- 673 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ağlamak istiyorum, yardımcı olabilir misiniz bayım?
Uzun zamandır ağlamak istiyorum diyordu, ama bir türlü beklenen yaşlar gözlerinden usul usul dökülemiyordu. ‘Senin suçun’ diyordum içimden. ‘Bir kedi kadar masum’ değilim dediği an, daha masum oluyordu. ‘Senin suçun, kendine suç araman’ diye bir söz çıkmıştı bir keresinde ağzımdan. Duymuş muydu, beyninin nöronlarında sözcüklerim mana kazanmak için sinapsların yardımını mı bekliyordu?
Soru işaretlerinin her birini kendi ergenliğine gömmekle uğraşıyordu. Sigaram ağır geliyordu ona, ‘daha hafif bir şeyler olsa içebilirdim belki’ derken, yüzündeki sivilce tohumlarını saymaya başlamıştım. ‘Dur’ demedi, ama durmam gerektiğini biliyordum. Hiç yeri ve zamanı değilken tuvalete gitmem gerekiyordu. Birkaç dakika belki yüzünü görmeseydim, onun sevincini saymayı bırakabilirdim. Gözleri Mississipi nehri kadar durgun bir kış yorgunuydu. İtaska gölü gibiydi avuçları ve derin havzalar çıkartabilmişti saçlarından. Tuvalete gitmeden bakındım etrafıma. ‘Saçlarından bir parça alabilir miyim’ ya da ‘küçük bir fotoğrafını çekebilir miyim’ gibi parmak uçlarım gözlerimin sinirlerine dokunuyordu. Ansiklopedik bilgileri hazım edecek bir dimağ tecessüs edebilir miydi sarılığından?
‘Tuvalete neden gidiyorsun’ diye sormasını beklerken, aslında bu sorunun neden beynimi işgal ettiğini düşünmekten kendimi alamadım. Bir fabrika kadar intizamlı adımlarımın en son haddesinde boyama ve de buharla yıkama ünitesi durmaktaydı. Garson servis yaptığı öğrencilere söyleniyordu: ‘Ben mimar ya da mühendis olsam Taksim’e ellemelerine izin vermezdim devletin.’ Deprem oluyordu ve beyaz donlarıyla insanlar apartman merdivenlerini üçer beşer adımlarla alıp, toprağa ayak basıyorlardı. İhtilal sonrası gaz ve ekmek kuyruğundan daha uzundu düşüncelerimin sürüngen hali. Arkada bırakıp giderken, masadaki paketin içini açacağını ve de sigaranın ucundan koklayacağını biliyordum. Arkam sesleniyordu:’ Rahmetli halamda sigara belasından tez zamanda göç eyledi bu dünyadan ahrete.’ Ezan sesi duyuyor gibi olmuştum oysa vakte daha çok vardı. Onun önü de bir ses bırakmak zorundaydı: ‘Ne yapıyorum ben?’
Tuvalet yol ayrımına geldiğimde merak ettim. Merak ettiğim bir şeyi küçüklükten beri yapmadan duramazdım ve başıma şimdiye kadar ‘yaşamak nedir’ konulu bir yazım belası olan konudan başka hiçbir dert açmamıştı. Uzun saçlarının en ucundan bir tutamı avuçlarında okşuyor ve gittikçe güneş ışığıyla grileşen çenesini etrafında tutamları gezindiriyordu. Az sonra saçlarına en uzak ucunu ağzına sokabileceği ihtimaliyle uzaklaştım o aradan ve tuvalete girdim. Tuvaletin içinde kendimi daha güvende hissetmeye başlamıştım. Onu şimdi anlamıyordum, yüzüne bakıp kendim için manalar çıkartmıyordum ve her bir nesne tevazu altında ezilen kelebek kadar naif oluyordu. Bardağının içinde kalan çayın son soğuk yudumlarını içişini hayal edebiliyordum. İç dudakları gittikçe morarıyordu. Ona sorabilirdim mesela yanına gittiğimde, ‘sen hiç moraran bir dudak gördün mü?’ Evet diyebilirdi veya hayır, bunun benim için hiçbir manası olmayacaktı.
Başım ağrıyordu ve ona söyleyemezdim başım ağrıyor diye. Kendi başı ağrısa, o bana başının ağrıdığını söyleyebilir ve daha sessiz, sakin bir yere gitmeyi isteyebilirdik. Bunu istemiyordum, başım ağrıyordu. Baş dediğim şeyin daha ayrıntılı bir açılımı olmalıydı. Beyinciğim ya da üst tepe sinirlerimde ağrıyabilirdi. Ona gizliden gizleye Mississippi dediğim için başım ağrımış olabilir miydi? Ya da ona daha hafif bir sigara almalıydım mesela. Çay bardağını tekrar ait olduğu tabağın içine yerleştirirken, ‘keşke ben de fincanda çay içebilseydim’ der miydi diye de başım ağrımış olabilir miydi? Tuvaletin en temiz yeri, tuvalete giriş kapısının fayans duvarıyla aralık bırakıldığı altmış derecelik floresan ışığının huzmelerime ait olan bir kısımdan başka bir yer değildi. Başımı o fayansların tez dolguları arasına sıkıştırıp rahatlayabilirdim. O zaman alnımda garip garip izler çıkabilir ve tekrar onun yanına geri döndüğümde, açıklaması zor bir görüntünün altında damağımı dişleyebilirdim. Buna ihtiyacım mı vardı? ‘Çantamda ağrı kesici var’ derken nasıl da mağrurdu.
En azından ağrımın kökenine inebilirim diye düşünüyordum ama daha önemlisi onun ağlaması olacaktı. Ağlayabilir miydi gerçekten de? Suni acılar ve de trajediler oluşturup, göz pınarlarının açılmasını sağlayabilirdim. Ancak bu, birkaç rikkatli saniye sonrası susmaktan ve daha kötü çaresizlik içinde çırpınmaktan başka bir şey elimden gelmeyebilirdi de! Hayatımda izlediğim ilk ve son tiyatro oyunu kadar canlı gelen gözlerinin anlamsız bakışlarının hangi sebebe dayandığını bilmek isterken, yine kendi ellerimle kendi koğuşlarıma kendimi sürdüğümü fark ettim. Hiçbir suçu yokken bir insan ne kadar da saf kalabiliyordu! Saf olunan, af olunabilir miydi?
Beynimi çepeçevre saran derin huşusuyla beraber yalnızlığın neden bana bir çare vermediğini anlamam pek uzun sürmemişti. ‘Onun ağlamasını beklemek zorunda değilsin’ diyen yalnızlık, neden bu kadar acımasız olabiliyordu ki? Yalnızlık kadar yalnız kalamadığım için olabilir miydi? Oysa az önce gözlerinden kendime cümleler kurup, diyaloglar çıkarttığım insanın ‘yalnızlığın kalabalığı ne kadar da çok’ yalanına inanmalı mıydım? O bir yalancı mıydı ve yalancı bir insan ağlayamaz mıydı? Tekrar aynaya bakamazdım. Aynaya baktıkça ona karşı acımasız oluyordum. O saf haliyle af olunmayı bekleyen bir mücrime gözlerini kiralamıştı sadece. Tuvaletten çıktıktan sonra ‘bir roman olabiliriz’ diye düşünmeye başladım. Yalnız ve yanlış bir telkindi. ‘Bir roman olabilir miyiz?’ diye soracakken, onanmayı bekleyen yaralarının üstündeki tozları aldıktan sonra aslında yaralarının pek o kadar da derin ve kronik olmadığını bilmek rahatlamıştı içimi. İçini göremeyip, ikide bir içinden bahseden zavallı olarak, ona görünmeden en yakın marketten içebileceği hafif bir sigarayı alıp gelmemle beraber, muhabbet başlayabilirdi. Ancak gözleri muhabbeti öldürmeye çoktan hazır bir liman gibiydi. Mississipi dediğimi duymuş muydu acaba? Ona mı alınmıştı? ‘Neden bir insan, bir nehre benzemesin ki’ diye düşünürken, sigarayı çıkartıp ona uzattım. Teşekkür etmeyi yeni öğrenmeye çalışan çocuklar gibiyken, neden bu kadar saftı diye içimdeki değirmenleri çevirmeye başlamıştım.
Üşüyor muydu ya da bana mı öyle geliyordu? Ne olduğunu bilmediğim bir hissi ben tadarken, ona atfederek nefes alıyordum karşısında. ‘Teşekkür ederim, tuvaletten sonra gidip aldın demek’ derken, neden bu kadar bencilleştiğini anlamaya çalışıyordum. Ezan okunmuyordu, tekerlek seslerini duyuyordum ama ben dua eder gibi ellerimi çenemin altında birleştirip, dumanını gönderdiği burnumun üst katlarında nefesimi vermeye çalışıyordum. Nefesini alıp verdiği sarı tarlasının ardınca, steplerin buğdayları olgunlaştırdığı pembemsi ve kırmızıya yakın dudakların büzülmesini bekliyordum. Ağlamak isteyen, ağlamaktan çok ötedeydi. ‘Seni güldürmüyorum ama ağlatmıyorum da’ diye seslenirken kulaklarının altındaki memelerini ürperten şeftali tüylerine doğru, daha olgunlaşmamış şeftali bahçelerine benzer çenesinin iki yumrusunu sanki bir bebek gibi okşamaya başlamıştı. Abartmak kadar hoşgörülü bir huyum yoktu ve sadece sigara içiyordu. En azından sigara içmediği dakikalara nazaran daha keyifli görünüyordu.
‘Sıkıldım’ diyordu. Böyle algılamak ve anlamak benim görevimdi. ‘Sen sıkmadın tabi, ama sıkıldım’ diyordu. Eğer sıkıntısını gideremiyorsam, sıkıldım birinci tekil şahsıyla geçmişten bugüne sürünen duygu kremanajını neden üzerime bırakıyordu ki? ‘Sen suçlusun, sen böyle anlamak istediğin için böyle düşünmeye kendini zorluyorsun ve benim düşüncelerimi sormuyorsun’ diyen kirpiklerini dumana boğmaya çalışıyordu. Hafif de olsa dumana maruz kalan göz bebekleri hafiften yaşarmayı çare olarak kendisine sunmuştu. Ama bu ağlamaktan sayılmazdı.
‘Ağlamak istiyorum, yardımcı olabilir misin bayım?’ diye ihtiyatlı ve de kendini de iyice uzaklaştıran bir soru sormamalıydı bana karşı ama bakışları bundan ibaret. ‘Aramızda kalacak’ diyorum, ‘söyler misin lütfen?’ Bir den senli benli çağrışımların hepsini size ve bize göre çevirmek istiyorum, ama başka şeylere sıra gelmesi adına çok fazla bu mevzu üzerinde durmuyorum. ‘Kendimden tiksiniyorum ve bundan sana ne’ diye yanaklarından biri kızarıyor ve hissediyorum, diyorum ki ağlayacak! Ama gözlerim yoruluyor, bakamıyorum. Gözlerindeki kelimeleri ayrıştırıp, keskin bir bıçakla onları yüreğinden ayırmak istiyordum. ‘Tiksiniyorum kendimden, kendime bakınca miden bulanıyor, dilimi kesesim geliyor. Söylenmeyecek çoğu şeyi, hiç kimsenin zoru olmadan kendi rızamla söyledim’ diyen gözlerine bir mana vermeye çalışıyordum. Hayır, hayır kendini bu kadar üzmemeliydi! Bir kelime, bir cümle ya da işte bir şeyler bulup, hemen onu teselli edebilmeliydim.
‘Yardımcı olabilir miyim sana’ sözünü gözlerim, dudaklarım her biri söylemeye çalışırken, bir ses çıkarabilmek adına birkaç kez kuru öksürüğe maruz kalsam da, dilim ses çıkarma yetisini kaybetmiş gibiydi. Sahi gökyüzünü boyama telaşından başka ne eğlencemiz vardı ki?
İşte her şeyin sonu! Başkalaşmak ve de kıvranmak arasında yorulduğumu fark ettiğim için üzgün müyüm? ‘Başka olmak o kadar kötü ki’ diyen bakışları artık çok uzaklarda. Kendine yabancı biri var karşımda artık, seslerinin tümünde kırgınlık… Nefesinin daralması sigara yüzünden mi yoksa söyleyecek sayfalarca kelime mi tıkıyor, o büyük merhametin esiri mi yoksa? Kendisi dışında her şeyin var olduğu gibi aynada olduğunu ve hiç değişmeyeceğini bildiği için mi üzgün? Her saniye ben niye kötü olmaya başlıyorum? Benim paketimde de sigara kalmadı, ona aldığım paketten istesem, ‘bu size hafif gelebilir’ diyebilir miydi acaba? Kırılmaktan başka hangi sözcüğe sığınabilirdim ki?
Masadan tutup, sandalyeyi ayaklarımla geriye doğru iterken ses onun kendine gelmesini sağlamıştı. ‘Nereye gidiyorsunuz’ diye hüzünlü bir bakışını çepeçevre saran gökyüzüne asılacak pek çok cümle olmalıydı. ‘Sen ağlarsan, ben de ağlamalıyım’ diye parmaklarımı son kez masada birleştirirken, aslında yapacağım tek şey kendime yeni bir sigara almak olacaktı. Henüz sorusuna cevap vermemiştim çünkü. Ağlamasına hâlâ yardımım dokunabilirdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.