- 1602 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEKKE'DE 12 YIL (21)
..... devam
AKABE BİATLERİ VE TOPLUMSAL YAPILANMA
2. Akabe biatinden sonra Müslümanların yaşadığı şehirler olan Mekke ve Medine’deki toplumsal yapı birbirinden farklıydı. İki yapının farklılığı sosyolojinin ele aldığı toplumsal yapılanmalarda otoriterlik, iktidar, güç, erk konularında incelenmektedir.
Toplumsal yapılanmalarda, toplumlara egemen olan bir düşünce, ideoloji veya Kur’an-ın ele aldığı gibi din vardır. Kur’an hangi inanç, hangi ideoloji olursa olsun, söylem biçiminde bütün inançları, ideolojileri, toplumsal yapılara hükmeden, örfleri, iktidarları, siyasi erkleri din olarak tarif eder.
Nitekim din tarifi üzerine bir inceleme yaparsak,
Türkiye’de basılan devletin resmi sözlüğü Türk Dil Kurumunun sözlüğünde,
Din Arapça. dyn
1. din b. Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum,
2. din b. Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen: “
3. mec. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü, kült…
Olarak ifade edilmiştir. Ancak; ’’Türkiye, cumhuriyet’ten sonra İslâm’la yolunu ayırmış, hilafeti ilga etmiş, uluslararası siyasette iddialarını bir kenara bırakarak, Müslüman olmadığını ortaya koyacak tavırlar geliştirmiş, anayasasından dini İslam’dır maddesini çıkardıktan sonra da dinin yerine ideolojiyi koymuştur. Konulan ideolojiyi tanımlamak için de 1945 yılında yayınlan Türk dil kurumunun resmi sözlüğünde Kemalizm Türk’ün dinidir!’’ olarak belirlenmiştir.
Yine; 1944 yılında basılan Türk dil kurumunun sözlüğünde, “din’ maddesi, küreleşme, kültür, medeniyet" olarak tarif edilmiştir.
Kur’an-da geçen din kelimesinin geçtiği ayetlerde, yol, örf, erk (güç), iktidar, yasa, inanç olarak ifade edildiği, meal ve tefsir çalışmaları yapan bilim adamları tarafından, Arapçadan çevrilerek dilimize aktarılmaktadır.
Din kelimesi sözlükler terminolojisinde farklı değerlendirilmektedir. Din maddesi, felsefe sözlüğü, inanç sözlüğü, konuşma sözlüğü, din (teoloji) sözlüklerinde farklı açılardan incelendiği muhakkaktır. Basit bir algıyla sadece bir sözlüğe göre hareket etmek zordur. Müslümanlar açısından önemli olan, ayetlerde din kelimesinin nasıl geçtiğini izlemektir. Ayetlerde din kelimesinin geçtiği baskın tarifler, TAKİP EDİLEN YOL – ÖRF – İKTİDAR – YASA – CEZA -anlamlarıdır. Klasik hukuk usulü, hukuk, hadis, tefsir kitaplarında da bu tanımlar sıralanmaktadır.
Müslüman toplumların son yıllarda üzerinde durduğu terim ve kavram çalışmalarında, DİN tabirinin, toplumsal düzen, insanlar için yaşama düzeni olarak ele alındığını biliyoruz. Bu yönde araştırmaların sayısı bir hayli fazladır. Ülkemizde DÖRT TERİM adı altında Pakistanlı Ebul Ala El Mevdudi’den çevrilen kitabı, diğer üç kelimeyle birlikte, DİN maddesini genişçe açıklamaktadır.
Kısaca dinin, düşünce (felsefe), kabul inanma (inanç), uygulama yani yaşama aktarma yönü vardır. Dünyevileşen, yani laikleşenler genelde din tarifinin manevi (soyut) inanç yönünü ele almışlardır. Dine inanmayı, soyut, ahlaki bir yapılanma olarak değerlendirerek, dinin toplumsal yapılanmayla ilgili, insanlar için yaşama düzeni kurmayı esas alan kurallarını konu dışına itmişlerdir. Bu tür bir sapma sadece günümüzün sapması değildir. Allah’ın gönderdiği resullerin açıkladığı din, her zaman hem bir inanç biçimi, hem de bir yaşama biçimi olarak Allah tarafından emredilmiştir. İnsanlık tarihi boyunca insanlar, sürekli saparak Allah’ın dininin yaşam biçimi boyutunu değiştirerek, kendilerine göre yaşam biçimi oluşturmuşlardır. “Biz Allah’a inanıyoruz, ancak yaşama düzenimizi aklımıza, bilgilimize, yaşam gerçeklerimize göre kurarız” inancı, ayetlerde dünyevileşme, günümüzde ise laiklik olarak tanımlanmıştır.
Bu açılımlar çerçevesinde, 2. Akabe biatinde gerçekleşen yapılanma, Mekke ile Medine arasındaki farklı yapılaşmanın, din yani yaşama düzeni kavgasından kaynaklandığını algılamamız gerekmektedir. Allah’ın resulü, Allah tarafından gönderilen inanç ve yaşama düzeni mücadelesini sürdürmüştür. Mekkeli putperestlerinin resulle mücadelesinin ana özü buydu. Değilse öyle basit algılarla tanımlanan bir inanç, bir ahlak işi değildi. Tepeden tırnağa kadar, inanç, ahlak ve yaşama düzeninin Allah’ın ayetlerine göre yapılanması söz konusuydu. Eğer sadece felsefi bir inanç biçimi olsaydı, insanların yaşamlarına karışılmayacağı için kavganın boyutu bu noktaya varmayacaktı. Nitekim bugün, din inanç boyutunda ele alındığı, insanlar dinin kurallarına uyup uymamada serbest bırakıldığı için, toplumda herhangi bir çatışma görülmemektedir. İnsanlar yaşamlarına karışmayan bir dini, sanatsal, estetik, felsefi olarak ele alarak, bunu kültürel bir zenginlik olarak görmektedirler. Din yaşamlarına karışmadığı müddetçe, kültürel zenginlik olarak hayatlarında var olmasının bir sakıncası görülmemektedir. Ancak Allah’ın gönderdiği dinin, sanatsal, felsefi, kültürel boyutunun yanında, bireysel, toplumsal bir yaşama düzeni olduğu unutulmamalıdır. Allah’ın ayetlerinde geçmiş toplulukları eleştirirken, onların bireysel ve toplumsal yaşama düzeninden (dininden) saparak, Allah’ın dini diye insanların görüşlerini, hükümlerini, yasalarını din diye yaşamlarını hedef almıştır.
Her toplumda, topluma egemen olan bir düzen (din), toplumda mevcut düzene (dine) karşı mücadele veren bir veya birden çok din (düzen) taraftarları vardır. Toplumlara egemen olan düzenin (dinin) taraftarları, OTORİTER TOPLUM olarak tanımlanır. OTORİTER TOPLUM, içinde yaşadığı topluma iktidar olan güçtür. Toplumlarda otoriter olamayan gruplar, cemaatler, sınıflar vardır. Bunlara OTORİTER OLMAYAN TOPLUM diyebiliriz. Otoriter olmayan toplum, otoriter toplumun egemenliğinde, düzeninde yaşamını sürdürür. Toplumda, otoriter toplumun, dini (düzenini) geçerlidir. Konuyu anlamak için günümüzden şu şekilde örnek verebiliriz. Mesela; Türkiye Cumhuriyetinin resmi ideolojisi Kemalizm’dir. Allah’ın ayetlerinin tanımlarına göre, Kemalizm’in oluşturduğu yol, ideoloji, yasalaşma, toplumsal düzen DİN olarak tanımlanır. Nitekim Türkiye Cumhuriyetinin yasayla kurduğu Türk Dil Kurumu da, 1944 yılında bastığı sözlüğünde, Türkiye Cumhuriyetinin dininin, Türklerin dininin KEMALİZM olduğunu belirtmiştir. Bu tanımlama, çok partili döneme geçildikten sonra, Müslümanların düşüncelerini karıştırmak, Müslümanları Kemalizm’le barıştırmak için değiştirilmiştir. Çok partili dönemin iktidar partisi DEMOKRAT PARTİ, tek parti döneminin CHP’sine muhalif olarak, 25.Temmuz.1951 yılında 5816 sayılı kanunu çıkararak, Mustafa Kemal Atatürk’ün yerine İNÖNÜ’YÜ, Kemalizm yerine, İnönücülüğü yerleştirmeye çalışan İNÖNÜ iktidarındaki CHP’ye karşı, Atatürkçülüğü, Kemalizm’i savunmuştur. CHP’nin tek parti dönemindeki zulmünü yaşayan Müslüman gruplar, başlarına geleni anlamamışlardır. Çıkarılan kanunun maddeleri şöyledir.
“1. Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir.
Yukarıdaki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
2. Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasıyla işlenirse hüküm olunacak ceza yarı nispetinde artırılır.
Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
3. Bu Kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re’sen takibat yapılır.
4. Bu Kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
5. Bu Kanunu Adalet Bakanı yürütür.”
Türkiye Cumhuriyeti döneminde, iktidar mücadelesi veren iki grup, görünüşte Kemalizm’den yana olan CHP, İnönü’den itibaren başlayan süreçte, Amerikan’ın planlaması doğrultusunda sol düşünceyi öne çıkarmıştır. Hâlbuki Mustafa Kemal’in sol ile bir ilişkisi yoktur. İktidarı döneminde solu yasaklamış, solun yazarlarını, çizerlerini mahkûm etmiştir. Solun kahraman ilan ettiği Nazım Hikmet 1923 - 1938 yılları arası olan 25 yılda neredeyse her yıl yargılanmış. Cezaevlerinde yatırılmış. 1938 yılında ise vatan hainliğinden 28 yıl 4 ay cezalandırılmıştır. Bu nedenle KEMALİSTLERİN solculuğu, ya Nazım’ı, ya da Mustafa Kemal’i istismar etmelerinden ibarettir. Sağ düşünce ise, muhafazakâr toplumun temsilcisi olarak görülen DEMOKRAT partinin görevi olmuştur. Bütün bu planlamalar, YALTA konferanslarında dünyayı bölüşen RUSYA ve AMERİKA arasında planlanmıştır. RUSYA’NIN nüfuz alanlarında kalan ülkelerde iktidar partisi sol, muhalefet sağ olacaktır. AMERİKA’NIN nüfuz alanlarında kalan ülkelerde iktidar partisi sağ, muhalefet sol olacaktır. Bu planlama da, iktidar partisinin de, muhalefet partisinin de uyacağı düzenin kuralları, nüfuz alanı sahibi ülkeler olan RUSYA veya AMERİKA tarafından belirlenecektir. 2000’li yıllara kadar bu plan tartışmasız sürdürülmüştür. 2000’li yıllardan önce RUSYA’NIN kapitalizme kayması sonucu, daha önce RUSYA’NIN nüfuz alanlarında olan ülkelerde ARAP BAHARLARIYLA değişimler başlamıştır. Değişim, liberal, laik, demokratik, kapitalist yapılanmadır.
Bu kısa özetlemeden sonra konuya dönersek, Türkiye Cumhuriyetinin iktidar düzeni (dini) Kemalizm’dir. Bu düzene karşı mücadele veren, düzeni (dini) değiştirmek isteyen gruplar, cemaatler vardır. Bunlar, Irk kökenine dayalı düşünceler, sol düşünce, mezhebi kökenden hareket edenler, radikal İslamcılardır. Bu grupların bir kısmını, ülkeye egemen olan güçler planlamaktadır. Bir kısmı ise, gerçekten kendi inanç ve düşünceleri doğrultusunda hareket etmektedirler. Bugün etnik köken itibariyle Kürt toplumu, Kemalist düzene karşı başkaldırı içindedir. Mezhebi köken itibariyle ALEVİLER, her ne kadar Mustafa Kemal Atatürk’ü bayraklaştırsalar da, asılda ALEVİLİK düşüncesini iktidar etmek istemektedirler. Bu isteklerini SOL KEMALİZM anlayışıyla birleştirmektedirler. Müslümanların bir kısmı sağ figürle iktidardadırlar. İktidarda olan sağ partiler, DEMOKRAT, ADALET, ANAVATAN, AKP iktidarları, kurgulu muhalif CHP’ye karşı KEMALİZM’İ savunmaktadırlar. Aslında onların savunduğu KEMALİZM değildir. AMERİKA’NIN dünyaya önerdiği, AMERİKA’NIN siyasi, ekonomik çıkarlarını koruyan DEMOKRATİK, LAİK, KAPİTALİST CUMHURİYETTİR. DEMOKRASİ tanımlarıyla anlatılmak istenen, Amerika’nın küresel çıkarlarının egemenliği söz konusudur. Ne yazık ki, ülke çok partili sisteme geçtikten sonra, Mustafa Kemal Atatürk üzerinden yapılan siyasi istismar ve dayatmalar, iktidarların, muhalefetlerin ana karakterleri olmuştur. Asılda hiç birinin KEMALİZM’LE hiçbir ilgisi yoktur. Zira KEMALİST rejim, 03.Mart.1924 yılında iki yasa çıkararak, teşkilatı esasiye (1924 anayasası) kanunu ile, devletin temelini, diyanet teşkilatı yasasıyla, devletin dinini belirlemiştir. Laikliğin kabulü ile de bu iki yasa değiştirilmemiştir. Devletin dini İslam’dır, mezhebi Hanefiliktir. O nedenle bugün Diyanet teşkilatı, İmam Hatip Okulları, İlahiyat fakülteleri, devletin resmi din eğitim organları ve kurumları olarak görev yaparlar. Ülke içinde var olan diğer din ve mezheplerin, devletin resmi organı içinde varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildir. KEMALİZM, batıya yönelmiş Müslüman topluluklara, soyut, ahlaki, felsefi, ilmi bir din öğretmekte, dini dünyevileştirerek (laikleştirerek) insanların yaşamlarına müdahale ettirmeme anlayışı üzerine bir dini yapılanmaya gitmiştir. Yani resmi olarak Allah’ın dini, resmi olarak ehli kitap haline dönüştürülmüştür.
Türkiye Cumhuriyetinde, iktidar olan ideolojiye karşı gerçekten mücadele veren inanç sahipleri, SOL İDEOLOJİ – ETNİK KÖKENİNİ SAVUNAN GRUPLAR – MEZHEBİ KÖKENİNİ SAVUNAN GRUPLAR VE MÜSLÜMANLAR, toplumda varlıklarını otoriterlik düzeyince var kılamamış, otoriter KEMALİST DÜZENİN (dinin) kurallarına göre yaşamaktadırlar.
KEMALİST DÜZENE (DİNE) inananlar otoriter toplumu, diğerleri Otoriter olmayan toplumu oluşturmaktadırlar.
Bir toplumun OTORİTER olup olmadığının kriteri, eğer bir dine (düzene) inanan insanlar, toplumda sözlerini, her alanda geçirir durumda iseler, toplumun OTORİTERLERİDİR. Her alanda söz geçirmek kapsamında, toplumsal yasalaşma, siyaseti belirleme, iktidarı tayin etme, cezalandırma, toplumu yönlendirme, biçimlendirme gibi anlamlar gündeme gelir. Eğer toplumsal yasalaşma, siyaseti belirleme, iktidarı tayin etme, cezalandırma, toplumu yönlendirme, biçimlendirme konularında, bir dine (ideolojiye – düzene) inananlar, etken değilse, etken olamayanlar OTORİTER toplumu oluşturmazlar.
Toplumların liderliği önemli bir konudur. Toplumsal yapılanmalarda liderlik, toplumu, grupları, cemaatleri oluşturan düşünce sahiplerinin OTORİTER olup olmadığına göre değişir.
MEKKE TOPLUMU / LİDERLİK
Mekke toplumu, putperestliğin egemenliğindeydi. Mekke’de OTORİTER TOPLUM putperestlerdi. Putperestler aşiret yönetimi biçiminde organize olarak toplumda egemenliklerini sürdürmekteydiler. DARUN NEDVE, bugünkü gibi MEKKE’DEKİ PUTPERESTLERİN PARLAMENTOSUYDU. Parlamentolarında, Mekke’de yaşayan aşiretlerin temsilcileri vardı. Resulün soyu parlamentonun yönetici sınıfıydı. Tarihi bilgilere göre, Hz. Ebubekir Müslüman olmadan önce, aşiretinin temsilcisi olarak ADALET İŞLERİNE, Hz. Ömer Müslüman olmadan önce aşiretinin temsilcisi olarak HARİCİ İŞLERE, ARAPLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLERE, Hz. Osman Müslüman olmadan önce aşiretinin temsilcisi olarak EKONOMİK işlere nezaret ediyorlardı. Mekke’nin lideri Hişam Bin Melik (Müslümanların sonradan lakabını EBU CEHİL, yani cahillerin başı anlamında kullandığı) resulün akrabalarından amcasıydı.
Mekke’de putperestler OTORİTER olmanın tanımlarını kapsayan, Mekke’yi yönetme, istediklerini yapma, istediği yasaları çıkarma, cezalandırma, toplumu biçimlendirme gücüne sahiptiler.
Müslümanların böyle bir gücü yoktu. Aksine Müslümanlar, Mekke’deki putperest hâkim egemenliği altında yaşıyorlar. Baskı görüyor, boykota uğruyor, hicret etmek zorunda kalıyorlardı. Müslümanların Mekke’deki konumu otoriterlik tanımlarına göre OTORİTER OLMAYAN bir toplumdu. Otoriter olmayan toplum olarak, Mekke’nin yönetimine sahip değiller, toplumda Allah’ın yasalarını hâkim kılamıyorlar, yasalara uymayanları cezalandıramıyorlar, toplumu biçimlendiremiyorlardı.
Bundan önceki bölümlerde incelediğimiz ayetler Müslümanların otoriter olmayan bir toplumda neler yapacağını belirliyordu. Ancak ayetlerin hükümlerine uymayanlara karşı herhangi bir cezalandırma söz konusu değildi. Bundan şunu anlıyoruz, toplumda cezalandırma eylemi ancak, toplumsal egemenliğe, yani otoriterliğe aittir. Gelen ayetlerin akışına baktığımızda, bir toplumda otoriter hale gelemeyen Müslümanlar cezalandırma yapamıyor. Ancak Allah’ın ayetlerine göre yaşamayanların durumu ayetlerde İNANÇ bağlamında tartışılıyordu. Mekke’deki konumda, ne Allah’tan gelen ayetler, ne resul, ne de Müslümanlar, Allah’tan gelen ayetleri uygulama da eksiklik, yanlışlık gördüklerinde dünyada cezalandırma yönünde bir düşünce, uygulama belirtmemiştir. Müslümanları biçimlendirme noktasında gelen ayetler, Müslümanların kimliğini, karakterini oluşturacak, bilgiyi, düşünceyi, hükümleri kapsayan ayetler Mekke toplumunun yapılandırılmasını değil, Müslümanların yapılandırılmasını sağlıyordu. Bütüncül olarak Mekke’nin yapılandırılması OTORİTER olan PUTPERESTLERİN elindeydi. Konuyu Mekke’deki otoriter toplum olan PUTPERESTLER, otoriter olmayan MÜSLÜMANLAR açısından kısa maddelerle özetleyelim.
OTORİTER OLAN PUTPERESTLER;
1. Mekke’nin yönetimine sahiptirler
2. Mekke toplumunu biçimlendirirler
3. Mekke toplumunun uyacağı yasaları belirlerler
4. Yasalara uymayanları cezalandırırlar.
5. Düzene muhalefeti olanlarla kendi anlayışlarında anlaşmaya çalışarak, iktidarlarını sürdürürler.
OTORİTER OLMAYAN MÜSLÜMANLAR;
1. Allah’tan gelen ayetlere göre inançlarını oluştururlar.
2. Allah’tan gelen ayetlere göre yaşayarak, kimliklerini, kişiliklerini oluştururlar.
3. Toplumun, fakirlerine, yoksullarına, yolda kalmışlarına dini ne olursa olsun sahip çıkarlar.
4. Toplumun genelini biçimlendirmezler.
5. Topluma yasa ve cezalandırma önermezler.
6. Toplumun yönetimine ortak olmazlar.
7. Toplumsal anarşiye girişmezler
8. Bilgiyle, bilinçle hareket ederek, İslam’ı tebliğe çalışırlar.
OTORİTER TOPLUMUN, siyasi yönetici (lideri), yönetimi oluşturan yönetici sınıfı, yöneticiye, yönetim sınıfına desteğini veren, toplumda sözü geçen taraftarları vardır.
OTORİTER OLMAYAN TOPLUMUN, siyasi yöneticisi (lideri), onu destekleyen, toplumda sözü geçmeyen taraftarları vardır ama yönetici sınıfı yoktur.
Allah resulü, Allah’ın gönderdiği dinin peygamberi, tebliğcisi, örnekleştirici, yaşayanı olarak, Müslümanların doğal lideriydi. Ancak bu liderliğin, otoriter toplumun siyasi liderliğiyle ilgisi yoktu. Müslümanların Mekke sürecinde, resulün liderliğinin getirdiği özellikle, Müslümanlara uymaları mutlak olan herhangi bir emir vermemiş olarak görünmektedir. Resul, Mekke sürecinde genellikle düşüncelerini, Müslümanlardan yapmalarını istedikleri şeyleri, ya Allah’ın ayetlerini okuyarak istemiş, ya da ayet yoksa tavsiyeleri olarak söylemiştir. Yine Mekke sürecinde resul Müslümanların veya Mekke toplumunun yönetimi için bir yönetici sınıf oluşturmamıştır. Ta ki, 2. Akabe biatinde, Mekke’nin değil, Medine’nin yönetimi için 12 kişilik bir yönetici sınıf oluşturarak, Medine’ye hicret edinceye kadar, Medine’yi yönetici sınıf aracılığıyla yönetmiştir. Bu bağlamda konuya baktığımızda, resulün toplumsal liderliği Nisa suresinin 59. ayetinde söz edilen “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan yöneticilere de itaat edin” hükmüne göre bir liderlik değildir. Zira bu ayetin hükmüyle, Müslümanların kendisine uyulması farz (şart) olan yönetici sınıf kastedilmektedir. “Sizden olanlar” tabiri, Müslüman toplum için Müslüman olup, Allah’ın hükümleriyle toplumu yönetecek olanlar kastedilmektedir. Değilse Müslümanlardan olup, toplumu, laikliğe, demokrasiye, padişahlığa, krallığa, monarşiye göre yönetenler kastedilmemektedir.
Müslümanların tarihinde kendisine uyulması farz kılınan yönetici sınıf ilk defa 2. Akabe biati sırasında seçilmiştir. Böylece Nisa suresinin 59. Ayetindeki yönetici sınıfa Müslümanlar 2. Akabe’de Medine için kavuşmuşlardır. Zaten bundan sonra da, Medine dışındaki Müslümanların Medine’ye hicret etmeleri istenmiş, bu duyuru Müslümanların yaşadığı yerlere ulaştırılmıştır. Habeşistan’a giden Müslümanlar, Mekke’deki Müslümanlar en kısa zamanda Medine’ye hareket etmişlerdir. Peygamber de, 2. Akabe biatinden hemen sonra aynı yıl içinde Medine’ye hicret etmiştir. Çünkü Medineli Müslümanlar geri dönüşlerinde durumu Medine’deki Müslümanlara iletilmiş. Medine toplumu içinde yaşayanlardan İslam’a karşı olup da Akabe olayını duyanlar hemen durumu Mekke’ye iletmişlerdir. Muhammed’in Medine’nin kralı olacağını, İbni Selül’ün krallığının rafa kaldırıldığını duyan Mekkeliler, “oh Muhammet’ten kurtulduk” dememişler, aksine ileride başımıza bela olacak diye öldürmeyi planlamışlardır.
Resulü öldürme planı çok kurnazcaydı. Her aşiretten bir kişi peygamberi öldürmek için görevlendirilmiş, görevlendirilenler topluca peygamberin yaşadığı eve baskın yapıp, her görevli peygamberi kılıç darbeleriyle öldüreceklerdi. Görevlendirilenlerin içinde resulün soyundan olan bile vardı. Putperestler bu planla, peygamberi koruyan aşireti karşısına bütün Mekke aşiretleri çıkarmış olacaklardı. Peygamberin aşireti ne kadar yönetici sınıf olsa da, zaten aşiretin lideri Hişam bin Melik (Ebu Cehil) resule karşıydı, ne kadar güçlü bir aşiret olsa da, Mekke’deki bütün aşiretlerini karşısına alamazdı. Onların bu hesabı, resulün gizlice Mekke’den çıkıp Medine’ye hicretiyle bozuldu.
Mekke’de Müslümanlar Allah’ın kendilerine gönderdiği ayetlere uyuyorlar. Aynı konularda putperestlerin yasalarına uymuyorlardı. Önceki bölümlerde Allah’ın Mekke’de gönderdiği hükümleri inceledik. Aslında Allah’ın Mekke’de gönderdiği hükümlerin putperestlere aykırı bir tarafı da yoktu. Zaten Resul ve arkadaşlarının İslam gönderilmeden önce kurdukları Hılful Fudul teşkilatının uygulanmasını istediği kuralların hemen hepsi, Allah’ın gönderdiği ayetlerin içindeydi. Bu nedenle, Mekke toplumuyla, Müslümanların oluşturduğu toplumun uyduğu yasalarda çok fazla fark yoktu. Uygulama konusunda tartışılan kurallara baktığımızda,
1. Çocukların öldürülmemesi ki, zaten Mekke’deki toplumun çoğu çocuklarını öldürmüyordu. Çocuklarını öldürme farklı anlamda anlaşıldığı gibi, bazıları kız çocuklarını öldürüyorlardı. Bunlarda toplumun geneli değil, toplumun çok azıydı. ı.
2. Putların reddi, Mekkelilerin en çok karşı olduğu husustu. Asıl çatışma buradan çıkıyor. Mekkeliler Kâbe’yi putlardan temizlediklerinde, çıkarlarına zarar geleceğini, zira dinlerinin “aynı zamanda ticaretleri” olduğuna inanıyorlardı. Ebu Süfyan’ın meşhur sözü. “Bizim dinimiz ticaretimizdir” Mekke toplumunun temel yargısını oluşturuyordu.
3. Yaşama düzeni olarak Allah Mekkelilerden atalar yolunu (dinini – düzenini) terk etmelerini istiyor. Allah’tan gönderilen kurallara göre tayin edilmiş yola (dine – düzene) göre yaşamaları isteniyordu. Mekke’nin önderleri bu konuda resulü barış tekliflerinde bulundular. Hangi dinin (düzenin) daha iyi olduğunu anlamak için, bir yıl Allah’ın diniyle (düzeniyle) bir yıl putperestlik diniyle (düzeniyle) Mekke’yi yönetelim dediler. Hatta bu yönetimde Mekke’nin önderi Hz. Muhammed olabilirdi. Bu konuda hiçbir endişeleri yoktu. Ancak resul bütün bu teklifleri geri çevirdi. Allah Kafirun suresini göndererek, “sizin dininiz (yolunuz - düzeniniz) size, benim dinim (yolum - düzenim) bana” dedi.
Bu üç konu Mekke’nin kaderini belirledi. Toplum bölündü, PUTPERESTLER OTORİTER TOPLUMU, MÜSLÜMANLAR OTORİTER OLMAYAN TOPLUMU oluşturdular.
Günümüzde Müslümanları en çok ilgilendiren konuların başında, Allah’ın yasalarıyla yönetilmeyen toplumlarda nasıl davranacaklarıdır. İçinde yaşadığımız toplumda Müslümanların bu konuda kafaları çok karışıktır. Toplumun geneli, toplumun Müslüman olduğuna bakarak, Allah’ın yasalarıyla yönetilmeyen devlete bağlılığı tartışmamaktadır. Devletin yapılanmasının Allah’ın yasalarıyla olmadığı görüşünde olup, İslam’ın yasalarıyla yaşayacaklarını söyleyenlerin konumu ise, ilginç yaklaşımlara sahiptir. Mekke’de putperestliğin yasaları, örfler olarak topluma hâkimdi. Ancak bu gün topluma KEMALİZM yasalarıyla hâkimdir. Ayrıca; Allah’ın yasalarından ayrı olarak, etnik, mezhebi, tarihi örfler topluma hâkimdir. Etnik kökenlerden gelen kültürler, düşünceler, örfler, çoğu zaman devletin yasalarından daha baskın olarak toplumda egemenliğini sürdürmektedirler. Müslümanların tarihinden gelen mezhebi ekollerin hükümleri, Allah’ın yasalarının önündedir. Din açısından mezhepler gibi resmi statü kazanmayan, tarikatların, cemaatlerin koydukları yasalar, dinin, devletin yasalarının önüne geçmekte, toplumda egemenliğini sürdürmektedir. Ama toplumda resmi olarak geçerli olan, toplumsal cezalandırmaya sahip olan Kemalizm’in yasalarıdır. Bütün bu yapılanma içinde Allah’ın yasalarını yaşamlarına hâkim kılmak isteyen Müslümanların durumu iç açıcı değildir. Müslümanlar bugün, sağ adıyla devlet içinde resulün örneklemediği devletin iktidarına sahip olma anlayışıyla, İslam’ı hayatlarına hâkim kılmadaki en büyük çelişkilerini yaşamaktadırlar. Marjinal bir grupta hiçbir şeye karışmadan İslam’ı hayatına hâkim olmak için çıktığı yolda, içinde yaşadığı düzenin, toplumsal örflerin, tarihten gelen muhafazakâr geleneklerin etkisinden kurtulamamaktadır.
Ne yazık ki, bugün Müslümanlar, ortaçağ karanlığındaki Hıristiyanların konumundadır. Hıristiyanlar gibi, Müslümanlar da ayetleri anlayıp yaşama yerine, etrafında dolaşarak anlama gevezeliği yapmaktadırlar. Çoğu okuryazar olmayan, resul devrindeki Arapların anladığı dini, bugünün okuryazar olan, hatta bir çoğu yüksek tahsiller görmesine rağmen anlama güçlüğü çekmektedirler. İşin özünde yatan aslında, hemen hiç kimse gerçekte Allah’ın kurallarıyla kendilerine bir hayat kurma arzusunda değiller. Değilse hükümler bellidir. Allah’ın hangi konuda, neyi yasalaştırdığını dost düşman, inanan inanmayan herkes bilmektedir. İslam düşmanları Allah’ın yasaları bu çağda geçmez, artık geride kaldı derken, Müslüman olanlar da, anlama çalışmaları aşamasındayız, anlayınca uygulayacağız söylemiyle hayatlarını sürdürmektedirler. Netice; Allah’ın yasaları bugün Müslümanların kimliğini, kişiliğini oluşturmamakta, hayatlarına hâkim olmamaktadır.
Bugün Müslümanlar kendilerinden önce başkalarını değiştirme arzusuyla yanıp tutuşmamaktadırlar. Hâlbuki Allah’ın inanan insanlara emrettiği, önerdiği asıl gerçek, başkalarını biçimlendirme, yönlendirme, hesaba çekme yerine, düşüncelerini, hayatlarını ayetlere göre düzenlemeleridir.
Bugün Müslümanlar İslam’ın yasalarıyla oluşmayan düzenlerin sorunlarını İslam esaslarıyla çözme eğilimlerini sürdürerek, Allah’ın ayetlerini, İslam dışı düzenlere yama yapmaktadırlar. Böylece hem kendilerini, hem Allah’ın dinini, İslam dışı düzenlere yardımcı, yama, destekçi olarak göstermektedirler. Hâlbuki Allah dinini (düzenini), İslam dışı düzenleri aklamak için göndermemiştir. Allah dinini (düzenini) insanlar inanarak, yanlışlarından dönsün, bir daha insanların zaaflarından kaynaklanan düzenlere göre yaşayarak yoldan sapmasın diye göndermiştir.
Bugün Müslümanlar Mekke’deki toplumsallaşmayı, liderliği anlamamış, tarihten gelen mezhebi, fıkhı anlayışlarla toplumsallaşmaya, fıkhı kaideler çerçevesindeki liderliğe inanarak, Mekke’nin özünden sapmışlardır. Böyle olunca bir türlü Medine’yi oluşturacak Mekke toplumu oluşmamaktadır. Hâlbuki Mekke’yi anlamak, Mekke’nin özündeki Müslüman olmak, Medine’ye göz kırpmak demektir.
Mekke’deki Müslümanlar, ne Müslümanlara ne de topluma karşı kinle, nefretle, cezalandırmayla yönlenmemesine rağmen, bugün Müslümanların düşüncelerinden, davranışlarından, kin, nefret, yargılama ve cezalandırma akmaktadır. Elbette böyle bir yapılanmanın Mekke’de gönderilen ayetlerle bir ilgisi yoktur.
MEDİNE TOPLUMU / LİDERLİK
2. Akabe biati ile Müslümanlar OTORİTER TOPLUM yapısına geçtiler. Medine’deki Müslümanların konumundan, daha doğrusu Medine’deki Araplar olan Evs ve Hazreç kabilesinden söz etmiştik. Medine’de Arapların nüfusu Yahudilerden az olsa da Medine’nin yönetimi Arapların elindeydi.
Tarihi bilgilere göre; Resul Medine’ye hicret ettiğinde, Medine’nin sosyal, dinî ve demografik yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Bu amaçla, o günkü geleneklerde olmayan bir şekilde nüfus sayımı yaptırdı. Medine sakinlerinin tek tek (erkek, kadın, çocuk, yaşlı) bir deftere yazılmasını istedi. Konuyu Huzeyfe şöyle anlatıyor;
“Allah’ın Elçisi bize:
- ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”
Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı, bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşılmıştı. Peygamber, ikinci bir adım attı, Medine’nin doğal şehir sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in topraklarını belirledi. Bu sınırlar içinde kalan bölgeye “Yesrib” diyerek, daha sonra yaptığı Medine anlaşmasında şehrin sınırlarını ve ismini belirtti. Bu bölge Medine’de anlaşmaya varan bütün topluluklar için korunmuş yer ilan edildi.
Sayımda da görüleceği gibi, Medine hudutları olan, şehrin merkezi, vahaları, bugünkü deyimle mezralarında yaşayanlar on bin kişiydiler. Nüfusun çoğunluğu şehrin merkezinde yaşıyordu. Şehrin yönetimi şehrin merkezinden yapıldığı için, Medine’ye bağlı Arap kabileleri yönetime karışmıyorlar ama şehrin yönetimini tanıyorlardı. Şehrin merkezinde Yahudilerin nüfusu Müslümanlardan fazlaydı. Buna rağmen, Yahudiler Müslümanların Medine’yi yönetmesine karşı çıkmıyorlar. Yönetimi Araplara bırakıyorlar. Barış ve huzur içinde yaşamayı tercih ediyorlardı.
2. Akabe biati ile oluşan yapılanma da, aralarındaki savaşı bırakan Evs Ve Hazreç kabileleri kardeşliklerini, barışlarını İslam’a girerek ilan ettiler. Artık Medine’de Müslümanlara rağmen hiç kimse bir şey diyemiyordu. Önceki yıllar Medine’nin kralı olarak belirlenen ama henüz ilan edilmeyen İbn-i Selül bile ses çıkaramıyordu. İçten içe kıskançlığıyla, hırsıyla, ikiyüzlü davranışlar içinde bulunsa da, onun için artık krallık bitmişti. İbn-i Selül bunu çok iyi biliyordu. Müslümanların lehine olan bu gelişmelere Medine’deki Yahudiler suskundu. Medine’nin kaderini tamamen Müslümanlar çiziyorlardı. Müslümanlara rağmen, hiçbir kabile söz söyleyemiyordu. Medine’nin geleceğine dair kararları Müslümanlar alıyorlardı. Nitekim Arabistan’da bir devrim niteliğinde olacak olan, Resulü ve Müslümanları Medine’ye davet kararı, o güne kadar Medine’nin aldığı en büyük karardı. Çünkü Medine, hiçbir zaman bütün Arapları karşısına alacak hiçbir kararı o güne kadar almamıştı. Medineli Müslümanlar, resulle açıkça savaşan, Arapların Kalbi Mekkelilere karşı, resulü ve Müslümanları davet etmekle savaş açmış gibiydiler. Elbette Mekkeliler ile barış içinde olan diğer bütün Arap şehirleri de, Medine’yi karşılarına alacaklardı. Bu aşamada belki de Yahudiler, Medine’nin yönetiminin Müslümanların eline geçmesine seviniyorlardı. Zira yıllardır Putperestlerin yönetiminde yaşamışlardı. Arabistan’a misafir geldikleri için ses çıkarmamışlardı. Hatta bazı Yahudi kabileleri tamamıyla kendilerinin yaşadığı şehirler kursa da, hiçbir zaman ciddi bir şekilde Arapları karşısına alacak hayallere kapılmamış, davranışlarda bulunmamışlardı. Fakat şimdi durum farklıydı. Medineli Müslümanlar bütün Arapları karşısına alırken, Medine’nin Müslümanların eline geçirmesine ses çıkarmayan Yahudiler de, Arapların hışmına uğrayabilirdi. Yahudiler bunun farkındaydılar. Buna rağmen yine de ses çıkarmıyorlardı. Bütün bu gelişmeler şu özetleri yaptırıyordu. Medineli Müslümanlar, nüfusları az olsa da,
1. Medine’nin siyasetini belirlemeye
2. Medine’nin geleceğine dair kararlar almaya
3. Medine’nin yasalarını belirlemeye
4. Medine adına, savaş kararı almaya, barış imzalamaya
5. Medine’nin yasalarına aykırı davranışlarla suç işleyenleri cezalandırmaya
Yetkiliydiler, etkiliydiler. İşte bu durum Medine’deki Müslümanların OTORİTERLİĞİNİN veya Medine’ye İKTİDARLARININ göstergeleriydi. Hâlbuki Mekke’de Müslümanlar 12 yıl içinde bu konuma gelmemişlerdi. Medine’de ise, iki yıl içinde geldiler. Allah’ın takdiri ile olaylar bu şekilde gelişerek, Müslümanlar Medine’de toplanmaya başladılar. Medinelilerin bütün beklentisi, gözledikleri tek şey resulün Medine’ye hicretiydi.
2. Akabe biatinde resul 12 kişi belirleyerek Medine’yi yönetecekleri tespit etmişti. Liderleri Hz. Resuldü. Resul kendisi Medine’ye hicret edinceye kadar onlar Medine’yi resulden gelecek talimatlara göre yöneteceklerdi. Biatleşme bu konuda olmuştu. İkinci Akabe biati, Medine’deki liderliğin, Mekke’deki liderlikten farklı olduğunu gösteriyordu. Mekke’deki liderlik resullüğün sınırları içindeyken, Medine’deki liderlik, resullüğe bir artı olarak, Medine’nin krallığıydı. Medine’deki krallık, yönetmek için görevliler atayacak, Medine’nin yasalarını belirleyecek, yasalara uymayanları cezalandıracak, Medine’nin çıkarları doğrultusunda savaş açacak, barış yapacaktı. İşte bu devletti. Bu devletin içinde, farklı dinden, farklı etnik kökenden insanlar yaşıyordu. Onların yönetimde hakları yoktu. Onlar Medine’nin yönetiminde karar alamıyorlardı.
İki farklı toplumsallaşmanın ana kriterini çok basit bir dille şöyle anlatabiliriz. Eğer bir toplumun otoritesi, yani iktidarı belli değilse, mesela, yönetim boşluğu varsa, nitekim tarihte toplumlarda bu tür şeyler olmuştur. Böyle durumlarda, toplumda bütün farklı grup, cemaatler üzerinde egemen olabilenler, toplumun otoritesini belirlerler. Aslında toplumdaki iktidar savaşı, liderler arasında değildir. Toplumdaki iktidar savaşı, toplumda otoriterlik iddiasında olan, gruplar, cemaatler arasındadır.
Günümüzde Müslümanlar hemen hiçbir yerde, otoriter cemaat veya otoriter toplum olma yolunda başarılı değillerdir. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrimle, Caferi mezhebi taraftarları, Amerikan yönetimindeki Şaha karşı otoriterliğini gerçekleştirdiler. Bugün Suudi Arabistan ve bazı Arap devletlerinde İslam uygulanıyor iddiası olsa da, aslında onların uygulamalarının Allah’ın diniyle bir ilgisi yoktur. Onlar gelenekselleşmiş Arap İslamcılığını uygulamaktadırlar. Arap İslamcılığı ise, Allah’ın ayetlerine dayanmaktan uzak, Arap örfüne göre şekillenen bir dindir. Bugün Arap baharlarıyla, bazı Müslümanların yaşadığı topraklarda, Sovyet yanlısı Arap toplumlarıyla, Amerikan yanlısı Arap toplumları otoriterlik kavgasına girmişlerdir. Ülkemizde de, AKP döneminde, CHP’nin otoriterliğiyle yönettiği SOL KEMALİST OTORİTER yapılanmasına karşılık, MUHAFAZAR (İSLAMCI ANLAMINDA), LİBERAL, KAPİTALİST AMERİKANCI KEMALİST OTORİTERLİK kavgası vardır. Günümüzdeki siyasi kavgalarının ana temeli budur. BALYOZ, ERGENEKON yargılamalarının temelinde de bu yatmaktadır.
Bu kavşakta, sadece İslam’a göre hareket edeceklerini söyleyen Müslümanların toplumda herhangi bir OTORİTERLİK yapılanması mümkün görünmemektedir. Kaldı ki, otoriter yapılanmaya gidecek, toplumsal yapılanma dahi yoktur. Ülkemizde Müslümanların konumu, ya kendi aralarında tartışan, ya da devlet yapılanmasında iktidar şansı arayan konumundadır. Bugün Allah’ın ayetlerine göre yaşayacaklarını söyleyen Müslümanların, Mekke’de Müslümanlar gibi net, ne söylediğini, neye inandığını, neyi hedeflendiğini bilen tavırları yoktur.
Belki de Müslümanların asıl hidayetleri bu noktadan olacaktır. Tartışan değil, ayetlere teslim olan, uzlaşan değil, Allah’ın ayetleri doğrultusunda hareket eden Müslümanlar, Mekke’nin özlerini kavramış olacaktır. İşte o zaman, Allah’ın iktidar nasip edeceği topluluklar sınıfına girmiş olabiliriz. Değilse “neye layıksak ona göre yönetiliriz”
devam edecek........
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.