- 951 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Kuşçu
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
‘Umudun bittiyse ayrılık vakti geldi’ derler. Fakat nasıl bir umutsuzluksa bu, onca şey sonrası yine de terk edemiyorum. İskân toprak üzerinde beton bir hapishane gibi! Terk et diyor kuşlar, yabancı insanların gözleri, içimde bir yerde Hüdâ’ya münkâd kuyu kupkuru. Terk edemiyorum, çıkamıyorum…
Bir zamanlar kendime sahiplendiğim bir çam ağacı vardı. Yanına giderdim yaz ve kış ayırt etmeden. Beklerdi o da beni. Toprak kuru olduğunda o da bilirdi altında uzanacağımı. Her şeyden uzakta, yalnız beyaz güvercinleri görebileceğim şekilde açardı dallarını. Rüzgârı bu yüzden sevdik. Beraber olup, beni gizlemesi için.
Ah, demek bostancı ile bostanın arasına girince, gözyaşı vuku buluyormuş. Son buluştuğumuz gün, hafiften esen rüzgârla yine bir olmuştuk. Kimi dallarında açılıvermeye başlamıştı koyu yeşilinin rengi. Saçları ak, kendi sarılışını dahi taklit edemeyen bir insan gibiydi. Sımsıkı sarıvermişti yine beni. Kuşlar karşıdaydı. Beyaz bir güvercin her defasında yükselip göğe doğru, takla atıyordu. Bu ayrılık aslında umutsuzluğa alınmış iki biletten başkası değildi. Sonra tekrar uğradığımda yanına, iki yabancı gibiydik. Ona bakamadığım için, bana bakıp bakmadığını bilememiştim.
Bir ara şehrin asri mezarlığına işim düşmüştü. Yanımdakine sormuştum ‘asri ne demek’ diye. Onunda pek sahih bilgisi olmamasına rağmen, eski Türkçeden bildiği kadarıyla yorum yapmıştı. ‘Asri, o asra dair, hani şey derler müteallik, devre mülk gibi bir şey değil mi?’
İzahatının pek önemi yoktu. Ne derse desin başımı sallayıp ‘he’ diyecektim. Ne için orada olduğumuzu unutup, mezarlar arasında dolaşmaya başlamıştım. Osmanlı’dan kalma eski mezarların aksine, daha düzenli ve her ölünün numaralanmış bir halde, mukayyed oldukları kervan arasında dolanıyordum. Ama numaradan başka hiçbir şey yoktu. Bazıların adını soyadını da yazmışlardı, fakat bahsini kaç kere işin erbâblarından duyduğum, Osmanlı mezar taşının mahiyetine denk bir tablo ile karşı karşıya değildim. Parası olmayanlar ya da ölen yakınlarının bir daha mezarını dahi görmeye tahammülü kalmayanların yaptırmadığı mezarlarla bu tablo daha feci bir duruma ulaşıyordu.
Dolaşırken farkında olmadan bekçi kulübesine kadar gelmiştim. Yağmur damlalarının leke oluşturduğu camekân ardınca oturan, kır saçlı, yüzü gayet ciddi olmasına rağmen şefkatli bir tebessümün gözlerinde saklandığı adamı gördüm. Kulübenin etrafı çiçeklerle doluydu. Marifet ve ihlâs ile tüm mekân cennet âlâ bir hizaya dizilmiş gibiydi.
Küçüklükten beri kimi zaman hayattan sıkıldığım zaman mezarlıklara uğradığım için, ürpermelerim daha çok kendi ölümüm için içimde gezinip duruyorlardı. Adımlarımın sesini duymuş olmalı ki, kulübe içindeki adamı karşımda görünce şaşırıp kalmıştım.
İçeri buyur edince, mezarlığa beraber geldiğimiz insanı düşündüm. Beni yanında bulamayınca kaygılanacak mıydı sanki? Telefonumuz vardı, bana ulaşabilirdi. Tüm bu ayrıntılardan uzakta kısas boylu, geniş omuzlarıyla pehlivanları andıran, kır saçlarıyla zamanını belli eden ve camekânın berisinden ilk gördüğüm andaki gibi tebessümünü gözlerinde saklayan adam mezarlığın bekçisiydi. Önce birbirimize hâl hatır sorduk. Birbirini hiç tanımayan insanlar gibi değildik. Çalışıyor muyum, yoksa okuyor muyum diye sorduktan sonra dahi o vakar halini hiç bozmadan, ‘hayırlısı dervişim’ diye usulünden bir cevap vermişti. Hiç içer misin diye sormadan, pırıl pırıl parlayan boş bir bardağa, küçük tüpün üzerindeki çaydanlıktan çay doldururken, kendi vücudumdan utanıyordum. Rahatsız olduğumu anlamış haliyle kâlp çeşmime daha bir büyük görünmüştü. Evlâ edilecek her saniye de, nasıl ki ruhun ağyâr olduğu zulmette mahcubiyet varsa, içim okyanusun en derin çatlağında gezinip duruyordu.
Ona dair bir şey sormak istemiyordum. Büyükler bazı durumlarda insan kendi Hızır’ını kendi kaçırır derlerdi. Bu kurala riayet etmem lazımdı ki, susmam daha mantıklıydı. Belki de üzerime kilitli kapıların, nazlı meleklerin sürmelenip, ‘kilitli, geçemezsin’ dedikleri kapıları ben açık bulamasam da, karşımdaki pir-i fani haliyle her lahza manen daha da büyüyen adamın muhabbetiyle hikmet çeşmesinden içebilirdim. Zavâhir itibariyle bir yer belirtme değildi bu elbette.
Çay’ın lezzeti bir başkaydı, tabi karşımdaki adamın sohbeti de. Mezarlığın ortasındaydım, ancak ölümü unutmuştum. Ölümle iç içe olunan bir mekânda, adamın ölüme dair konuşması ayrı bir letafetti. Ölümden bahsediyordu, bazı insanların bu dünyada ebedi var olacağını, kendilerini ölümsüz sanıp her türlü dalalet içinde bulunduklarından bahsediyordu. Bazen ölümü hatırlasalar dahi, deve kuşu misali başlarını kuma sokup, ölümden kaçtıklarını zannedip, yine eskiden beri süregelen edepsizliklerini devam ettireceklerini söylüyordu. Ama bu sözcükler onun ağzından çıkarken daha şefkatliydi. Ben kendim derleyip, toparlayınca işkence ettirdim her birine.
Cebimdeki telefon titremişti. Sanırsam benimle beraber mezarlığa gelen bana mesaj göndermişti, ancak telefona açıp bakarsam karşımdaki adama ayıp olacaktı. Duru ve hisli konuşmasını devam ettirdikçe, ruhumla bedenimin ayrışacağı noktayı bulacakmışım gibi hissetmeye başlamıştım. ‘Gönül sırların mezarıdır, o mezar ki her insan gelip orada duramaz, orada dua edemez, ağıt yakamaz. Belki bir tek sen yakınabilirsin orada, o mezar ki senin gizlindir. Başkasına saklını göstermekten çekinirken, nasıl olurda sana ait bir mezarda bir başkasının el açıp, Yezdân’a yalvarmasını beklersin? Sırrını daim eylesin Rab Teâlâ…’
Buraya kadar her şey normaldi değil mi? Ancak esas olayım daha yeni başlamıştı. Umutsuzluğun dibine çöküp, bin tövbe bozmuş halimle, aradığımı bulamamış olmanın takatsizliğiyle o güzel çay sonrası ayağa kalktım. Küstahlık mı ediyordum? Beni ayağa kaldıran ben değil, bir başka ben gibiydi. Belki de ben olmak istediğim bendi. Ölmeden önce ölmek denilen rabıtanın kapısında bulunan kilide uygun anahtarı çocukluğumda kaybetmiş gibiydim. Sineye çektiğim ne kadar çok benin marifeti vardı. Bir seçtiren vardı, ben de ben olmadan önce ben eden dünyamı.
Elimi uzatamıyordum. Baştan, yeniden seviyor gibiydim hayatı. Aşkın abdest olduğu hâldeydim. Ne kadar bozulmuş olsa da, hükümsüz de sayılsa aşk, abdest gibi değil miydi? Elinden öpseydim ne derdi acaba? Ne diyebilirdim ki tebessüm eden gözlerine bakıp? ‘Allah’a emanet olun inşallah’ deyip çıkarken kulübeden, hafiflemiş gibiydim. Sayfalarca konuşmamıştı, bir bardak çay doldurmuştu, biraz ölümden bahsetmişti, bir de ben içerideyken kulübeye giren beyaz bir güvercine avucundan bir şeyler verdi. Sonra güvercinin başından öpüp, ‘a benim nazlı güvercinim, ne dem eylerse mahlûkundan ol Mevlâ seni îhaş, teyakkun et ki, bâb-ı ünsü fethetmek murad eder’ demişti. Anlamadığımı hissetmemişti, tahmin etmemişti, sanki biliyordu. Güvercinin başını okşarken, bana dönüp, sözüne haşiye cinsinden konuşmasına devam etmişti: ‘ Yüce Rabbim insanı soğutur ki dünyadan, insanlardan, kendisine yakın olsun o insan. İnsanın azabı, müstahak olmak değildir belâya her dem. İnsanın muzır sandığı şey, hidayeti de olabilir. Dervişim, bil ki senin en kıymetli anın, muhtaçlığının farkına varıp, özünde nasıl da zelil olduğunu hatırlayışındadır. Nimet, yokluktan daha çetindir. Sen sıkıntıda iken Rabbinin şefkatli yüzünü görmek için sabır etmelisin.’
Dışarı, mezarların yanına çıktığımda yüzümü göremesem de, sarardığımı tahmin edebiliyordum. Kaç dakikadır o kulübenin içinde olduğumu bilmiyordum. Telefon aklıma gelmişti, cebimdeki telefonu elime aldığımda, mezarlığa beraber geldiğim insandan mesaj geldiğini görmüştüm. ‘Neredesin’ diyordu. Geldiğim yol üzerinden geri döndüğümde, az ötede elindeki kâğıda yazılı numarayı bulmuş olmanın garip bir mutluluğuyla diz çöküp, dua ettiğini gördüm. Yanına vardığımda, duasını bitirmesini bekledim.
Bana bakıyordu, herhalde nerede gezindiğimi merak etmişti. Bekçiyi bulamadım, ben de kendim aradım buldum numarayı derken, haklı bir gurura sahipti. Karışık, parsellenmiş arazi içerisinde yeni mezarların dahi kolay kolay bulunamayacağı mezarlık içerisinde, yıllardır gelmediği, uğramadığı mezarı bulmuştu. Ancak bekçiyi bulamadım demesi karşısında sinirlenmiştim. Nasıl oldu da bekçiyi bulamamıştı? Az evvel oturup konuştuğum adam bekçiydi işte, o kulübeyi bulamadığı için mi yalan atıyordu? Mezarlığın aşağı tarafından, bizim bulunduğumuz alana doğru çizmeli, elinde suibrikleri bulunan adamı görünce ben de şaşırmıştım. Yanımdaki ‘aha işte geliyor, suyu kesilmiş sanırsam kulübesinin, aşağıdaki çeşmeden su almaya gitmiş, sen gelmeden şu karşıdaki mezara gelen aile söylemişti bana da’ derken afallamıştım. Ya yukarıdaki adam kimdi? Öylesine bir adam mıydı? Mezarlıkta kuş besleyen öylesine bir adam olabilir miydi?
Bekçi yaklaşırken bize doğru, ben de bekçiye doğru birkaç adım attım. Bekçide ufak tefek, kırk yaşlarında, sinirli birine benziyordu. Yaptığı işi sevmiyormuş gibiydi. Sanki bu işi kim severdi ki? Ben kendi kendime saçmalarken, yanımdakine de el işaretiyle ‘gel’ deyip, bekçi yanımızdan geçtikten sonra, arkasından kulübesine doğru yürümeye başladım. Kulübeye vardığımızda, içeride kimse yoktu. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bekçide sinirli bir şekilde ‘hayırdır kardeş, ne oldu’ diye bize bakınıyordu. Özellikle benim huzursuz ve meraklı bakışlarım onu da rahatsız etmişti. ‘Burada, burada bir adam vardı’ derken, bekçi ‘ne adamı kardeşim, biz varız burada sadece’ diyerek benim hayal gördüğümü, biraz önce burada yaşadıklarımın her şeyin bir yalandan olduğunu kanıtlamak istiyordu. Şahidim olabilirdi ama tüpün üzerinde gerçekten de çaydanlık vardı. İşte o beni kurtarabilirdi ve az önce burada sıcak çay içtim dersem kimse bana yalan attın diyemezdi. Çaydanlığa dokunduğumda, buz gibi alüminyumu hissedince, hayal kırıklığımın her gecen salise daha da büyüyeceğini anlamış oldum.
Aslında bir kuşçuydu gördüğüm. Sonraları asri mezarlığı iyi bilen bir abi tarafından gerçeği öğrendim. Ama inanamadım ilk başta. Benim yaşamayan biriyle görüştüğümü demek istiyordu. Kuşçudan biraz bahsetti. Daha doğrusu ben anlatmasını istedim. Kuşçu otuz sene evvel şehrin merkezinde tek katlı bir evde yaşayan bir adammış. Diğer kuşçuların aksine, kuşları kafese koyup, onları oraya kilitlemezmiş. O kuşçunun güvercinlerini eliyle okşayıp, uyuttuğu söylenirmiş. Kulübede karşımdaki adam da aynı şeyi yapmıştı. Bembeyaz güvercin o kır saçlı adamın ellerinde uyumuştu. Hayal dünyası yıkılan bir çocuk kadar kederlenmiştim.
Kupkuru kuyudayım yine. İçim dışım zemheri bir insanlık kokusuna bürünmüş halde. Bir zamanlar altında türlü hayaller kurduğum çamın yaşlı fotosentezlerinde boğuluyor gibi hissediyorum. Kimi zaman da hayat hâlâ yaşanılabilir bir yer gibi geliyor. Kuşçu’nun söylediklerini düşünmek istiyorum tekrardan. Baharın heyecanlanan sayfiye yerlerinin telaşı ve yalnızlığıyla beraberim.
Hızla yürüyorum başladığım yere.
Bütün korkularımı ve kokuları terk edip, kendimi kendime bağışlıyorum.
Genç olup, geç kalmanın korkusuyla ihtiyacım olduğunu bildiğim korkuları terk etmenin,hiçbir zaman bir ayrılık lafzı taşımayacağını da biliyorum. Herkes kendi aklıyla düşünebilmek için akıllıyım diyor. Aklım güvercinin kapanan gözlerinde.
En kötüsü de, aradığının ve bir ömür hasreti olduğun şeyin aslında gerçekte aramak isteyeceğin şey olmaması! Ne kadar da kötü acizliğini bilip, yine de böbürlenebilmek!
Kendi yanıma döneceğim bir sahne aramaktan usandım ve hâlâ soğuk odalar.
Yeteri kadar üşüdü içimde ölü güvercinler, onların kuşçusu ben olamam.
Artık susmalıyım.
YORUMLAR
benimde içimdeki güvercinlerin hepsi ölü ölsemde diriltsem hepsini...
kuşçuyu benimde gönül haneme getirdiğin için teşekkür ederim değerli yazarım orada o mekenda sizinle beraberdim...
uzunca bir aradan sonra kalemini okumak keyifliydi...
selam ve sevgimle tebrik ediyorum...
HakkınSesi
Size de tebriğimle, teşekkürler..