyun eğmektir yaşama, oysa asi idik hayata ve de benliğimize, şimdilerde boynumuzu uzatıp rıza gösteriyorduk çaresiz başına buyruklukla...
Bazen sorulara cevabı insan kendine veremiyor, bazen de sorulması kalın bir duvar örüyor çevresine insanın, bazen de sadece yaşamın son karesini görüyor insan, unutmaya dair ne varsa kullanarak ama cevapsız kalmak aslında insanın kaya dibinde saklanmasını gerektiriyor...
Sorduğunuza tek kelime ile cevap vermek aslında çok kolay ama koparacağı yaranın kabuğu çok derin olacak...
Yaptığım sorunun etrafında dönmekten başka bir şey değil aslında ama bir gün cesaret edip anlatabilirsem eminim buz kesecektir beyniniz daha sonraları belkiler ile...
AR VE ONURLA, UTKU…
Hayatımızı ağırından yaşam amacı zaten hep onur değil miydi, utku değil miydi arlı’ca çilesine katlandığımız, kaç eskittiğimiz yıllar değil miydi çilesini çektiğimiz ar, gözyaşlarımızla nefes almalarımız, sadece onuru zapt etmemizin sebebi aldığımız edeple verdiğimiz savaş değil miydi, uğradığımız haksızlıklara karşı direnmemiz ilk okullar’da başlayan yıllar süren sıkıntılı tahsillerimizle devam etmedi mi, parmak uçlarını sallayarak bize edep öğreten hocalarımıza saygımız değil miydi bizi bu günlere atan, yakışır mıydı bu kalemlere argoların arkasına sığınmak, hep koşmadık mı soğuk, yağmur demeyip defter uçlarından düşen şiirlerimizin peşinden, ilk şiirimizi gömleğimizin altında saklayarak vapurlarda martı sesleri arasında okumaya, ezberlemeye çalışmadık mı, hep edepti, hep utkuydu, hep sabır değil miydi nefes almalarımızı şereflice devam etmemiz, bu yüzdendir onurluyuz, bu yüzdendendir utkuluyuz…
Yazılmış bu yaşam, ilk virgülünden son noktasına kadar, tek saniyelik nefesi değiştirmek mümkün değildi aslında, uğraş verildi hak etmek için, dalında kuruyan iğde sarısının çoğalıncaya kadar verdiği mücadeleyi düşündüm, pervasız bir gülüşle “boşuna bu bekleyiş “ dedim boşuna tükenmek, sararmak, kızarmış göz dipleri ile verilen mücadele boşunaydı aslında sadece hak ettiğimiz nefesler vardı ciğerlerimize doğru kayıp giden hayattan, hak etmek veya değer bilmek, neleri yok etmiştik ve nerelerden kimlerden yok edilmiştik umutlarımızla birlikte, aslında beklenen bir utkuydu, olası isteklerin arasından sıyrılan, kimdi bizim nefeslerimizi yarıya çektiren, kimdi beklentisizlikle geçen bir yaşama bizi iten, en önem verdiğimiz mi, en değer verdiğimiz miydi bu darlıklara bedensel itişlerde bulunan?
Ruhsal bir bozuklukla tekrar tutunmak istediğimiz an zamanlarından da arkamızdan ittirerek kovalayan kimdi?
Kısık bir gülüş belirdi dudaklarımda, aslında bu soruların tüm cevapları biliniyordu ama en değerlimiz ya yakıştıramıyor, ya da yapıştıramıyorsun…
İçin yansa da, beyninden alev gibi sızıntılar oluşsa da alnınıza doğru açıklayamıyorsun adını, kaç ömürlük bir yaşamdı bu ki bu kadar sıkıntıya sığan, değer miydi ona bu kadar umutla daralasıya bağlanmak, adını mıh gibi beynine çakmak değer miydi, neydi bu kadar bağdaki güç, sevgi işte bunu da bu kadar rahat diyebiliyor insan kendine…
Sevgi, ne bu ki adıyla tüm gücüyle bedenimize yapışan, uzak bir ağıt olurken zamanla yarışarak, neydi bu ki mahşeri, bu kadar özleten?
Verilmiş sözlerin takipçisi mi olmaktı yoksa karakterine sığınıp acıya katlanmak mı, ne ise o ama var olmuş içimizde kök salarak hem de, şimdilerde bir ağıtın derin içtenliğinde ruhumla mücadele verirken haklılık ortadan kalkıyor ve sadece çile denen olgu çıkıyordu ortaya, ardından da bir cümle “sebebim oldun kahırlarda seyrelemeye…”
Dört köşeli bir mendil elimizde olan, sildikçe gözyaşlarımızı ıslanan, bir de düşünüp de görmediklerimiz vardır elimize alamadığım ki ardından sarsılarak ağladığımız, işte o arada ararız ıslatmak için mendili, yoktur veya yokturlar ıslanmamıza sebep olanlar...
Hani var ya zamana of dediğimiz anlar, hani var ya zamansızlıktan şikâyet ettiğimiz ama ben hiç rastlamadım ağlarken geçen zamandan veya gülerken geçen zamansızlıktan, bana gülmenin yazılı tarifini yap desem hemen yanaklar yanlara kasılır derler, oysa yanlara doğru olan görünen tarafımızdır, aslında içimize kayıp gidenlerin ne olduğunu bilmememiz bizi daha fazla güldürür... Bir hoş sedadır aslında bu tarif...
Hani bir cümle vardı bir şarkıda, “artık bülbül ötmüyor ” diye, oysa bülbül ötmezdi sadece sesli ağlardı ki herkes hüzünlenirdi… İşte gülmeyi özlediğimiz yaşamdı aslında bu kısık nefesler…
Yaşamın bilmediğin sokaklarının anahtarlarını saklarsın çoğu zaman boynuna asarak…
Çoğu zaman kızıl ateşle kaplıdır o yollar…
Yangın yerindeki küllerin üstünde yürür gibi yürürsün çoğu zaman O yolarda ve hep adını sayıklarsın bu sürecin, hayat, hayat derken…
Bazen bir soruya takılır dimağın, çözülmeyesiye kendine sorarsın veya biri sorar hayat adına “hayatın nasıl gidiyor ” diye, oysa hayat ve yaşam iç içe girmiş aynı yolun, aynı anahtarı ile açılır kapısı…
Hep sabırsızdır düşünceler, yaşamın kırık dökük kesik zamanlarına, hele içine sevmeyi dahil etmişsek, çoğulda elde olmayan, rastgele etkenler ittirir zamanı… Veya içine içine çekerken acımasızlığı kanatır, acıtır ve küllendirir tüm geçmişin üstünü…
Yangın yeridir aslında yaşam çoğulda…
Elde ettiklerinle edemediklerin çarpışmasından doğar çoğul tiz sesler, işte tam da bu arada aşk kanar ve sevgi acıtır dokundukça kılcallara…
Kendi kendimize ilk acılanmalarda sorarız kimdik biz bu yolların kesme taşları üstünde sekerek yürüyen, neydik ve niçindi dışlandığımız sevgi adına…
Günahkârlar kervanında ağır ve sakin yolculuğumuz niçin dikenlerin üstüne durmayasıya basıyor, neden hep ben, ben derken biz olamıyorduk bu engebeli yaşam şartlarında?
Ben kimdim, çok sevdim seni dediğim kimdi ve yaşamıma neden bu kadar etken olabiliyordu?
Biz dediğimiz etkenlik miydi bir birine veya baskı altında tutmak mıydı yaşamımızı?
Aslında sevmek ten önce geliyordu sevilmek ve kabullenişti aslında birbirini sevme köprüsündeki yürüyüşte…
Bana bir merhaba borcun kaldı, yıllarımı bağladığım sen, tek başa kendime meydan okuyan ben, bir sana erişmek için bir beni tüketirken, sadece unutulmaz cümlenle baş edemedim “merhaba yine ben geldim” deyişindi beni suskunluğa iten…
Tüm yalnızlıkları bırakırken bana, kendi kalabalıklarını yaratırken sen, hayatın oyalanması bu derken ben, gelmişine ve de geçmişine selam olsun bu yaşamımdan, yalnızlığıma...
Biz ateşlerde oynarken bile sevdik diye haykırdık...
An gelir gözler kısılır, an gelir sesler kısılır, an gelir yürek vuruşları kısılır ve an gelir, "güle güle” derken de içi sızlar insanın ve de nefeslerdeki zorluklar, adım attırır dar zamanlara insanı...
Bir dal solgun sarmaşık gibi solgunlukta ellerin, kolların, kanı çekilmiş bir can gibi bakışların, ne oldu, gittin diye mi bu solgunluk, yoksa ben yoksunluğunu mu çekiyorsun, demem için önce kendi halim olan bunları anlatmam lâzım sana ey gecemin nefesi, ey günlerimizin dolgunluğu ve ey sadece hayatım diyebileceğim sen, ben var ya ben “özledi seni,” bir dal şiir kestim yine geceden kalma solgunlukla…
Yorulduk hayatın çıkmazlarında, sığınağımıza çekildik küskünlüklerle hayata, en sevdiğimizdi en güvendiğimiz ve koltuk altına girerek onu da sığınağımıza aldık, ısındık, terledik üşüdük hep ona sarıldık, sığındık onun merhametine, gün geldi uyukladık hayata, biraz daha yorulduk, işte tam da o anda bir sızı çöktü sırtımızdan belimize doğru, vurulmuştu, ihanetle vurulmuştuk en sevdiğimizce, kendi kanımıza sığındık ve terk ettik kendimizi zamanın merhametine, merhaba, hüsran, hüzün ve de ihanet merhaba, nihayet tanıttın kendini son nefese kalarak...
Buna her nedense hayat diyorlar, oysa insan en sevildiğince vurulur diyemiyorlar...
Hep baharları sevdik, hep de yazları, oysa sonbahar hep döküntü ayıdır hiç ezberimize alıp ders edinmedik kendimize, gidenlerin ardından hep ağlarken ölümü çare edindik, oysa kışı vardı hayatın, daha sert geçecek ve de daha hırçın olacaktı, hem de acımasız olacaktı şüphesiz ama elde ettiklerimizle umutlarımız vardı dersini vereceğimiz hayata, sadece gidenlerin arkasından ağlayarak avunurken, oysa güçleniyordu göz kapakları bir daha zorlanmak için ağlamalara...
Hayat bu deyip geçtiğimiz çoğu zaman bize aslında zordan kurtulmaları öğreten oluyordu ki artık hayatın acımasızlığına da kızmak beyhude deniliyordu...
Oysa dersimizi alıp yol yürümelerimiz devam ediyordu çaresiz bir de ağlamalarımız hep devam edecekti ne kadar ders alsak da ki hep her zaman en çok sevdiğimiz acımasızla gidecekti ve biz ardından sadece baka kalacaktık...
Seni seviyorum aldığım nefes hep sen düşünceleri ile demek istiyorum bu gün sana uzun yolların ardında kalan sana...
Artık sınır ötesi yalnızlıkları düşünüyorum, tel örgüler ardında kalan sevdaları, kimsesiz yetim gibi uzayıp büyüyen sevgileri düşlüyorum, kahroluyorum mesafelere bakmaktan...
Özlemin tarifi yapıyorum kendime uzak bir duvar önündeki tel örgülerin arasından bakan gözlerimi görür gibiyim, ben seni özlüyorum sevgili…
Öyle olsun hayattan nefes almaların, hep öyle olsun yaşamdaki solukların, bir gün soluksuz kalırsan eğer hatırlarsın umarım beni...
Oysa yaşayamadıkların vardı ruhunun derinliklerinde, oysa bastırılmış duygulardı harman yerinde tepinmelerimize sebep, kör bir özlemdi bu sahipsizlik, arkasından gelen baskılardı bunlar beden titremelerimize sebep olan, uykusuzluğu bedenimize sürgün eden aslında hasretti...
Rüyalarımıza gelip bizi delip geçen aslında yaşanmışlıkların özlemiydi, iki özlem çarpışmasıydı bizi dağıtan, yaşanmışlıkların ardına gizlenen yaşanamamışlıklarımızdı içimizdeki hor gören düşünceleri...
Bedenimizdeki ezikliklerle yaşarken, kopup giden hayatın az kalan zamanlarındaki bekleyişlerdi aslında bize yetmeyen, hepsi birer düş oldu, hepsi bedenimizi çizikleyen kanayan yaralar oldu, keşke yaşanmasaydı diyemediğimi yaşanmışlıkların, özlemimiz olacağını çoğu zaman hesaplayamadık ki asıl suçlu belki de unutma kavramımızın eksik oluşuydu, her şeyi özler olup yaşamak oysa özel bir acı veriyordu bedenimize...
Hep tek kişilikle yaşarken hayatımızı, gizlimizdeki yaşam oysa hep iki kişilikle olacaktı, aslında sevdim kelimesinden vaz geçsek tek kişilik yaşama dönecektik…
Benden özletme kendini, her şafakla aklımda kal... Derken bile…
Bazen yalnızlıkla bekleyiş insanı, yılların ardından asırlara atlar bir resim ile bu arada resimle bekleyen nerededir ki o ne haldedir hiç bilinmez...
Arkana bakmadan vedasız gidişi hatırlattı süzülen bir martının kanat çırpmayışı ki senden sonra ben ne kadar çırpındım bilir misin ki o titreyişler hep kanatlarımdan döküldü...
Küskün bir yalnızlığı anlat bana, susuz yaşamı, nefessiz anları, vedasız gidişteki tren seslerini anlat bana, içinde bir damla zapt eden bedenin titreyişlerini söyle bana, nereye kadar nefes almam gerek unutturma bana diyecek kimsem var mı bir baksana arkama, sen neredesin o uçsuz karanlıkların hangi alacasındasın söyle bana, hadi boş ver ben kendime yetmeyi öğrendim...
Her gün sabah, geceden kalma kırık dökük ağlamalarla güneşte yüzümü kurutmak artık ağrıma gidiyor, o kadar çok gidenin arkasından ağladım ki artık ölümün yüzüne gülesim var…
Tarifsiz, garipsenen, saklanmış, kırık dökük bir bedenle yaşamdaki duruşumun bir tarifiydi senden sonraki yaşamımdaki nefes alışlarım, belki bir muammanın son çözüm deneyleriydi sana ulaşmak için cebelleştiğim son nefeslerim…
Belki de kayıp bir sevda macerasının son izlerinin peşindeydi gümbürtüsü dinginleşmiş yüreğimin umutsuzca aranışları…
Belki ben, belki de bir başkasıydı anlatımdaki olaylarla yazının içindeki insan ama hep var olan bir yaşam kesitiydi cümlelerden düşenlerin içinde...
Kabuk bağlamış yüzlerimizi yarılmış topraklarla tarif edecekler bilir misin o tarifteki yaşama sen de gelmek ister misin bilmem ama ben içindeyim o yaşamın ama her bahar yeniden renklendirmeye çalışıyorum yaşamımı, al al, mor mor, mavi dünyanın renkleri ile...
Mustafa yılmaz