- 811 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BEŞ ASIRDIR ANLATILMAYI BEKLEYEN HİKAYE
BEŞ ASIRDIR ANLATILMAYI BEKLEYEN HİKAYE
( DÖRDÜNCÜ BÖLÜM )
Her şey Aristo ile başladı. Tüm hayatımı alt üst eden olaylar silsilesinin başyazarıdır kendisi!
Ya da Averroes, yani Muhammedilerin diliyle İbn Rüşd mü demeliyim ? Çünkü İbn Rüşd olmadan Aristo’yu bilemezdik. Aristo olmadan da İbn Rüşd’ün bir anlamı kalmazdı.
Latince de Aben-Rüşd diye telaffuz edilenbir ismin üç asırda Averroes’e dönmesini pek yadırgamamalı fakat ilk başta bu isimlerin farklı filozoflar olduklarını bile sanmıştım. Elimden geçen pek çok yasaklı kitapta; Arapça, İbranice ve Latincede; hem el yazmalarında hem de şeytanın semeni baskı aletinden çıkan kitaplarda bu ismin en az yirmi çeşidini gördüm ve bunların hepsinin aynı kişi olduğunu anlamam için epeyi bir zaman geçti; Filius Rosadis, İbn Rüşd, Ben-Raxid, İbn-Ros-din, İbn-Rushchoold, Den-Resched, Aben-Rassad, Aben-Rois, Avenrosdy, Adveryos, Benroist ve daha niceleri…
Yüce İsa’ya şükürler olsun ki bu iki kişinin sıfatları adları kadar çok değil. Tam aksine, yalnızca birer tane: Arapçada Aristo’ya Şeyh El-Reis diyorlar, yani “Büyük Usta”. İbn Rüşd’e ise Şarih El-Reis, “Büyük Yorumcu” sıfatı verilmiş. Latince ve İbranicede de çevirileri kullanılıyor. Fakat, bazen her ikisine de “Usta” yada “Büyük Filozof “ dendiği de oluyor, işte o zaman İbn Rüşd’ün açıklığa kavuşturduğu Aristo’nun felsefesini mi yoksa Aristo’nun, İbn-Sina’nın, El-Farabi ve Eflatun’un (bu da Muhammedilerin platoya verdikleri ad!) bir adım önüne geçen İbn-Rüşd’ün kendi felsefesini mi okuduğunuzu anlayamıyorsunuz.
Benim İbn Rüşd ile tanışmam ise ne gariptir ki, ne antik Yunan çağı filozoflarının anadili Yunanca ne de Arapça ile oldu. Zaten elime geçen yüzlerce Aristo ve Plato felsefelerinin hiç biri Yunanca değildi, bunlardan günümüze kalanların olduğuna pek inanılmıyor. Bu kitapların çoğu ya Arapça ya da Arapçadan İbraniceye çevrilmiş metinler. Dahası ben Metaphysics’in Büyük Şerhi ile Latince de tanıştım!
Babil’in kulesinin, dünyanın merkezi Kudüs’ün yakınlarındaki Mezopotomya’da olduğuna inananlar, gelsinler Endülüs’ün insanı çıldırtan kütüphanelerine baksınlar!
Kardinal Cisneros’un beni görevlendirmesiyle tüm krallıktaki sapkınlık kitaplarını tesbit edip yok etmeye devam ediyorduk. Sonra iş, Torguemada’nın beni bir matbaanın izini sürmekle görevlendirmesiyle birlikte daha da büyüyecekti.
Manastırımızdaki küçük odama kapanmış, kütüphanelerde bulunan, kutsal keşişlerimizin, okunmalarının sakıncalı olduklarına inandıkları kitaplara göz gezdiriyordum. Önceleri pek çok rahip ve keşişin yaptığı gibi elime geçen her Arapça metni Muhammedilerin yalan öğretileriyle dolu Kur’an sanıp, yakılacak kitapların arasına atıyordum.Kitabın kapağındaki ya da sayfaları adam akıllı çevirince gördüğüm Arapça karakterler ve satırlar oldukça hızlı ve etkili bir biçimde, etrafımda bir Babil Kulesi gibi yükselen kitaplardan kurtulmamı sağlıyordu. Aynı yöntem İnranice el yazmaları ve kitaplar için de geçerliydi. Aslında bizim gibi keşişlerin bu işi yapması için ne Arapça ne de İbranice bilmemize gerek vardı; Bu dillerin harflarini tanıyan, okuma yazma bilmeyen cahiller bile kitapları yok etmede görevlendirilebilirdi ( ve çoğu zaman, özellikle top yekün bir Arapça ve İbranice kitap avına çıkıldığı böyle dönemlerde bu yola da başvurulmuyor değildi).
Fakat Latince kitaplar tam bir baş belasıdır.
Peder Cisneros, Latince yazılan ve basılan her şeyin İncil olması gerektiğini, bunun bile sadece, kutsal kitabı çoğaltma yetkisi verilen manastırlarca, çok sıkı kontrollerle yapılması gerektiğini belirtirdi. Geçmiş asırlarda olduğu gibi, bazı zamanlar, İncil’in bile çoğaltılmasını yasaklardık. Zaten okuma bilen insan sayısı çok azdır ve Cinneros, İncil’i okuyanların ya din adamı olmaları gerektiğine, aksi taktirde İncil’i ellerine alıp okumalarının, kafalarına göre yorumlamalarının ölümcül bir günah olduğuna inanırdı. Yüce Tanrımızı, Hz. İsa’yı ve Kutsal Ruh’u, insanların yaşamaları gereken şekli anlatmakla yükümlü, sorumlu ve yetkili olan tek varlık kiliseydi ve bireylerin dini metinlerini alıp, kendi kendilerine onu okuyup anlamaya çalışmaları sapkınlığa neden olabiliyordu. Ben bu prensibe hayatım boyunca inandım ve uydum. Eğer her önüne gelen İncil’i kendisi okuyacaksa, biz eğitimli din adamlarına, kutsal klisemize ne gerek kalıyordu? Gerekli eğitimi almamış bir kişi, incili nasıl anlayabilirdi?!
Fakat son zamanlarda İtalya’da, Padua’daki bir takım liberal sapkınların Vatikan üzerindeki baskısıyla –çok büyük kontroller altında da olsa – İncil ve onun üzerine yazılmış Latince baskılar tekrar çoğalmaya başladı.
Ne yazık ki, ne çoğaltılan kitapların hepsi İncil’di ne de Latince her kitap Hz. İsa’nın öğretilerini anlatıyordu. Trajikomik olan şuydu ki, ve ben bunu ancak yıllar sonra anlayacaktım, binlerce Arapça yazılı İncil’i sapkınlık kitabı sanarak yakmış, bir okadar da Latince Kur’an ve Muhammedilerin öğretilerinden bahseden kitabı yine sıf Latince olduklarından İncil sanarak saklamıştık.
Belki de böyle anlardan birinde, işte yine manastırımdaki o küçük odamda elime geçen Latince baskıyı İncil diye kurtarılacak kitapların arasına koymak üzereydim. Gerçi İncillerin de daha sonradan yakılıp yakılmayacağına Peder Cisneros karar verecekti ( etrafta çok fazla başı boş İncil olması da kabul edilebilir bir durum değildi ) ama benim öncelikli görevim, sapkınların kitaplarını belirlemekti.
Kitabın kapağını tam kapatıyordum ki, sayfalardan birinde “Aristo “ kelimesi gözüme ilişti. Oturduğum sandalyenin önündeki, yanı başıma kadar yükselen rahleye, beşer karış eninde ve boyundaki kalın kitabı iki elimle tekrar koydum ( bu kitapları kaldırmak, taşımak, ayıklamak ve sınıflandırmak bende bir keşişte görülmesi zor kol kaslarına neden olmuştur) ve ilk sayfaya dikkatle baktım. Kilisenin bir yasaklayıp bir serbest bıraktığı ama çoğunlukla ateist ya da pagan, yani çok tanrılı olarak dışladığı Aristo’ya yabancı değildim. Ancak bu Yunan Filozof’a karşı çıkan pek çok dindaşım gibi ben de aslında onu tam anlayamamış, onu saklı saklı okumaya çalıştığım birkaç seferde de anlamaya çalışmanın bile günah olduğu hissine kapılarak zihnimin kütüphanesinden kovmuştum.
Yüce Kilisemiz haklıydı; inan yalnızca kalple ve ruhla oluyordu. İnsanın dünyayı, doğayı, evreni, sabah doğan Güneş’i, geceleri yükselen Ay’ı, yağan yağmuru, yeşeren ağaçları, semenden oluşan insanı, toprak olan bedeni,açan çiçeği, kabaran okyanusları, düşen karı ve bin bir çeşit hayvanatı; kısacası varoluşu ve tüm bunların ardında yatan sebep ve sonuçları, hikmetleri ve doğa kanunlarını anlamaya çalışması beyhude ve sapkınca bir çabaydı. İnsanın iyi bir Hıristiyan olması için tek yapması gereken Yüce Kilisemizin öğretilerini kabul etmek ve bu öğretiler doğrultusunda yaşamaktı. Aklın; neyin, neden olduğunu, her şeyin başını ve sonunu anlayamayacağını kabul etmek gerekiyordu.Mantık ile inanç örtüşmek zorunda değildi. Bilim dedikleri rasyonalizm, insanları olsa olsa Hz. İsa’dan uzaklaştırırdı.
……………. (devam edecek)
(Bayezit AKMAN’ın Son Sefarat adlı kitabından alınmıştır.)
Özcan SOYLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.