- 572 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Şimdi günahlar kervanında, sahipsiz yürüyen, bir aşk ezilen...(DENEME) Ve sen, aşkı hayâllerine kurban eden,
Gidişinden önceki bir yıl...Belki de acılar zincirinin ilk halkası... Gitmeye karar verip de, iteleyerek götürdüğün zavallı aşkın son can çekişmeleri oynuyordu sanki bir sinemada, film fragmanında... Kesik, kesik geçişler, kararsız tavırlar görüntüsü, acemi bir şairin başı sonu olmayan şiirlerindeki, tasvirlerdi hareketlerin...
Zorlamasına yaratılan ve ayarlanan zaman dilimlerinde, aşk denilen yürek kıpırtılarının son çırpınışı gibiydi, son demleri beraberliğin... Sessiz, sesler gibiydi, usulcacık, titrek ve açık vermemek için dura, duraydı söylenen sesler... Boş bir sayfaya yazılmaya çalışılan, bir zaman dilimiydi, yaşanan son günler...
Hıçkırık seslerinden de, öte, can alıcı gibi, iniltilere benziyordu ’ben seni çok seviyorum’ gibi aşkın tarifleri...
Dağ başında unutulmuş bir kış çiçeğinin, son yaşam savaşları gibiydi hayata tutunma arzusu aşkın... Bana göre sadece ben, sana göre de yalnız sen uğraşıyor gibiydi canlı tutmaya çalıştığımız, sevgi. Ki, buna, aşk diyorduk... Binlerce bahanelere sığınıyordu, suskun akşamlardaki sevgi itelemelerimiz.
Neresinden tutacağımızı bilemediğimiz, bir acı kırbacıydı aşk...
Yaprakları dökülmüş ağacın, kuru dallarının hangisine konacağını bilemediği, bir yaban kuşu gibi, şaşkın çırpınışlarla kanat çırpıyordu aşk...
Günahı sadece adı aşk olmaktan öte gidemeyen, bir günah keçisi gibi, inatla tutun beni, bırakmayın, siz de, ben de, parçalanacağız der gibisine, avaz, avaz inlerken, yorgun bakışları ikimizin üzerinde olmasına rağmen, göremiyorduk...
Yorgunduk, yorulmuştuk... Her anı, gözle göremediğimiz her düşüncenin altında ezilircesine, tutunamıyorduk birbirimize.
Uzatmıyordun ellerini, kararlı bakışlarına sığınıyordu, sinsi gidiş düşüncelerin...
Suskunluğun silah olduğunu, ezberlemiş gibi, bir, düştü belki sığındığın...
Yanılgıların, benim bunu, hissetmemiş olduğum, zannındaydın...
Oysa gitme telaşlarını hiç unutmamış bir yürek vardı karşında, tek silahı beklemek olan. Ahtıvefası vardı aşka, geçmişe saygısı bağlıyordu, sevgiye merhameti vardı, binlerce kez ’seni seviyorumlar’ demişti, kör bir ihanetti unutmak ve utanç verirdi bu gün...
Görmek istemiyordun gitme düşüncende seni özgür bıraktığımı. Defalarca ’aşk özgürdür’ yalazı burnunda bir tay gibi dedikçe, bakışlarındaki donukluğa sığınıyordun...
Sebepleri vardı gidişinin, bunu sen de, ben de, biliyorduk, ama senin beklentilerin vardı.
Bunlar sa benim için sadece bahanelerdi...
Bilmez miydin bahaneler hasreti kucaklar. Bilmez miydin ’er’, uyanıkken vurulamaz, bilmez miydin savaşta her şey mubahtır, ancak, kuralına göre...
Beklemek, ve en uygun zamanda vurmak, sinsice vurmak. Bu da, senin kuralın, kanatmak...
Ve, vurdun...
O, incecik dokunmuş bir halı gibi, gelinlik kızların dokuduğu ipek halı gibi, yılların eskitemediği gözlerine, gözlük takan büyükannelerin tığ ile işlediği çeyizlikler gibi, bir planla, çizdin terk edilecek aşkın rotasını... İncecik bir ip gibi, parmak aralarında tutarak, kanatmamaya gayret ederek.
Dalgalı bir denizin köpüklerinde yalpalayan, umutları, hırçın kayalara çarpışında ki, çaresizlikleri yaratarak... Sol böğründen yaraladığın, yavru ceylanın acı ile titreyen sesini, çavlanda duymazlığa gelerek, vurdun, vurdun geçtin.
Vurdukça zafer çığlığı atan, güçlüler gibi... Sadece sersemleyen aşkın ne yapacağını bilmeyen titreyişlerinden haz duyarcasına, sığındığın sebeplerle, güç bularak, vurdukça vurdun... Vurdun... Vurdun.
Ne günahı vardı sevmenin, nerede yazılmıştı mazlumlara vurulduğu, en güvendiği, iyilerin yüreğinde değil miydi mazlumların gücü?
Kimler yazmamıştı bunu, ’ah’larla neyin hesaplaşmasıydı sevgi, neden hep söylendi, neden hep sevgi uğruna dökülen gözyaşları, kimlerin sebep olduğu, kolyelerdi? Kim kazandı?
Evet kim kazandı, elindeki son lokmayı sevdiğine yediren aşk mı, kaybetti, yıkıntıların üstüne kurulamayacak sevgi mi? Ezilmiş, bir balon gibi, neresini tutacağını bilmeyen zavallı yürek mi kaybeden? Sevmekte başka içine hiç bir şeyi koyamayan yürek mi şimdi durgun atışlarda?
Sen bunun hangi sebebisin ki, bende sebep arıyorsun, söyler misin mertçe?
Hadi bir ses ver, ver ki bilsin bu aşk...
Desene, ölüler sessiz olur... Hesaplaşılamaz.
Biliyor musun, bed duayı bırak, dua bile edemiyorum,
hesabı olmayan, hesap bilmeyen bir aşk bu,
çektiği acı yanında kalan...
Şimdi günahlar kervanında, sahipsiz yürüyen, bir aşk ezilen...
Sebebi ne olursa olsun, gidişinin haklılıkları bile olsa,
yok edilemeyecek hakları vardı aşkın...
Utanç, utancı yaşayanların, belki de anlayamadıkları bir duygu..
Ama aşk, durudur, aşk saftır, yalan hamuruyla birlik olamaz, ekmek olamaz, yiyenin de karnı doyamaz, bu bilinmez mi?
Sevgi, kim demiş ki yalan ve riya havuzunda boğulmadan kalmış?
Bu bir, arena, güçlü olanlar istisnasız ayakta kalır. Ama riya çukuru, hep derindir.
Sonunda acı çekecektir aşk...
Bu bensem, acı çamurunda boğulacağım kesin...
Ama, bu sensen, artık ne denir ki? Herkes kendi teknesinde hesaplaşacaktır...
Elbet birimiz bu hesabı verecek aşk’a karşı, hayatla, aşk’a, ki inanmışsa!
Değerdi be aşk, senin yaşadıklarına... Acılar, hıçkırıklar senin, hep senin olmadı mı?
Yarınlardan ne bekleyeceksin ki? On yıl, yüz yıl olmuş gideli sen hâlâ acıların zincirinde oyalanıyorsun, bir kez olsun yeter de, yeter de ki, böğründe akan kanlarla son nefesin olsun...
Ve sen, aşkı hayâllerine kurban eden,
yalnızca bir şeyi bilemedin,
kazandığını zannettiğinde, kaybettiğini göremez oluşunu...
Aşkın mazlum oluşunu, bilemezdin belki de.
Kimliksiz bir aşk’tı bu,
köşe başında, kalanın elinde bekleyen...
Sahipsiz bir yetim çocuktu, O,
gidenin de, kalanın da suçladığı,
çaresiz bir bekleyişin, kurbanıydı,
aşk’tı adı, sadece,
isimsiz, tarifsiz, kimliksiz, yarınsız...
Şimdi, yüreğimden ve sevgimden af diliyorum,
bu güne kadar iterek,
sen gibi bir aşk’ı, onlara hala yaşattığım için, beni affet, mazlumum ben,
Mustafa Yılmaz
3-Aralık-1994 (İzmir-Çandarlı)
Mustafa Yılmazizmir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.