ALAMANYALI ENİŞTE
ALAMANYALI ENİŞTE
Sevgili okur, hemen hemen hepimizin Almanya’da çalışan bir yakını veya arkadaşı vardır. Bir zamanlar bir devlet dairesin de memur olarak çalışan bir arkadaşımızın Almanya’da çalışan şimdi rahmetli olan bir eniştesi vardır. Annesi İstanbul Kuzguncuk’ta , arkadaşımız ailesi ve çocukları ile Ankara da oturmakta, ablası ve eniştesi ise Almanya da’dır. Bu dostumuz, güler yüzlü, uysal ve dengeli biri olarak tanınır.
Eniştesinin İstanbul’un güzel semtlerinde Kuzguncuk’ta bir tarihi köşk ile yan yana bir evi vardır. Bilirsiniz, artık Kuzguncuk’un o gizemli ve büyüleyici güzelim sokakları, köşkleri, bahçeleri, kıyıları ve hatta mezarlığı bile, çeşitli TV kanallarının dizi çekimlerinde mekân olarak kullanılmaktadır. Eniştesinin yan komşusu olan bu köşkte de film çekimleri yapılmaktadır. Eniştesinin evinin pencereleri mekâna uymayınca, filmciler çareyi, içinde kimselerin oturmadığı bu evin pencerelerini tuğlayla örmekte bulmuşlardır. Bu evin yakınında oturan annesi, arada bir çiçeklere filan bakmak ve sulamak için, bu eve gelirdi ve o gün de bu eve geldiğinde, gördüğü manzara karşısında, şaşırmış ve korkmuş olarak, hemen Ankara’da ki arkadaşımıza haber verir. Bu arkadaşımız da derhal atlar bir uçağa ve Kuzguncuk’a gelir.
Annesi ile birlikte ablasının evine giderler. Camları açmaya çalışırlar ama açamazlar. Tuğlalar bunu engelliyordur. İşte o an da dostumuzun tepesi atar ve eline aldığı balyozla, hem camları hem de tuğlaları kırar. Köşk bekçisi afallamış ona bakmaktadır. Bekçi; “hey ne yapıyon lan, sen orada” diye hiddetle bağırır. Aslında çok uysal ve merhametli olan arkadaşımız; “ doğru konuş pezevenk, sıçtığınız yeri temizliyorum” der. Bu defa, filmcilerin sakallı yöneticisi gelir. Dostumuza; “ kimsin lan sen, benim tuğlalarımı kıracak adamın ben...” diye söver.
Sevgili okur, her insanın doğal olarak zaman zaman dellendirmesi, bu kez o arkadaşımızda ortaya çıkar... Evet, bir uysal kendi halinde bir insan yine delirmiştir... “Sen- misin lan, bu pezevenklerin başı, bekle geliyorum” der. Eline geçirdiği bir demir sopa ile aşağıya sakallı yöneticinin yanına gelir. Bağırarak; “ulan ben sana niye benim pencerelerimi tuğlayla ördün diye, ben sana soracağıma, sen bana neden, tuğlaları kırdın diye soruyorsun” der... Karşısında ki ona vurmaya hazırlanırken o elindeki demir sopayı, olanca gücüyle sakallının bacağına vurur... Derken karakolluk olurlar, hemen yanlarında ki Camii imamı devreye girer ve iş o dakika için tatlıya bağlanır. Dizi çekimcileri köşkte, sabah akşam demeden sıra sıra film çekiyorlar ve yönetmenler etrafta hiçbir ses istemiyorlardı. Bunu çok iyi bilen yandaki Camii’nin imamı, dostumuza; sende müzik seti var mı?” diye sorar. Bizimkisi, “olmaz mı hocam” diye cevap verir. Görmüş geçirmiş imam; “sen git müzik setini getir, bak onlara ne oyun oynayacağız” der. Coştum yine dalgalanıyorum modunda ki arkadaşımız, koşarak eniştesinin alamanyadan getirdiği, kocaman stereo müzik setini bir çırpıda getirir. İmam,” tamam, şimdi görürler günlerini, koy pencerenin önüne bakalım” der. Bizimkisi müzik setini kurar ve imam yanında getirdiği, “Kuran-ı Kerim” den Yasin suresinin CD’ sini koyar... Köşkün içinde çekilen dizi filmin tekrar başlaması için, yönetmen “motor” derken... Yandaki evden stereo müzik setinden, huşu içinde, hafız Kani Karaca’nın dini duyguları kamçılayan içli sesi yankılanır... Yasin... El Kur-an... Motor diyen yönetmen şaşırmış, bir süre afalladıktan sonra, stop… Stop… Stop…
Dostumuz, gülsün mü, ağlasın mı arası bir durumda iken, Camii imamı uzaklaşan sesiyle ona doğru bağırarak dostumuzu daha da rahatlatıyordu; “Merak etme muhterem, biz de bu CD’lerden çok var...
Şimdi, enişte ve kayınço, Kuzguncuk’ta İsmet babanın balıkçı meyhanesindedirler, enişte, parmağının ucuyla (böyüklenme gibi)garsonu çağırır. Bu meyhane arkadaşımızın sürekli gittiği mekândır. Garson masaya gelir ve “buyurun efendim” der. Alamanyalı enişte; “bak oğlum ben Avrupa da yaşıyorum Alamanya, Fransa, İngiltere... v.s. beni herkes tanır. Arkadaşımızı göstererek; “benim kayınço... Memur... (böyle yerlere gelemez, gibilerinden)” diye tanıştırır. Oysa ki o balıkçı meyhanesinin hemen tüm personeliyle dostumuz neredeyse kanka olmuştur. Hatta bizimkisi oranın abonesi olduğundan, bazen o garson ve diğerleri ile işten sonra birçok kere beraber içip, şarkılar türküler söylemişlerdi. Oysa Alamanyalı enişte, orasının “Balıkçı Meyhanesi” olduğunu bile bile, “nasıl iyi balıklar var mı, canlılar mı?” diye (yok pilli) soruyordu. Garson Alamanyalı’ya çok bozulmuştur ama dostumuzun, “sus” işareti ile sabırla dinler.
Garson tüm balık çeşitlerini sıralar. Ancak Alamanyalı enişte bunların arasından seçe seçe garibim istavriti seçer. Oysa ki enişte, bir balıkçı meyhanesinde, bırakın “balıklar taze mi” diye sormak ve menüden boğazın her yerinde rahatça bulabileceği istavriti değil, en azından bir lüfer veya bir levrek seçilmemesinin racona ters olduğunu maalesef Alamanya da öğrenememiştir. “Oğlum sen bize bir porsiyon istavrit ver, tazeyse yine alırız” der. Rakılar içilirken enişte, “bir tadına bakalım” dediği halde o bir porsiyon istavriti midesine indirir. Onu içinden kahkahalarla gülerek izleyen bizimkine, “ucundan azıcık alsana” bile demez ve üstüne üstük, tabağı güzelce sıyırdıktan sonra, “Iıhh beğenmedim, taze değilmiş” ( kayınço istemesin diye) der. Bizimkisi sorar; “nasıl beğendin mi?” Alamanyalı enişte “yok be ne beğenmesi, keşke evimiz de oturup yapsaydık şu işi” diye cevap verir. Ancak dostumuz bu sözü kendisinin balık istememesi için söylendiğini biliyor ve; “beğenmedim diyorsun ama tabağı yıkadın be enişte” diye, ona takılıyordu...
Sevgili okur, aslında Alamanyalı enişte, buradaki esas işinin dışında, İstanbul Tahtakale’den getirttiği, leblebi, çekirdek, fındık, fıstık, v.s. gibi çerezleri, evinde paketleyerek, akşamları alamanya da ki barlarda ve meyhanelerde satıyordu. Türkiye’ye geldiğinde ise, özellikle Kuzguncuk’ta ki ki arkadaşlarına “beni Avrupa da herkes tanır” demekten zevk alırdı. Alamanyanın zorlu iş hayatında fazlaca ezilip, itilip, kakılmasından dolayı kendi köyünde “ağa” olarak tanınmasını istediği için, bu şekilde davranıyordu herhalde. Öte yandan, bizim arkadaşımızın da çok büyük bir çevresi vardır. Ancak, alamanyalı enişte bunu hiç öğrenemeden göçüp gitmişti. Bir gün, arkadaşımız İsmet babanın meyhanesinde, çok büyük bir siyasi partinin Avrupa temsilcisi olan arkadaşı ile sohbet ederken, enişte çıkagelir ve yanlarına oturur. Eee tabiî ki alamanyalı enişte, arkadaşımızın yanında kimi görse yaptığı gibi, yanında oturan arkadaşına galebe çalmak için, “beni Avrupa da herkes tanır, hatta... Partisinin Avrupa temsilcisi, ... Bey benim en samimi arkadaşımdır” der. Oysa alamanyalı eniştenin sözünü ettiği zat, bizimkinin üç saatir burada sohbet ettiği kişidir. Dostumuz, hiç çaktırma gibilerden, o kişinin ayağına basınca, arkadaşı; “niye ayağıma basıyorsun” diyerek, durumu anladığını ve hiç önemli olmadığını kastediyordu. Akşam olmuş, ablasının evinde otururlarken dostumuz eniştesine; “bak bu gün ne gaf yaptın, çınaraltında yanımda ki kişi, senin o çok samimi arkadaşım dediğin... Bey di” deyince, alamanyalı enişte; “yapma yahu, tuh be ben de tam ona ne kadar çok benzediğini söyleyecektim” diye, pişkin pişkin, kadehini kaldırarak haykırdı, haydi şerefe kayınço...
Efendim, yıllar böylece geçip giderken, hepimiz gibi o arkadaşımızın da saçları doğal olarak beyazlamıştı. Ancak, gelgelelim Alamanyalı eniştenin saçları hâlâ simsiyahtı. Oysa enişte, bizlerden en az 10-15 yıl daha büyüktü. Dostumuz bu işe akıl erdiremiyor ve hiç içine sindiremiyordu. Kendi kendine, “acaba boya mı?” diye geçiriyordu. Önce annesine sordu, annesi; “aa ne bileyim ben oğlum, kendisine sor” dedi. Kendisine de sorardı sormasına ama adamın ne reaksiyon vereceği belli olmuyordu ki... Sonra bir zamanlama yaparak, ablasına sordu, ablası; “aa nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri, ayol kırk yıllık kocam” diye cevap verdi. Zaman öylece akıp giderken, dostumuzun saçları bembeyaz, Alamanyalı eniştenin saçları ise daha da siyah oldu. Kısacası, bizimkinin içinde ki soru daha da belirginleşmişti... Ne oluyordu böyle?
Birinde Almanya’dan ablasından bir telefon geldi, ablası eniştesinin öldüğünü söylüyordu. Dostumuz, Ankara’dan İstanbul Atatürk hava limanına gelerek, eniştesinin cenazesini aldı ve Karacaahmet yıkama merkezine getirdi. Ertesi sabah, eniştesini yıkamaya aldıklarında o da içerideydi. Dualarla eniştesinin naaş’ını musalla taşına koyarlarken, bir de ne görsün eniştesinin saçları bembeyaz olmuştu. Evet, sevgili okur, dostumuz galebe çalmış, haklı olmanın gururunu taşıyordu şimdi. Eniştesinin, on onbeş gündür boyayamadığı saçları, sıcacık suyu görünce iyice beyazlamıştı. Bu arada, eşini görmek isteyen ablası içeri girdi ve o da şaşırdı. Kuzguncuklu kovboy, şimdi ablasına; “ben sana demedim mi?” gibilerden bakıyordu... Ama içinden de; “yahu helal olsun enişteme be, kırk yıldır ablamı bile uyutmuş” diye geçiriyordu... Eh, ne diyelim, bu becerikli Alamanyalı enişteye Allah rahmet eylesin... Mekânı Cennet olsun...