- 701 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
TARİHİN EDİRNE FERYADI
Tam 100 yıl olmuş.
26 Mart 1913, Edirne’nin Bulgarlara teslim edildiği tarih.
Mart ayının 26’sında Edirne’deydik. 100 yıl sonra o acıyı bir defa daha yaşadık.
Eski başkentimizdeki etkili faaliyetleri ile gündem oluşturan Anadolu Gençlik Derneği’nin cevval ve çalışkan başkanı Abdülhamid İriş beyi ve ekibini tebrik etmemiz gerekiyor. Her yıl Çanakkale konferansı için gittiğimiz Edirne’ye bu defa “Balkan Savaşları ve Edirne” konulu konferans için çağrıldık. Seçkin bir protokol ve davetli dolu salonda iki saate yakın süren sunumumuz, ilgi, duygu seli ve dikkatle takip edildi.
Anadolu Gençlik Derneği Edirne Şubesi tarafından özenle hazırlanan zengin sinevizyon gösterimi, sunum öncesi atmosferi hazır hale getirmişti.
Balkanların nasıl fethedildiğini, Edirne’nin hangi ak ve kara günleri nasıl yaşadığını, sebep ve sonuçları ile takdim ettik. İttihat ve Terakki‘nin ordu üzerinde akıl almaz uygulamalarını, politikaya bulaştırılmış bir ordunun, 2 asırda fethedilmiş yerleri 2 ayda nasıl terk etmek zorunda kaldığının ibretlik hikayesini tarihin bir feryadı olarak anlattık.
Ertesi günü ayrılmadan önce şehir ve çevresini dolaştık.
Bakımsız, ilgisiz ve düzensiz bir Edirne…
Başka şehirler hizmet alırken Edirne bundan mahrum bırakılmış.
Üzerinde otlar bitmekte olan muazzam bir tarih. Bazı tarihi eserlerin restorasyonu devam ediyor, ama ihtiyacı karşılamaktan çok uzak. Camiler, çeşmeler, türbeler yok olmakla karşı karşıya. Onarılmakta olan tarihi tabyaları dolaştık. Kahraman Şükrü Paşa’yı andık. İttihat ve Terakki’nin Şükrü Paşa’ya reva gördükleri eziyet derecesine varan baskılarını hatırladık.
Yolumuzu çevre köylere de uzandırdık. Yabancılara arazi satışlarının nasıl artış gösterdiğini, ismini gizli tutmaya çalışan arazi toplayıcılarının yöntemlerini endişe ile anlatan köylüleri dinledik.
Tarihi Sırpsındığı köyüne yöneldik. Köye yaklaştığımızda mücahitlerin tekbir seslerini, at kişnemelerini, kılıç şakırtılarını ve feryat seslerini hissetmeyi umuyorduk. Balkanların kapısını Osmanlı’ya açan 1364 yılındaki Sırpsındığı zaferinin heyecanı ile köye girdiğimizde şok üstüne şok yaşadık. 10 bin mücahidin 60 bin mevcutlu Haçlı ordusunu bir saat içinde nasıl perişan ettiğinin tarihi izlerini arıyorduk. Hemen hemen bir hiç ile karşılaştık. Paslanmış demir kapısını zor açtığımız, bakımsız ve mezbelelik bir parkta, dökülmeye yüz tutmuş bir iki levhadan başka hiç bir şey bulamadık.
İftihar tablolarımızdan birisi olan Sırpsındığı zaferimiz Osmanlı’da ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde 650 yıldır her yıl dönümünde törenlerle kutlanırdı. Milletimizin gençliğini motive eden bu törenlerin Akparti döneminde tamamen kaldırıldığını ve bu muhteşem köyün kaderine terk edildiğini köylülerden öğrendik. Zaten otomatik ezan okuyan ve görevlisi, cemaati olmayan köy camii içimizi burkmuştu. Zaferin de unutturulmak istenmesi yüreğimizi dağladı. Muradı Hüdavendigar Han’ın, Gazi Evrenos Paşa’nın, Lala Şahin Paşa’nın, Hacı İl Bey’in ve 10 bin mücahidin sitem dolu bakışlarından kurtulmak için başımızı öne eğerek mahzun bir şekilde köyden ayrıldık.
Bu uygulamanın sebebi nedir acaba?
Kimbilir belki, tarihi Haçlı Seferleri ile gerçekleşen Müslüman katliamlarını “medeniyet alışverişi”ne indirgemeye çalışan bir zihniyetin, Osmanlı’ya medeniyet getirmek için (!) Sırpsındığı mevkiine gelen 60 bin sarhoş Haçlı askerinin katledilmesi olarak değerlendirmesi midir? Ya da “medeniyetler ittifakı” veya “Avrupa Birliği” için masaya konulmuş bir taviz midir? Bilemiyoruz.
Muhteşem zaferimize reva görülen bu unutturma gayretlerini üzüntüyle karşılamadan öte, şiddetle kınıyorum. Bu unutturma gayretinin geçerli hiçbir mazereti olamaz.
Eski dostumuz, Edirne Milletvekili ve yeni Sağlık Bakanı Sayın Mehmet Müezzinoğlu bu konuya eğilip bu yanlışı düzeltir diye umuyorum. Konunun takipçisi olacağım.
Zaferlerimizi unutturarak gençliğimizi tarih ve millet sevgisi için motive edemeyeceğimiz ortadadır.
Osmanlı ve tarih severleri Edirne’yi ziyaret etmeye davet ediyorum. Bu serhat şehri hepimiz tanımalı ve tanıtmalıyız. Bu şehre ve etrafındaki olaylara, unutma ve unutturma muamelesi yapanlara karşı sessiz kalmamalıyız. Kulaklarımızı patlatacak olan tarihin feryatlarını artık duyalım. Ağzımızı değil, kulaklarımızı açık tutmalıyız.
TARİHİN BORUSU
Tarih feryat eden antika gromofon,
Kulağa dönüktür, üstteki borusu;
Bizlerse ağzımız açık dinliyoruz,
Kulağı koruyor, östaki borusu...
Ekrem Şama
[email protected]
YORUMLAR
Bu konuda daha önce yazmış olduğum köşe yazısından bir bölümü paylaşmak istiyorum müsadenizle değerli hocam
(İngiliz arşivlerinde uzun süreden beri araştırma yapan bilim adamlarımız ilginç bilgilere ulaştılar)
İngiltere’nin Orta Doğu’yu yeni küçük devletlere bölüp yönetmek için çalıştığını Anadolu’yu bölüp İSTANBUL DEVLETİ kurmayı planladığını biliyor muydunuz.!!.
Satanları uyarınız.!
Lütfen vatan topraklarını satmayınız! cennette yaşarken kendinizi cehenneme atmayınız.!! )
İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı ’ndan sonra Orta Doğu’yu yeni yaratılan küçük devletlere bölüp yönetme arzusuna İstanbul’u da katıp bir İSTANBUL DEVLETİ kurmayı planladığını biliyor musunuz.!!. (anlaşılan o ki hâlâ peşindeler)
“İngiliz arşivlerinde çıkan “gizli” ibareli bir belgeye göre 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması’ndan önce İngiltere başbakanlık seviyesinde; boğazları devletin sınırları, yönetimi, savunması vb. gibi konuların tartışılarak İstanbul ’un ayrı bir devlet olarak kurulması fikri ortaya atılmış.
Bu belgenin asıl önemi, Birinci Dünya Savaşı ’ndan sonra İngiltere’nin Orta Doğu’yu yeni yaratılan küçük devletlere bölüp yönetme arzusuna İstanbul’u da katmaları..
İstanbul Devleti’nin yönetimi: Fransa, İngiltere ve İtalya temsilcilerinin olacağı bir komisyon tarafından yürütülecek eğer isterlerse ABD, Romanya ve Yunanistan’dan da delegeler katılabilecekti. Osmanlı Devleti’nin bir delegesinin bu gruba dahil olması en son yapılacak bir iş olarak kararlaştırılmış…
“Bu projeye göre kurulacak İstanbul Devleti’nin sınırları Doğu ve Batı’da Marmara Denizi ve Enos-Midis (veya Çatalca) hattı arasında olacaktı. Anadolu’da ise Boğaziçi’nin Şile-İzmit hattının Batısı bu devletin sınırları içinde kalacaktı. Çanakkale Boğazı’nın da İstanbul Boğazı gibi bu yeni devlete dahil olması öngörülmüştü. Çanakkale Boğazı’nın Anadolu’daki sınırları Bozcaada dahil olmak üzere Anadolu’da 80 km’lik bir hat üzerinde olacaktı. Bu iki boğaz bölgesi haricindeki Marmara Denizi’ne bitişik Anadolu toprakları Osmanlı Devleti’ne bırakılacaktı. Kuşkusuz bunun amacı Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın kontrol altında kalmasıydı.”
Doç. Dr. Hakan Özoğlu - Central Florida Üniversitesi
Ortadoğu’da ülkemizde yaşananlar son durumlar… (birinci dünya savaşındaki planların halen devrede olduğu açıkça anlaşılıyor)
Vatan topraklarına ve özellikle Trakya topraklarına yoğun yabancı talepleri… (ki vali dahi uyarmak zorunda kaldı acilen önlem alınmazsa sonuç kendini feshetmeye yok etmeye götürür)
Açıkça anlaşılıyor ki geçmişten günümüze yukarda ki planlar AB.. D hepsi seçenekli daha da genişletilmiş olarak uygulamada…
Araplar, 1940’lı yıllarda bölgede Türkiye’nin lider olmasını istemişti. (İngiliz arşivinden)
“Türkiye’nin 1945-50 yılları arasında, genelde Ortadoğu ve özelde Filistin’de takip ettiği politikalarıyla ilgili literatürde genel açıklamaların dışında hiçbir detay bilgi yoktur. arşivlerdeki belgelere göre Türkiye, Filistin meselesinin uluslararası bir soruna dönüştüğü 1945’ten 1948’e kadar Arapların tezlerini destekleyen bir çözüm yolunu savunmuştu. Türkiye, Filistin konusunda verdiği destek nedeniyle tüm Arap dünyası tarafından ‘Filistin’in müdafii’ olarak ilan edilmişti. Arap-İsrail savaşında Mısır, Ürdün ve Irak ordularının yenilmesi üzerine Suriye ve Lübnan Devlet Başkanları Türk Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak’a başvurarak Türkiye’nin tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi Arapların liderliğini ele almasını istemişlerdi. O dönemde Ortadoğu’nun patronluğu rolünü sürdüren İngiltere, Mısır’ın liderliğinin devamının İngiliz çıkarlarına uygun olacağını düşündüğünden Suriye ve Lübnan’dan yükselen seslere kulağını tıkamıştı.”
Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na katılmak istedi ama İngilizler bunu reddetti
“Literatürde geçen ‘Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmamak için ona göre bir siyaset takip etmiştir’ bilgisi doğru değil. Aslında Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmak istemiş ancak geç müracaat ettiği için olmamış. Dönemin Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay, 1945 yılının sonunda İngiliz Genelkurmayı’na Türkiye’nin savaşa katılma isteğini ifade etmiş ancak İngiliz Genelkurmayı; İtalya’daki Alman kuvvetlerinin temizlenmesi için önceden planlanmış olan harekata Türkiye’nin son anda dahil edilmesinin mevcut planlamayı değiştireceğinden ve ABD’nin de onayını gerektirip bunun da epey zaman alacağından Türkiye’nin müracaatının reddedilmesini istemiş. İngiliz Genelkurmayı ayrıca, Türk askerinin modern bir savaş için harp tecrübesi bulunmadığından müttefik güçlere fazla faydasının olmayacağını rapor etmişti. Ancak, İngiliz Başbakanı Winston Churchill buna itiraz ederek Türk askerinin, ABD’nin seçme birçok askeri birliğinden bile daha iyi savaşçı olduğunu rapor edip Türkiye’nin savaşa girmesinde ısrar ettiyse de İngiliz Genelkurmayı’nın dediği oldu.”( İngiliz arşivi)
Vatansever yöneticiler ve halk her zaman dikkatli olmak durumundadır!!
http://www.urfamedya.com/Yazar-ya-aklini-basina-al-ya-aklini-basina-al-199.html
teşekkürlerim hayata kattığınız erdemli insancıl cümle güzelliklere iyi ki varsınız değerli hocam
sevgi saygı selamlarımla..
not
bu linkteki video bu yaşanan durumlara açıklık getirecektir hem de kendi ağızlarından herkesin izlemesi gereken bir video..
http://www.youtube.com/watch?v=Ad10ur1mDO8
herkesin hakkına hukuna riayet eden bir dünya düzeni kurulması en kısa zamanda geçmişte örneklerinin yaşandığı gibi erdemli dürüst ortamlar dürüst yöneticiler..
bu anlamda örnek olacak bir bir yazı paylaşmak isterim
“Hz Ömer'in, Valiyi Sarsan Adalet Mesajı
Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Şam valisi olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in arkadaşlarından olan Sad b. Ebi Vakkas (r.a.) Şam’daki bir camiyi genişletmek ister.
Bu nedenle de caminin civarındaki ...arsaları kamulaştırır. Herkes arsasının bedelini alır ve isteyerek arsasını camiye devreder. Ancak Şam’da yaşayan bir Yahudi, camiye bitişik olan arsasını satmak istemez. Vali arsasının değerini fazlasıyla verse de Yahudi vatandaş arsasının kamulaştırılmasına rıza göstermez. Bunun üzerine vali arsaya el koyar ve bedelini adama gönderir.
Arsasını kaybeden Yahudi, komşusu olan bir Müslüman’a derdini anlatır. Sızlanır. Bana zulmedildi, der. Müslüman vatandaş da kendisine, Medine’ye git. Orada halife Hz. Ömer vardır. Derdini anlat. Ömer,son derece adildir, elbette seni dinler, der. Şamlı Yahudi Medine’nin yolunu tutar. Yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaşır. Halifeyi sorar. Vatandaşlar bir hurma ağacının gölgesinde dinlenen halifeyi gösterirler. İşte halife bu zattır, derler. Adam Hz. Ömer’in yanına gider. Selam verip yanına oturur. Derdini anlatır. Hz. Ömer adamı dinler. Sonra bulduğu bir deri veya kemik parçasının üzerine şu cümleyi yazar: “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.” Kısa ve özlü bir cümle.
Yahudi bu yazıyı alıp ayrılır. Ama yolda giderken de kendi kendine şöyle konuşur: “Şam’daki idarecilerin giyim,kuşam ve oturdukları yerdeki ihtişam ve debdebe nerde, Medine’deki halifede bulunan tevazu nerde.Şam’dakiler şu mütevazı halifeyi ciddiye alırlar mı? Hiç sanmıyorum.” Kendi kendine böyle konuşur.Sonunda Şam’a varır. Doğrusu valiye gitmek de istemez. Çünkü sonuç alamayacağı kanaatindedir. Bununla beraber, mademki yorulup da oralara kadar gittim, bari halifenin şu yazdığı cümleyi valiye vereyim, der. Valinin huzuruna çıkar ve deri parçasını uzatır.
Medine’deki halifenin size mesajıdır, der. Vali bu cümleyi okuyunca, sapsarı kesilir. Uzun müddet başını yerden kaldıramaz. Sonra endişe içinde, başını kaldırıp şöyle der; arsanız size geri verilmiştir.
Yahudi vatandaş hayret eder. Şaşırır. Bir tek cümlenin valiyi bu kadar sarsacağını hiç tahmin edememişti. Merak ve dehşet içinde sorar. Lütfen bana bu cümlenin neden sizi bu kadar dehşete düşürdüğünü anlatır mısınız der.
Şam valisi Hz. Sad, bak der, sana bu cümlenin hikayesini anlatayım. O zaman benim neden bu kadar ürperdiğimi anlarsın:
İslam’dan önce ben ve bugün halife olan Hz. Ömer İran taraflarına ticaret için gittik. Yanımıza 200 deve almıştık. İran’a vardık. Orada cirit oynayan gençleri seyrederken, birileri zorla elimizdeki develere el koydular. Çok kalabalık bir çete grubuydu, bir şey yapamadık. Elimizde para da kalmamıştı. Üzgün bir şekilde, geceleyeceğimiz bir eski han bulduk. Hanın sahibine de sıkıntımızı anlattık. Adam iyi biriydi.Bize yardım etti. Sonra da; gidip krala durumunuzu anlatın, o adil bir adamdır, mutlaka size yardım eder, dedi. Biz de sabahleyin kralın huzuruna çıkıp durumu anlattık. Şikayetimizi bir mütercim krala tercüme etti. Kral Nuşirevan dikkatle dinledikten sonra her birimize birer kese altın verdi ve olayı inceleteceğinisöyledi. Bize de, memleketinize dönün, dedi.
Biz tekrar Han’a döndük. Ama doğrusu sonuçtan çok da memnun olmamıştık. Hancı sonucu öğrenince son derece üzüldü ve burada bir hata var, dedi. Gelin beraberce gidelim, ben size tercümanlık yapayım,teklifinde bulundu. Biz de gittik. Huzura çıktık.
Hancı durumu Nuşirevan’a anlattı. Develerimize el koyan kişilerin kıyafetini, halini, olayın geçtiği yerianlattı. Dikkat ettik, Nuşirevan’ın yüzü sapsarı kesildi.
Bir gün önceki mütercimi çağırttı. Ona sorular sordu. Sonra ayağa kalktı, her birimize 2 şer kese altın verdi, akşama kadar develeriniz gelecek, develeri alın ve sabahleyin burayı terk edin dedi. Ama giderken biriniz doğu kapısından, diğeriniz de batı kapısından çıkın, talimatını verdi. Bizler de bir şey anlamadan huzurundan çıktık.
Akşamleyin 200 devemiz kapıya geldi. Durumu anlamak için hancıya sorduk. Neler oluyor dedik. Hancı şöyle dedi: Sizin develerinize el koyan kişi Nuşirevan’ın büyük oğlu ile veziridir.
Bunlar bir çete kurmuşlar. Garibanların mallarına el koyuyorlar. Siz ilk gittiğinizde, mütercim bunu anlamış. Ama sizin sözlerinizi Nuşirevan’a yanlış tercüme etmiş. Böylece kralın oğlunu ve veziri korumuş. Ben sizinle gidip durumu anlatınca Nuşirevan bu oyunu anladı. Ama neden ayrı kapılardan gidin, dedi, ben de anlayamadım. Hele yarın olsun anlarız, dedi. Hz. Sad, anlatmaya devam ediyor: Ertesi gün ben doğu kapısından çıktım. Kapının çıkışında iki kişinin darağacına asılı olduğunu gördüm.
Halk toplanmış seyrediyordu. Sordum kim bunlar ve suçları ne, diye. Dediler ki, bunlardan biri Nuşirevan’ın büyük oğlu diğeri de veziridir. Bunlar, buraya gelen iki Arap’ı soymuşlar. Ceza olarak Nuşirevan ikisini de asarak idam etmiştir. Nuşirevan kendi öz oğlunu idam etmişti.
Hz. Ömer’in çıktığı kapıda ise bizim şikayetlerimizi yanlış tercüme ederek, kralın oğlunu korumaya çalışan kişinin asılı olduğunu gördük.
İşte Hz. Ömer senin eline verdiği deri parçasının üzerine “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim” sözüyle bana bunu hatırlatıyor. Halkına zulmedersen seni darağacına çekerim diyor.
Senin gözyaşlarına bakmam, tıpkı Nuşirevan’ın öz oğlunun gözyaşına bakmadığı gibi. Şimdi anladın mı neden benim benzim sarardı?
Bu hadiseyi bire bir yaşayan Yahudi vatandaş, hem arsasını hibe etti ve hem de İslam’a girdi.
Fazla söze gerek var mı sizce? Bence hayır. Bir yerlere adam seçerken, birilerine yetki verirken, kul hakkı söz konusu olduğunda, ceza ve mükafat dağıtırken, acaba Hz. Ömer gibi kılı kırk yarabiliyor muyuz? Sözüm elbette sadece yetkililere değil, herkese ama başta kendi nefsim olmak üzere herkese”
Nihat Hatipoğlu Hürriyet
Sayın Yazarım,
Çok canımı yakan bir konuyu akıcı bir dil ile anlatmışsınız.
Kıbrıs harekatı sırasında Edirne yakınlarında sekiz ay çadırda kalarak ve etrafı tanımak adına her yeri dolaşarak tanıdım bu güzel şehri. Yazdıklarınızın doğruluğuna şahitlik ederim.
Tarihini bilmeyen , körü körüne beceriksiz liderlere tapan bu milletin gerçek kahramanlarla alakası yok dostum. Bu yüzden hiç bir tarihi yer bir şey ifade etmiyor.
Yunanistan'a bir bakın. Geçmiş eski tarihini ve Osmanlıdan sonraki yerleri nasıl da abartarak koruyor görmek gerek.
Elinize sağlık , saygılarımla.