- 752 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BEŞ ASIRDIR ANLATILMAYI BEKLEYEN HİKAYE
BEŞ ASIRDIR ANLATILMAYI BEKLEYEN HİKAYE.
( DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜN DEVAMI )
Vatikan, Paris Piskoposu’nun geçtiğimiz yüzyıldaki önderliğinde, Brabantlı Siger’i, daha önceki asırlarda da Peder Abelard’ı ve yüzlerce yandaşını Aristo felsefesini, aklı ve mantığı öğrettikleri için aforoz edip ölümle cezalandırmakta kesinlikle haklıydı. Gerçi Abelard, Notre Dame rahibinin kızı Heloise’a aşık olup da onunla gizlice evlenince tüm sofuların gazabına uğramış ve hadım edilerek cezalandırılmıştı ama Aristo’yu öğretmek çok daha büyük bir günahtı! Abelard’ın iddia ettiğinin aksine bir şeye inanmak için onu anlamak gereksiz ve bu, dini inancı tehdit eden bir felsefeydi.
Gelgelelim, aşk ve şehveti bir türlü yaşayamayan tüm rahiplerin yaptığı gibi ben de Abelard’a öykünerek Heloise’in güzelliğini hayal ederek okumaya başladığım sayfalar bana bambaşka bir resim çiziyordu.
O an, ilk defa Şarih El-Reis’in, yani İbn-Rüşd’ün en önemli eserlerinden biri olan Büyük Şerh’i okuduğumun farkında değildim. Bunun ayrımına çok daha sonradan varacaktım. Fakat birkaç günlük yol mesafesi kadar ötemdeki Kurtuba şehrinde doğup yetişen bu filozof sanki benim tüm karşı koymama rağmen çoktan aklımı eline almış, evirip çeviriyor, beynimi gözümün önünde tutarcasına, “Bir de şu taraftan bak, bir de böyle bak!” diye sesleniyordu. Daha sonradan İbn-Sina, El-Kindi, Huneyn bin İshak ve El-Zehravi’nin Arapça kitaplarında ve sayısız Latince çevirilerinde göreceğim beynin kıvrımlı, ceviz şeklindeki sureti, üstelik kendi beynim, burnumun önünde bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu. Sayfaları çevirdikçe beynimin içindeki bu kıvrımlarda dolaştığımı, bu şehirdeki El-Hakim’in bahçelerini andıran devasa bir labirentin duvarları arasında yolumu bulmaya çalıştığımı hissediyordum. Hem dışarı çıkmak için çabalıyor hem de bu çabadan anlatımı zor bir haz da alıyordum! “Rahat ol” diyordu İbn-Rüşd bana, ben, inancım, kalbimdeki en büyük hazinem edimden düşüp gidecekmiş gibi hissettikçe, “Anlamam, inanmanı pekiştir, inanç ve mantık çift görünür ama birdir. Onların yolu ayrı gibi görünür ama Doğru’ları tektir.”
İşte böyle İbn-Rüşd’ün benden asırlar önce “Çifte Hakikat” dediği kavramı anlamaya başladım. Ya da anladığımı sanıyordum.
Ben bu büyük kitabın sayfalarını çevirdikçe sanki toprağın devasa katmanlarını ardı ardına açıyor gibi dünyanın merkezine, kainatın başlangıcına varıyordum. Tanrı nasıl bir varlıktı? Dünya’yı nasıl yaratmıştı? Evren sonsuz muydu? Varoluşun başlangıcı nasıldı, sonu nereye varacaktı? Ölüm ne demekti, ölümden sonra hayat, ahret var mıydı? Mantık kuralları ve doğa kanunları bu konularda ne söyleyebilirdi? Dini metinler olmadan, vahiy olmadan, insanoğlu kendi aklıyla Tanrı’yı bulabilir miydi? Düşünmek, tefekkür etmek, insanın inancına zarar verir miydi, yoksa onu daha iyi dindar mı yapardı? Kısacası, felsefe ve akıl, din ve inanç ile örtüşebilir miydi?
İbn-Rüşd’e göre inanç ve akıl arasında hiçbir çatışma yoktu. Tam aksine, insanların inandıkları şeyleri sorgulamaları, gördükleri şeyler hakkında tefekkür etmeleri dini bir gereklilik. İbn Rüşd Muhammedilerin kutsal kitabından bu konuda onlarca ayet naklediyor.”Ey gözleri görenler, düşünün!,” “Siz hiç düşünmez misiniz?,” “Düşünün ve ibret alın,” ve “ Onlar sağırdırlar,dilsizdirler, kördürler; bundan akıl erdiremezler” gibi cümleler bunlardan sadece bazıları. İbn Rüşd, insanoğlunun bu şekilde aklını ve duyu organlarını kullanarak kâinatı izlemesinin ve onu anlamlandırmaya çalışmanın insanı Tanrı’ya daha çok yaklaştıracağına inanıyor. “Kıyas” yeteneği de yine Tanrı’nın insana bahşettiği, yalnız aklını kullanarak değerlendirebileceği bir hazine ki, bunun sayesinde üç-beş yüz sayfalık bir kutsal kitaptan aldığı bir örnekle, okyanuslar mürekkep, tüm ağaçlar kalem olsa, Allah’ın kelamını yazmaya yetmezdi diyor.
Yeryüzündeki hiçbir hareketin kendiliğinden olmadığını, her sonucun bir sebebinin olduğunu ve kainatın bu fizik kuralları çerçevesinde hareket ettiğini savunan bu filozof alim, düşünen insanların görevinin bu sebep-sonuçları araştırmak olduğunu vurguluyor. Yağmurun nasıl yağdığı, Güneş’in nasıl doğduğu, Ay’ın nasıl çeşitli evreler geçirdiği, mevsimlerin nasıl oluştuğu, insanın nasıl büyüdüğü, organizmaların nasıl işlediği ve daha bir yığın sorunun cevabını ancak ilmin verebileceğini ve cevapların her seferinde bir Yaratan’a, herhangi bir sebebe ihtiyaç duymayan bir İlk Varlık’a, tüm evreni belirli fizik, kimya ve biyoloji kurallarıyla saran bir İlk Akıl’a çıkacağına işaret ediyor.
Aristo da İlk Güç ya da İlk Gereklilik dediği, zaman kavramının dışında ve ötesinde yer alan, bu her şeyi kuşatan Zekâ’yı Plato gibi kendi felsefesinin merkezine koyuyor. Sıkıntı şu ki, kilisemiz Aristo’nun kimi zaman doğa kanunları dediği bu sistemin Yüce Tanrı Hz. İsa’nın önüne geçtiğini, Tanrı’nın bu fizik kurallarıyla elleri kolları bağlanmış gibi resmettiğini gösterdiğinden Katolik öğretilerine son derece ters buluyorlar. Hâlbuki İbn Rüşd, vahyin ve aklın aynı doğruyu işaret ettiğini açıklıyor ve işte buna da “Çifte Hakikat” adını veriyor.
Filozof teorik bilimleri evrensel ve özel olarak ikiye ayırdıktan sonra evrensel ilmi de kendi arasında diyalektik, sofistik ve metafizik şeklinde üç parçada inceliyor. Evrensel bilimler varlığı genel anlamda incelerken, özel bilimler maddenin niteliklerine yoğunlaşıyor. Bunlar da varlığın değişen doğasına yoğunlaşan fizik ve maddeden soyutlanmış niteliği araştıran matematik olarak ikiye ayrılıyor. İbn Rüşd’ün asıl ilgilendiği ise metafiziğin kuralları ve bu kuralların fizik ve matematikle örtüşüyor oluşu. Örneğin matematik olmasaydı yeryüzündeki her bir nesnenin bir sebebi olduğu, bu her bir sebebinde gerisin geriye gidildiğinde, eninde sonunda, sebep gerektirmeyen bir İlk Sebep’e ihtiyaç duyuşu, dünyanın, ayın, güneşin ve gezegenlerin hareketleri ve bunların sayıları gibi konular matematik sayesinde anlaşılabiliyor.
Enteresan olan şey şu: Muhammediler de önceki asılarda İbn Rüşd gibi düşünen İbn Sina ve Farabi gibi isimleri zaman zaman sapkınlıkla itham etmişler. Dolayısıyla Kurtubalı filozof, eserinde, aklı dinin önüne koyan pek çok Arap aliminden de bahsediyor ve bunları sert bir dille eleştiriyor.İnsan iradesinin sınırları konusunda da Mutezile (İnsanın tamamen özgür olduğunu savunanlar), Hanbeli (her şeyin Tanrı’nın elinde olduğunu savunan kaderciler) ve Aşarite (önceki ikisinin arasında bir yerde olanlar) adı altında üç ayrı mezhepten bahsediyor ve bunları birer birer mantık kurallarını uygulayarak çeşitli yönlerden eleştiriyor.
Bu kavramları ve benzerlerini daha sonraları kutsal dinimizin önde gelen isimlerinden Aziz Aquinas’ın baş yapıtı Suma Theologica’da, De Unitate İntellectus, yani Zeka’nın Birliği’nde de hayretler içerisinde kalarak birebir görecektim. Belki de bu yüzden Dante, Aristo’ya Che Gran Commento Feo, “ Bilenlerin en ustası,” demiş, İbn Rüşd’e de İlahi komedya da hatırı sayılır bir yer bahşetmişti.
(Beyazıt AKMAN’ın Son Sefarat adlı kitabından alınmıştır.)
Özcan SOYLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.