- 735 Okunma
- 8 Yorum
- 2 Beğeni
Fiili Durum Yaratmak
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Fiili Durum Yaratmak
Pek çok yanlış, fiili durum oluştuğunda yerleşir. Özellikle kin, nefret, acizlik, atalet, saldırganlık, küskünlük, çaresizlik… Bu meyilleri oluşturacak ortamlar oluştuğunda eylem de beklenir!
Bir yanlışa “Doğru” algısı yüklendiğinde gerçekte doğru olan ne var ise otomatik olarak yanlış algılanacaktır!
İlk başta kontrolü ele geçiren egemen, baskın fikir; yanlış da olsa fiili durum oluşturduğu için haklı çıkar! Ya da öyle algılanır. Kısır döngü ile sağlanır yanlışların doğru algılanması.
İlk hareket önemli! Yani demem o ki zamanında bize “Doğru” olarak algılatılanların gerçekte “Doğru” olduğundan emin miyiz! Ya doğru bildiklerimiz yanlış ise o zaman gerçekten doğru olanlar yanlış olarak algılanır ve bu durum devam eder gider!
Doğruyu yanlıştan nasıl ayırabiliriz?
Vicdan doğru ve yanlış algılamasını kişiye izafi yapmak için vardır! İnsan kendi vicdanını ezber öğretilerle ve alışılmış kalıplarla bastırmaz ise vicdan ona en güzel şekilde yol gösterecektir!
İnsan neden vicdanını baskılar?
Bin yılların yerleşik öğretileri ile zihinler enfekte olmuştur! Yani hasta olmuştur aslında zihinler! Doğru bilinen yanlışlar çoktur ama birey bunu sorgulama cesaretini göstermek istemez! Çoğu insan; kolaycı, cahil ve tembeldir! Zaten “Doğru” olarak insana yutturulan şeylerin savunucusu da çoktur! Gerçekten doğru olanların fazla savunanı olmaz! Doğru bilinen yanlışların ezbere savunanları hatta bu yolda beylik laflar edip ölümüne o yolda gidenler vardır!
Futbol taraftarlarının sloganları çok manidardır! “Ölmeye geldik!” uğurunda ölünecek onca bireysel önemli işler var iken taraftar bir maç kazanmak uğruna ölmeye geldiğini söylüyor! İlginç değil mi? Bunun altında yatan nasıl bir kodlama! Bir amaç uğruna ölümü göze almak insanlara daha ilk aşamada kodlanmış! Ölme, kardeş! Doğruca amacına yönel! İnsanlığın güdülmesi ve egemenlere hizmet ettirilmesi için ölümüne kadar giden idealler kodlanmış ki bu şekilde egemenler saltanat sürsün, kodlananlar da savaşsın! Kurgu böyle işler! Asıl ödülü egemen olan kurgucu alır diğerleri ise vaat ve coşku alır!
Dikkat ederseniz insanlığı kurtaranlar hep aynı ırktan veya aynı söylemde! Neden acep, bazı toplumlar kurtarıcı rolünde? Onlar olmasa insanlık batacak mıydı? Yoksa onların öğretileri mi batırdı! Öğretiye bakalım; bazı idealler uğruna ölümüne savaşmak hatta bu uğurda ölmek insanın ulaşacağı en yüksek mertebe! Kim, kimin için savaşıyor? Bunlar sorgulanıyor mu? Sadece coşku ve idealler var! Oysa evren geniş; bilinen ideallerin çok üzerinde idealler ve yaşam şekilleri evrende var zaten. Ben, Orta Çağ karanlıklarından devşirilen, uğruna ölmeyi gerektirecek hiçbir ideal görmüyorum!
Son tahlilde; İnsan, bu Dünya’ya “İnsan” gibi haysiyetli yaşamak için geldi; diğer insanları egemenlerin rahatı ve öğretisi uğruna öldürmek için değil! Yaşamak ve yaşatmak için varız! Ölümüne eski kin ve kavgaları devam ettirmek için değil! Bu beylik sözlerle ve egemenlerin öğretileriyle birbirlerine zulmedenler Cehennem’i bir hali görecekler. Bundan kuşkum yok; eminim, son kararım!
Selametle,
Ahmet Bektaş
YORUMLAR
Emek verip, inceliklerine dikkat ederek gözümüzü şaşırtmadan ağırladığınız çalışmanız için gönülden tebrik ediyorum evvela..Dâimini diliyorum.
***
"Bir yanlışa “Doğru” algısı yüklendiğinde gerçekte doğru olan ne var ise otomatik olarak yanlış algılanacaktır!"
Ve dünyadan, kaç milyon/milyar (gerçi buna da ne denli gerçek gibi bakmak gerekli bilemiyorum) canlının hayat sürdüğünün henüz tespitinin yapılamadığı dünyadan merhaba Sayın Bektaş..
Yazının bir etki sonucunda yazıldığını düşünüyorum, yanılıyor olabilirim ama az ihtimâlle. Çünkü bir hevesle yazılabilenler ancak böyle bir sebeple yazılır.. Tek nefes haftalar süren bir çalışmayla sunulmaz genel itibarı ile..
Muhakkak görüşlerinize saygı duyuyorum katılmadığımı söyleyemem ama tamamen de diyemem...
Yanlış olanı doğru algılamak, doğru olanı yanlış algılamak.. Ve toplumlar, hayat şartları, tabiat koşulları, öğretiler, örf âdet ve gelenekler.. Her şeyin payı var değil mi..
"Pek çok yanlış, fiili durum oluştuğunda yerleşir. Özellikle kin, nefret, acizlik, atalet, saldırganlık, küskünlük, çaresizlik…"
Burada sözünü ettiğiniz her şeyin ama her harfin insana ait kalıcı dna misâl huy olduğunu biliyorsunuz sanırım ve kodlama deyi kast ettiğiniz de bu olsa gerek..
Kodlama..
İlim, irâde, Semi', Basar...Yâni Subûti Sıfatlar'dan, Allah'ın kullarına kendi niteliklerinden sınırlı derecede kullarına verdiklerinden söz ediyorum.. Biz kullar bu sıfatları duyguları kontrol altında tutarak doğru yer ve zamanda kullanıp kullanamamakla ilgili bir imtihan yaşıyoruz..
Üzgünüm, bu ses bâzen yükselmeyecekse bir önemi yok yâhut bu gözler ağlayıp gülemeyecekse yine bir anlamı yok hissettiğimin düşündüğümün... Hayır ennihâyetinde bir cennet cehennem kavgası yaşanıyor bu aksi yaşanılanlar olmasa bunun bir anlamı olur muydu..
Ona bakarsanız ben müslümanım ve benim dinim son din peygamberim son peygamber Allah'ım da nevî benzeri olmayan tek yaratıcı, hadi herkes inansın... En kolayı bakın inanmak para ile değil, belli vücut ölçüleri gerekmiyor ya da akıl seviyesi ıq ölçüleri gibi şartları da yok.. Kara kaş badem göz gibi şartlar yok.. Ama neden bu kadar kolay olan yapılamıyor?
Fakat dikkat edin, bu gerçek benim inandığım gerçek. Neye göre, öğrendiklerime göre.. Peki siz? Bu konuda sizin de düşündükleriniz vardır muhakkak yâhut insanı imandan edercesine Allah yoktur deyi konuşup cevap arayanların da bir gerçekleri var.. Bunu kabullenmek zorundayız ve kendimize sahip çıkmayı bilmek işte tek yaşam yolu..
Ve hepimizin bildiği ve inanıyorum ki bütün dünyanın hemfikir olup inandığı tek gerçek:
Koca bir devlet şuan dünyanın tek hükmedeni ve diğer başa kurduğu cephesi.. Ben buna karşıyım ama elimden bir şey geliyor mu, istediğim mahkemeye gideyim ya da silah kuşanıp dağa bayıra mı çıkmalıyım?
Vicdan evveli akıl!
Hepimiz kardeş mi olalım.. Elbette olalım, hattâ mısır ilimcilerinin safsatalarına anlam vermeye çalışalım.. Tövbeler olsun...
İnsan ve dünya.. Herkes farklıdır, tek yumurta ikizleri için dahi %100'lük bir benzerlikten söz edilemez.. Biri patatesi çiğ sever öteki pişmiş ve birileri insanı diri sever diğeri ceset hâliyle..
Benim arazim sizin arazinizden iki dönüm az ise kaçarı yok paylaşacağız, siz bana dedemden miras kaldı deseniz bile o tapu ortadan ikiye ayrılacak yolu yok...
Bu nedir? Haksızlık değil midir? Ben küçüklüğümden bilirim koca koca amcalar tarla sulamak için kavga ederlerdi (!)
Can hayran tarla kavgalarına bugün dünyanın altı üstüne çıkıyor ve inanın çağrılar da anlamsız çağrılar da yetersiz.. Bir şeylerden şikâyet ediyorsak kendimizden ya da henüz kundaktaki bebeğimizden başlamalıyız güzelliklerin inşasına.. Kalkıp 20'sinden sonra bir beyne yeni model ekleyemezsiniz..
Herkes aynı dertten muzdarip, dünyanın kaderi efendim bağıranın karşısında sabırımızı koruyacağız yapamıyorsak oturup dizimizi döveceğiz "insana ne oluyor" diye...
Selâmetle...
**Havin_** tarafından 4/12/2013 5:03:08 PM zamanında düzenlenmiştir.
Ahmet Bektaş
Ahmet Bektaş
İnanç Özgürlüğü
“İnanç Özgürlüğü” kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? O kadar kolay mı bunu uygulamak? “İnanmak ne kolay!” denir! Kolay mı? “Kolaysa başına gelsin!” derim, ben de! “İnanma Bil” yazımda değinmiştim. İnanmak, dil ile ikrar kalp ile tasdik ile tamamlanır! İnsan eğer özgürce inanacak ise ön kabullerin de önüne konmaması gerekir! Uygulamada öyle mi? Hangi din mensubuna reşit olunca sorulur hangi dini kabul edeceği? Bebekken etiketlenir, sonradan dönerse de maazallah bazı kıvrak fetvacıların görüşüne göre de “Dininden dönenin katli vaciptir!” Hopbbala! Bebek, kendi mi seçti de reşit olunca döndü diye katli vacip olsun! İnanç, zaten ön yargıdır! Bilinç ise inancın bireyde yerleşmiş halidir! Bebek çevresinden gördüğüne, duyduğuna inanır! Sonra da kendi bu inancını bilince çevirir! Hangi dinde inancı bilince çevirecek fırsat ya da ruhsat vardır? Yani bebekken büyüklerinin soktuğu dini irdeleyip değiştirmek istediğinde hangi birey çevresinden alkış alır? Ya da anlayış görür mü?
Tüm dinlerde inanç özgürlüğünden söz edilir! Yani özgürce inanacaksın ama o dinin yerleşik kurallarına! Hani özgür idi şahıs. Dünya’da genel olarak kabul görmüş, sözü geçen üç din kendi kurallarını tüm insanlığa kurtuluş reçetesi olarak sunuyor! Bu üç dinin de aynı coğrafyaya ait olması ve soy olarak da aynı soydan gelenlerce açığa çıkarılıp yayılması da manidar!
İnanmak konusunda olayı basite indirgemek kolaycılıktır. Yani “Allah var buna inandım!” demekle birey kendini yerleşik dinsel inançların baskıcı taraftarlarından kurtaramaz! Taraftarlar, bireyin aklını da kendi anlayışlarına göre tanzim etmek ister! Yani İnanç onların istediği şekilde olmalı, öyle buyururlar! Sorun, iman edip etmemek değil! Sorun nasıl ve ne şekilde iman edileceği konusudur! Bireye bu alanda özgürlük asla tanınmaz! Eski zaman “Orta Çağ” söylemleri esas alınır iman konusunda! Bu nedenle yaşanan kavgalar imanlılar arasında olmuş! Haçlılar, Yahudiler ve cihatçı Müslümanlar insanları köle ederken, namusları ayaklar altına alıp kadınları cariye ederken de imandan bahsetmiş! Tarihsel süreçte en kanlı kavgalar inanç destekli olmuş! Bakınız, “Ben inandım, inanmak ne kolay; siz de inanıverin!” diyenlerin çoğunluğu bireyin nasıl inanacağına da karışmak ister! Birileri, Vatikan’da baş seçer; hadi inanan ona uymasın da o ortamda kabul görsün! Yani inansa da seçilen başa itaat istenecek, bundan nasıl kurtulunur asıl onu irdeleyelim. Yani inanan kişi dini otoritelerin baskısından kurtulabilecek mi, “İnandım” demekle! Allah kendine inanmayı mı ister yoksa kendini bilmeyi mi? Yani Allah kendisi bilinmek istemez mi? Yoksa bilinç olmasın ezbere inanılsın o yeterli mi? Bilinç olmasa da din otoritelerini tasdik edip onlara itaat edince Allah bundan razı oluyor mu sanılıyor? Bütün mesele burada!
Kutsal kitapları kendi yorumlarıyla sert ve kavgacı yoranlardan nasıl kurtulacak inanan kişiler! İnanç denen şey bir iksir değil ki! İnanç, bilince yol gösteren bir kılavuzdur. İnsan bilincini inancına göre yorar ve kanaat oluşturur. Bu konuda, inancı taklidi ve tahkiki diye sınıflayan bile olmuş! Yani bilinç var ise iman tahkiki (hakiki) bilinç daha oluşmamışsa taklidi oluyor! Yani inanç sorgulamasını din adamları yapmaya kalkar ise ya da onlarda bu yetki varmış gibi algılanırsa zaten felaket başlamış demektir! Onlara göreceli olarak iman etmek zorunda kalacak, inanmakta özgür olan kalabalıklar! Onların tasdik ve onayından geçemeyenler ise “İnançlı” sayılmayacak! İnanç somut değil ki… Bu durumda ne olur bakın; bireyler toplumsal kabullere göreceli rol yapar! Buna zemin hazırlanmış olur! Münafıklara gün doğar! Münafığa kolay “İnandım” der ve toplumsal kabullere göre rol yapar! Bu Allah’ın kuranda rezil saydığı bir durum. Bu nedenle “Münafık, kafirden kötüdür!” şeklinde bir gerçekle karşılaşılır! Mert olan ise toplumsal kabulleri vicdanında tartacak ve kendi göreceliliğinde bilinç oluşturacak bunu yapınca da din otoriteleri ve öğretilere ters olan bilinç durumları için hesap vermek durumunda kalacak!
Son tahlilde; Allah nurunu tamamlar elbet ama insanlar, nurdan payını alır mı bilmem…
Selametle,
Ahmet Bektaş
güzel bir yazıydı vicdanların muhasebeye çekilme vakti geldi ve geçti bile :(
Son tahlilde; İnsan, bu Dünya’ya “İnsan” gibi haysiyetli yaşamak için geldi; diğer insanları egemenlerin rahatı ve öğretisi uğruna öldürmek için değil! Yaşamak ve yaşatmak için varız! Ölümüne eski kin ve kavgaları devam ettirmek için değil! Bu beylik sözlerle ve egemenlerin öğretileriyle birbirlerine zulmedenler Cehennem’i bir hali görecekler. Bundan kuşkum yok; eminim, son kararım!
HAKLISINIZ ... tebrikler yazınız için ...
Ahmet Bektaş
Yazınız, “ doğru” nun ne olduğu ya da zihnimizdeki kabul gören algısı üzerine açıklamalarınızla başlayıp, hayatımızı uğruna yaşamaya değerli kılan gerçek unsur üzerinde yoğunlaştırmaya varmış.
Mutlak doğruya inanmak, sonsuza değin tek bir şey bilmek gibidir. Bir şeylerin değişmez öğretisi, koşullar nispetince her duruma uymakla değil en doğruyu bulmaya çalışmakla ve doğrunun hangi yönde gelişmek zorunda olduğunu anlama gücünün yetmesi gerçeğidir. Bu da sizin de izah ettiğiniz akıl ve vicdan birlikteliğinden geçer.
Bu ne demek; eğer bir öğreti akla hitap etmiyorsa gerçekliğinin ispatı da mümkün değildir. Bu biraz skolâstik düşünceyi de temsil eder. Yani var olan doğru’nun öğretisidir.
Faydalı yazınız dolayısıyla teşekkür ederim.
~~Selam ve saygılar.
Ahmet Bektaş
Ahmet Bektaş
Bir şeyin tanımlanmasında karşıt olarak kullanılan o şeyin gerçeğidir! Gerçek de yalan da birbirine göreceli.
Gündüz geceyle bilinir gece de gündüz ile… O halde gece hükmünü sürdürdüğünde gündüz yalan, gündüz hüküm sürdürdüğünde gece yalan olur!
Gerçek, yalanın karşıtı olarak karşımıza çıkar. Yani gerçeğin, “Gerçek” olması da yalana göreceli! Yalanın “Yalan “olabilmesi de gerçeğe göreceli! Biri için diğeri yalan… O halde şöyle bir durum var; gerçek de yalan da aynı pozisyonda! Deliler köyünde, akıllıya “Deli” derler!
Gerçekliğin oluşması onun yalanının yani karşıtının var olmasına göreceli! Karşıtı olmayan bilinemez, algılanamaz! Yalanlanamayan, mutlak kabul gören hiçbir şey aslen gerçek de olamaz!
Herkesin gerçek algısı kendine göreceli! Birine “Gerçek” olan diğerine “Yalan” olabildiğinde gerçeklik izafi olarak oluşur. Yani bir şeyin var olabilmesi, “Gerçek” olarak algılanması için o şeyin yalanlanma ihtimalinin açık olmasıyla mümkün! Bu durumda iki karşıt da gerçek olur! Yalan ve gerçek birleşir o şeyi algılanabilir yapar! Ahreti gerçekleştirmek için Dünya’yı yalanlamak gibi… Peki hangisi gerçek?
Cevap; ikisi de aynı konumda! Dünya, gerçek ise ahret de gerçektir! Dünya yalan ise ahret de yalandır! Çünkü Dünya, ahretin mezrası (tarlası)dır. Tarla yalan ise mahsul de yalan olur! Tarla gerçek ise mahsul de gerçek olacaktır!
Tanrı tüm bildiklerimizin gayridir! Yani biz Tanrı’yı nasıl bilir isek O bildiğimizin gayridir! İnsan Tanrı’yı nasıl bilir ise ona öyle karşılık var! Bu nasıl oluyor?
Cevap; insan bildiği kadarını, hayal ettiği kadarına şahit olur! Ne kadar marifet kazanmışsa o kadar Tanrı ile bağ kurar! Bunu Rab ve Rabbulalemin algısıyla anlamak gerek! Kişinin Rab algısı kendi kabiliyetine görecelidir. Rabbulalemin ise insanın göreceli algısıyla tam olarak algılanamaz! Zaman ve mekan boyutunun sınırlarında göreceli algıladığı kadarı kendi Rab algısını oluşturur! Yani bildikleri, algıladıkları Rab algısının kapsamında inandıkları ise Rabbulalemin algısına aittir. Burada inanç devrede! Rab algısının izafiyeti inançla aşılmaya çalışılır!
Ben ve O (Tanrı) hangisi gerçek?
Cevap; ya ikimiz de gerçeğiz, ya da ikimiz de yalanız! Ben gerçek isem algıladıklarım da gerçektir! Ben yalan isem algıladıklarım da yalandır! Oysa Tanrı mutlak gerçek kabul edilir! Tanrı “Ben” ile bilinir! Her şey zıddıyla bilindiği için insan Tanrı’yı “Ben” ile bilir! Bu durumda “Ben” Tanrı mı? “Enel Hak” boşa denmemiş… Durumu kurtarmak için şöyle bir çıkarım yapayım; “Ben” yalan, sanal olsun, O (Tanrı) gerçek olsun! Yani yalan olan “Ben”, gerçeğe ayna olsun! Gerçek de yalanla bilinsin. Ya da şöyle bir yol düşünülebilir; inançla aşılır bu sorun! “Ben yok O var!” denir ve buna güçlü olarak inanılır! Bana sorar gibisiniz! Benim için ha ben ha O, fark etmez! Birimiz var ise diğerimiz onun yansısı o halde O var, ben yansımayım… Yoksa Ben varım da O mu yansıma! Burayı kendiniz çözün. Herkesin “Gerçek” ve “Yalan”ı kendinin olsun! Nasılsa gerçekten yalan, yalandan gerçeğe çıkılabiliyor! Dünya ahrete çıkıyor. Yalan Dünya, gerçek ahreti ya da gerçek Dünya, “Yalan” ahreti gösterir! Yani hangisi gerçek, hangisi yalan sonuçta önemi kalmıyor! Biri diğerine ayna çünkü. Hangisinin gerçek olduğunu insanın kendi vicdanından başka belirleyecek bir şey ben bulamadım! Benim algılamama da bakmayın, sonuçta herkesin kendi algısı önemli…
Son tahlilde; herkesin bir gerçeği ve yalanı vardır! Herkesin gerçeği ve yalanı kendine, algılamasına görecelidir! O halde insanlar arasında bu göreceliliğin dayatılması egemenlerin kendi “Gerçek” algısını dayatmasından başka bir sonuç doğurmaz. Kendi gerçeğini ya da yalanını söyleyen “Enel Hak” diyen Hallac-ı Mansur egemenlerin gerçeğine kurban edilir…
Selametle;
Ahmet Bektaş
Haklısınız. Doğru bildiğimiz yanlışlar yüzünden gömdük 250 000 vatan evladını Gelibolu sırtlarına. Doğru bildiğimiz yanlışlar yüzünden direndik tanrı misafiri ingiliz, fransız, italyan ve yunana. Ne olurdu. Bunlar medeni insanlar. Biz de medeniyet öğrenirdik. Hem alfabemizi de değiştirmezlerdi. Kuran'ın mealini yazdırıp kafaları da karıştırmazlardı. Padişahımız efendimizin sayesinde haysiyetli ve onurlu bir hayat yaşardık kendi halimizce.
Haklısınız. Vatan, millet, bayrak gibi kavramlar hakikaten doğru sandığımız oysa yanlış ve gereksiz olan kavramlar.
Haklısınız. Kutsal değerler için canlarını verenler şimdi cehennemde yanıyordur. Oraya yakıt lazım zaten.
İstihza bir yana, bu tam bir akıl tutulmasıdır. Ve "aklı olmayanın dini olmaz" buyuruyor Efendimiz (SAS).
Ahmet Bektaş
Ahmet Bektaş
Ahmet Bektaş
Ahmet Bektaş
Ahmet Beyim merhaba. Doğru bildiğimiz yanlışları, sanırım hızla rafa kaldırıyoruz.Rafa kaldırmak az bile. Etrafı kirletmemek kuşuluyla çöpe atmalıyız. Geçen bir yerde okudum." Sorgulamayan insan cahil, sorgulatmayansa zalimdir." Bu sözü o kadar beğendim ki, unutmam olası değil artık. Doğruyu bulmak için vicdan, tabii ki en ön plandadır. Eski kin ve savaşları bir tarafa atmak mutlaka lazım. Ama, tedbirli olmayı da elden bırakmamalıyız. Yazınız yaşanılır bir dünya bırakabilmek için uyarıcı bir yazıydı..Tebrikler.Saygılarımla...