- 691 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bilmiyorum
Bilmiyorum, hayatta bildiğim en güzel kelime mi desem, yoksa cümle mi bilemiyorum ama ‘bilmiyorum’ kadar kutsal bir lafızla henüz tanışamadım. Bilmiyorum dedikçe Allah’a dua eder gibiyim, evet ‘bilmiyorum.’ Bilmiyorum Allah’ım, hiçbir şey bilmiyorum. Bilmek istiyor muyum? Ruhum bilmiyorum lezzetiyle ferahfeza iken, bilmenin nasıl bir duygu olacağını bilmemenin mutluluğunu tam olarak hissedememenin de ayrıca yorgunu.
Mesela şimdi yazmak o kadar boş geliyor ki, ama inancımı tazeleyen de bir söz: ‘Sana yazmak iyi geliyor!’ Gerçekten iyi mi geliyor yoksa kaşınan yarayı daha çok delip, iltihaplanmasına mı sebep oluyorum? Sakson köleleri gibi boynumda bir tasma var. Aslında bunu göremeyip, başkaları üzerinden kendimi değerlendirdiğimin de farkındayım, ama sonuçta her insan kendi şeyhinin müridi olduğu için, itiraf ediyorum. Sessiz ve yalnız bir hâl en özenle seçilmiş platformlardan bile daha güzel. İtiraf etmeye çalışıyorum demek de daha güzel olacaktı. Yazmak evet, iyi geliyor, ama ne işe yaracağını düşündüğüm zaman bu sefer kafamda yoğunlaşmaya başlayan idrak denizim, tuzlarını bırakıp geriye, göğe yükseltiyor suyunu. Oysa biliyoruz ki susuz yaşayamayız. Bu da benim anokronizmim. Konserve halinde yaşadığımı zannediyorum, kalıplaşıyorum bir nevi.
Bilmiyorum.
Kıtalar aşasım var. Hayali bile güzel, bir anda tüm doğu Afrika’yı dolaşıyorum. Yürümediğim yollar Kilimanjaro’dan görünebiliyor. Elbette farklı bir şey yapma isteği bu. Ama kimseye göstereyim, anlatayım, birileri de bilsin diye değil, sırf içimdeki Victoria gölü kurumasın diye. Masum olmayan yanım ise kendimi kandırmam. Çok büyük zorluklar karşısında her defasında karamsarlığa kapıldıktan sonra, nasıl olur da her şeyin iyi olabileceğini düşünebilirim ki? Ayrıca her işin başında hiç kim tam olarak istediğini yapamaz. Peki, benim koltuk deneğim ne? Ya da bana bu hissi oluşturan kim? İlla ki bir değnek ile yürüyecek zavallı olmayı kim ister ki? İçtenlikle yaşarsam, daha mutlu olabilirim. Ya da şunu huzurlu diyelim. Kolay mı? Başından beri var olan ya da kendimizin bulduğu, başkalarının bize dayattığı acılar, düş kırıklıkları ile yaşamak zorundayız. Ama o andaki hassasiyetimiz her şeyden önemli. Cesur ve ateşli bir şekilde kendimizi savunmaktan bahsetmiyorum, daha ziyade sevmekten, o anda sevgiyle alt etme yetisinden. Sevgi değnek mi? Kimi işinde, kimi evinde, kimi yazlığında, kimi arabasında bu sevgiyi değil de, arzuladığı huzuru bulduğunu zanneder. Ama sevgi nerede? Kim aldı onu bizden? Yoksa içimizde olan bir şeyi göremeyecek kadar kör mü kaldık? Tanrı, saf ipekten hurilerinin yüzünü göstermeden, O’nun var olduğuna inanmayacak çığırtkanlar biz iken, az önce saydıklarımda olabilir.
Fakat bilmiyorum.
Sevgiyi anlamsız o kadar çok şeyle yan yana tutuyoruz ki! Çocuksu helecanlar ilişiyor akşamlarımıza. Mahiyetinde kaç bozgun var geçmişimizin, bir o kadar da yarına taşıyoruz. Kitaplarının eşeği olan bedbaht cinsinden, utancımız ve unutkanlığımız acıyarak fısıldıyor: ‘Bir an önce mutlu olacağın, akıllıca fazilete kazanacağın yerde bulun!’ Yazarların, daha doğrusu sanatkârların bir özelliği bu anda aklıma geliyor. Kimi kez insan içine çıkıp, uzun uzun konuşmak, inceden kendi meselesini anlatmak iyi, hoş gibi görünse de, kalabalıklardan uzaklaşıp, bir yazar derinliğiyle kendi meselesini araştıran, öğrenen ve uygulayan insanın hali başka olur. Bazı zaman ‘işte ben de bunu istiyorum’ diyorum. Fakat bu isteğimden beni alıkoyan o kadar çok gereksiz sebeple karşılaşıyorum ki, ünlü ‘ora et labora’ lafzı ağzıma takınıyor. İkinci bir zikir mi? Olabilir, sayıklamalarım zihnimdeki bilginin zayıflığıyla el ele tutuşuyor. Park da yıldızları sayıp, kaydırağından kayarken yüzlerce bilinmeyen tahayyül kurabilen çocuk gibi, gerçeğe adım atarken farkında oluyorum. Ben olmak istediğim benim, ama olmak istediğim ben, ben de değil!
Tutkularım yanlış yola sapmış trafik canavarı gibi. Altındaki tank olsa, önüne geleni ezip geçebilir, ama bir tank değil, belki en fazla bisiklet. Çarpıştığı an o canavar, kendini mahvediyor. Keşke anlam vermekten başka bir şey de yapabilsem! İçimdeki doğaya hasret, mahfuz nişân-i zîşân Robinson Cruose’nin münzeviliği. Kızıl saçlarıyla harfler ve kelimeler bir dünya var ediyor. İçerisinde uyuyan güzellerim var. Bana değer veren yine onlar, ancak bu davet bir o kadar da korkutucu. Devam etmeli miyim? Bilmiyorum.