KALABALIKLARIN GÜCÜ ADINA
KALABALIKLARIN GÜCÜ ADINA
Herkes el sallıyor kalabalık gruplar içerisinden. Bakıyorum da, sanki bir ben yalnız başınayım. Konuşmak istediğim, tanıdığım, geçmişte birazcık ta olsa hukukumuz olan kim varsa hepsi bir yerlerde grupların içinde. Kimi zaman beynim çatlayacak gibi veya kimi zaman yağmurun da etkisiyle hafif melankolik bir şeyler mırıldanırken onlar sürekli marşlar söylemekte, slogan atmaktalar. Sürekli bir diğer gruba öfkeler, bağırmalar, şiddet, gerilim.
Çok mülayim, ağırbaşlı ve biraz da okuryazar olarak tanıdığım birini, kısa bir süreliğine de olsa çıkarıp gruptan, oturuyoruz bir yere. Gözleri sürekli etrafta pır pır. Endişesini sorduğumda grupça pek oturmadıkları bir yer olduğunu söyledi. Okulu bitirmiş, epey git-gel yapmış memleket ile burası arasında. Sonra takılmaya başlamış bu gruba. Şimdi bir resmi kurumdan da haber bekliyormuş iş başı için. Grup olmasaymış nasıl böyle bir resmi işe girecekmiş! “Biliyorsun okulda girmezdim içlerine ama okul bitince zor işsiz kalmak. Hem herkes bir grubun içinde.” Falancalar bile dün ne biçim karşı oldukları grubun bayraklarını ve rozetlerini takıp yamanıvermişler de öyle köşe olmuşlar. Yoksa kim takarmış onları. “Grup olmasaydı bir hiçtim ben. Allah onlardan razı olsun. Beni de adam yerine koyup aldılar içlerine.”
Sonra müsaade istedi ve kalktı. Şeytanca –müsaade etmiyorum – demek geldi içimden ama o bir nezaket idi ve gitmek zorundaydı besbelli. Bir grupta yer almak; o grubun normlarına bürünüp, zamanın taksimini bile onlarla beraber yapmak ya da onlara uymayı gerektirmiyor muydu? Hiç olmamak için, gruptaymış…
Gönlün sultanları hiçlikte ararlarken ve hiçliği doyasıya yaşarlarken; hiç olmamak için kendini gruba kapatmış kalabalıkların ardından yine tek başına düştüm yollara.
Linç istiyorlardı peş peşe geçen kalabalık gruplar. Alkışlar, tezahüratlar; akıllı sandığımız grup liderlerinin bile başlarını döndürmüş, gözlerini kör etmişti adeta. Kulak vermeye çalıştım yanımdan geçerlerken de dillerini bile anlayamadım. Gözleri, kulakları, aklı olan insanların oluşturduğu gruplar; birbirleriyle sadece atışıyorlar, anlaşamıyorlardı. Yani görmüyorlar, duymuyorlar, konuşmuyorlar, düşünmüyorlardı. Hepsinin varlık sebebi, pek dışarı vurmak istemeseler de diğerinin kötülüğü ile anlam kazanıyordu. Kardeşlik sınırlarını bile grubun teamülleri belirliyordu. Aynı anneden olsalar bile veya aynı dinden olsalar ve dinleri: ‘Hepiniz kardeşsiniz!’ dese bile grubun dışındakilere kardeşlik verilmiyor, kardeş denmiyordu.
Dün hayatı gruplar içinde geçmiş birinin tecrübelerini anlatması ve onları tıpkı dinleri gibi düşünceye çağırması bile hoş görülmüyor, ötekileştiriliyor ve hain addediliyordu. Gürültüye alışık kulakları, cılız seslere zaten kapalı. Yüksek ses ve yüksek gerilimden nemalanan bir yapıydı insanımızı günbegün içine alan.
Her şey kamufle oluyordu grup içinde. Ayıplar örtülebiliyor, günahlar gizlenebiliyor, hatta orada bulunup, uyumak bile ibadet hükmünde geçiyordu! Kişi yeter ki başka bir grupla veya tek başına kalmasın! Zayıflar güçleniyor, iş sahibi olmak, makamlara gelmek kolaylaşıyor, zengin olmak zaten pek bir kolaylaşıyordu. Bütün insanlar ya grup üyesi, ya hiç, ya da tehlikeli ve hain diye tasnif ediliyor; grup üyelerine ahiret hariç dünyada türlü imtiyazlar sağlanıyordu. Bu denli imtiyazlar da sahip olanları ancak şımartıyor, şehvet sahibi yapıyor ve en önemlisi de tamamen hesabi kişilikler haline getiriyordu.
Kalabalık dedik, grup dedik de aklıma bir hikaye geldi yıllar öncesi okuduğum. Rauf Tamer yazmıştı.
Bir eşek, bir keçi ve bir inek; yıllardır yaşadıkları baskı ve gördükleri kötü muamele sonrası, sahiplerini terk ederek dağa çıkmayı kafalarına koyuyorlar. Bir sabah erkenden buluşup, şehri terk ederek dağa çıkıyorlar. Güzel bir mağara bulup, yerleşiyorlar. Karınları acıktığında, gidip ormandan beslenip dönüyorlar ve bütün gün tabiri caizse yan gelip yatıp, bol bolda sohbet etmeye başlıyorlar.
Gel zaman, git zaman inek bir sabah; insanları özlediğini ve şehre dönmek istediğini söylüyor. Çok şaşırmıyor diğerleri. Onlarda da var biraz özlem, ama serde de yiğitlik var! Neyse uğurluyorlar ineği ve iki arkadaş kalıyorlar mağarada. Tam iki gün sonra yine sabah vakti ineği karşılarında görüyorlar. Şehirde bayağı dövmüşler zavallıyı sahipleri. O; özlediler beni sanmış, sahipleri de bir daha kaçmasın diyerek epey hırpalamışlar zavallıyı ve asla bir daha dönmem diyerek sokulmuş iki arkadaşının yanına çaresizce inek.
Bir, iki hafta sonra bu kez dayanamayıp keçi açmış derdini. Biliyorum, beni de farklı bir gelecek beklemiyor gibi ama ben de gidip bir hasret gidereyim ve dersimi alayım diyerek düşüyor şehrin yollarına. Çok değil, ertesi sabah yanlarında buluyorlar keçiyi arkadaşları. Aşağı yukarı ineğin başına gelenler, onun da başına gelmiş ve hatta hapsedip kesmek bile istemişler zavallıyı da zor kurtarmış canını.
Derslerini almış iki arkadaşıyla beraber günleri artık birbirlerine daha yakın ve samimi geçmeye başlamış eşek ve arkadaşlarının. Ama ister hasret deyin adına, ister ahmaklık; eşek de bir akşam yemeğinde açmış derdini arkadaşlarına. “Biliyorum içinizde en çok baskıyı, işkenceyi gören benim. Adım bile dayak yememe kafi geliyor. Ama inanın çok özledim insanları. Belki sizin gibi gidip sahiplerimin yanına pek sokulmam ama yine de gidip uzaktan da olsa görmek istiyorum insanları. İnanın gözümde tütüyor” demiş. Helalleşmiş ve inmiş dağdan eşek. Gözden kaybolana dek bakakalmış arkadaşları ardından. Bir süre ağızlarını bıçak açmamış eşeğin ardından. Sonra nasıl olsa bir-iki gün içinde döner demişler ve sürdürmüşler hayatlarını.
Günler, haftalar geçmiş, gelmemiş eşek. Ayları yıllar takip etmiş. Neredeyse unutmuşlar arkadaşlarını inek ve keçi. Bir yıl, iki yıl, üç yıl derken tam dördüncü yılın sonunda bir sabah uyudukları mağaranın dışından doğru gelen bir parfüm kokusu ile uyanmış inek ve keçi. Çıkıp kapıya bakmışlar dağdan aşağı doğru da, kimi görsünler! Gelen eşekmiş, ama ne geliş! Yaklaştıkça o güzel kokuların da ondan geldiğini fark etmişler. Sarılıp yanlarına oturunca eşeğin tüylerinin bile tıraşlandığını görüp sormadan edememişler. Anlatmış eşek:”Sizden ayrılıp şehre indiğim gün bütün caddelerin, sokakların boş olmasını yadırgamamla beraber epey gezdim avare avare. Kimsenin umurunda değildim ve kimse de taş atıp kovalamıyorlardı eskisi gibi. Sonra merak edince anladım neden boş kaldığını sokakların. Meğer miting derler bir toplantı varmış büyük meydanda ve herkes orada toplanmış. Ben de iyi olur benim için de; gidip ben de kısa bir süre de olsa görürüm onları dedim ve meydana doğru sokuldum. İçlerine girdim. Bir kişi yüksek bir yere çıkmış bağırıyor, ama meydanda onu dinleyenler ondan daha çok bağırıyor. Herkes bağırıyordu. Ben de tutamadım kendimi ve bağırmaya başladım. Demek ki sesim de onlardan biraz daha fazla ve hızlı çıkmış olacak ki, dönüp fark ettiler beni. Korkmayın! sonra aldılar beni ve meydan meydan dolaştırıp bağırttılar.Aç susuz da bırakmıyorlardı ve üstüme başıma da bakmaya başlamışlardı. Sonra kürsüye çıkardılar ve sürekli bağırmamı istediler. Yemem içmem ve de sıhhatim oldukça iyiydi ve bu yüzden de oldukça iyi bağırıyordum. Omuzlarda mı taşımadılar, beyefendi mi demediler, hatta pisliklerimi alıp koklayanları bile oldu.”
Merakla dinlemekteydi keçi ve inek. Hatta merakını gideremeyen inek:”E ee..sonra nasıl oldu da bırakıp buraya döndün?” deyince eşek:” vallahi seçilmiştim de ama ne bileyim ben onun da bir süresi olduğunu? Dört yıl geçince aradan, eşek olduğumu anladılar anca ve normale döndüm. Karizmayı çizdirmeyeyim diye de yanınıza geri döndüm.”
Kalabalıkları ne kadar insanlar topluyor görünseler de, eşeklere de faydası olmuyor değil! Hatta siz siz olun kalabalığa girerken ne olur ne olmaz diyerek şöyle bir etrafınıza bakmayı da sakın ihmal etmeyin. Her zaman eşek de çıkmayabilir karşınıza ve çakallara rastlama ihtimaliniz de az değil. Benden söylemesi. Muhabbetle…
Erdal ÇİL
[email protected]
20.04.2013
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.