- 1974 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
Bezirgân Başı
"..suya düştüğünüz için değil
sudan çıkamadığınız için boğulursunuz.."
içini, açma, içim, içine...
Uzun bir süre havada asılı kaldığında, küçük kuş kanat çırpmaya devam etti. Hava kararmış ve kanatları yorulmuştu, çabalamanın bir gerçekliği kalmamış gibiydi. Düşmek tek teselliydi, artık huzurla çakılabilirdi toprağa...
Yoruldum!
(yukarıdaki kelime içinde geçen anlatamadığım sıkıntıları anla, ya da boşver ne gerek..)
Anladım ki ben,
dört nala yalnızlığa gidiyorum...
Yağmur yok, kar yok, müziği susturdum, romantiklik namına zerre etki yok içimde. Bardakta çayım, elimde sigaram yine bildiğin dolunay etkisiyle serserilik peşindeyim. Gerçek serseriler yazanlardır. İçini dökerken bazen harfleri benim gibi soysuzlaştıranlardır. Bunu yapıyorum lakin soylu harflere itaat ettiğim vakitler de olmuyor değil. Ben harfleri değil, duygularımı meze yaptığım için çoğu kez güvensiz satırlarım da oluyor kendime.
Duygular rasyonel değildir, affetmek demokratik bir karardır, gözyaşı realist bir açılımdır ve Türkçede pek çok dile özenti olduğundan söylemek istediklerim tam anlaşılamamaktadır. Nitekim tüm bu imkansızlıklara rağmen onu hala seviyor olmam şüphesiz ki hiçbir dilde hiçbir anlama gelmiyor.
Yaşadıklarımın özeti bundan mütevellit, sessizliğin sükuneti ile çığlığın veryansını arasında ileri geri kafa tutan bir kum saati edasında derhal bitmeye ve yeniden birikmeye programlıdır ancak, işleyiş süreci elbette ki sancılıdır ve tuza öykünen şifanın bilinci icabın niteliğine bağlıdır. Bir sır gibi yaşayıp hiç söylenmemek üzere geçen bir ömür ziyandır, kayıptır, ahtır, vahtır, yazıktır ya hu yazıktır!
Okuduğun kitapta bahsi geçen mevzunun aynını şuan yaşıyor olmam biraz trajik olsa da, senin asıl takıldığın yerleri az çok tahmin edebiliyorum. Ben toplumcu olmadım hiç, çünkü toplumcu olamayacak kadar bencildim. Hep kendi acılarımla boğulmaktan başkalarına dönüp bakmak aklıma gelmedi. Hala da toplumcu değilim, bireyciyim. Sen toplumcu bakış açısına mı, yoksa bireyselliğine mi takıldın işte burada bir fikir ayrılığımız doğabilir. ’Sen iyisin de etraf kötü’ işte teselli edici en yalancı cümle; zira ben toplumun bir parçasıyım. Dişlerimde gıcırtılı hırslar!
Çizik insan türü nedir bilir misin? İşine gelmeyen soruları yanıtsız geçen insana çizik insan denir; yan çizik. Örülen duvarları görürsün ama kronik bir kör olduğundan ötürü dostluğa veya aşka rest çekme lüksün yoktur ve eğer ki sen o çizik insan türünün bir üyesi değilsen zamanı geldiğinde çizikler senin de üzerinden geçerek gider, seni siler; alışırsın. Velhasıl, vefayla büyütülen dostlukların veya aşkların ihmallere kurban verilişini ibretlik kıvamda seyrederken, içe oturaklı cümleleri çerez niyetine çiğnediklerimiz mutlaka olur.
Bazen bir yanlışı affetmek için tek bir neden dahi bulamazsın. Nefret öyle güçlü bir histir ki, sanki nefret ettiğimiz insan mutsuz olduğunda zafer bizim olacakmış gibi, onun sonsuza dek mutsuz olmasını dileriz. Nefret, yapışkan, bulaşıcı ve karaktersiz bir duygudur. Muhattabının zayıf anını kollar ve sonunda yerleşmiş olan tüm sevgiyi nakavt eder.
Aşk vardı önceden ya da saplantı. Adrenalinin canı cehenneme, varolsun huzurun dayanılmaz hafifliği diyerek başımızdan savuşturmak gibi yanılgılara düştüğümüz anlar doğuran. Hafife alarak aslında es geçtiğimiz önceliklerimizin hoyratça paçavraya dönüşme sürecinden sonra kaçınılmaz son olarak birlikte kurulan hayalleri tek başına gerçekleştirmek dokunuyor insana. Bu kadar uzaktan bir insanın bir diğerinin kalbine dokunabilmesi ne tuhaf. İçten dışarı taşan, dıştan içeri dolan, bir nehir gibi deli ve asi, boşluk değildi esasen. Adı konmayan, yeri dolmayan, çaresi bulunmayan, yalnızlıktı bu, hep kendine çoğalan...
Uzun zamandır yazamadığımın farkındayım. Yazmadığımın değil dikkatini çekerim, yazamadığımın. Neden yazmamak dersen, biraz zamansızlık, biraz amansızlık, biraz da hep daha iyisini bulma telaşı diyebilirim. İçimden geldiği gibi yaşama lüksü edindim son zamanlarda ve sırf bu sebepten o içimin en içinde devinen atlar iyice arsızlaştı. Nitekim yazarken kolaydı, yaşarken baş edemedim ben bu acıyla. Aslında her şeyden elimi eteğimi çekip, sessizce bi köşeye sinip sadece yazmak istediğim sürekli depreşiyor içimde. Neredeyse otuz yıldır içimdeki o kadınla yaşıyorum. Hiç tanımıyorum onu, tanıyamıyorum, ne yapacağını kestiremiyorum, bu çılgın, bu serseri kadın bana, ben de içimdeki o kadına yabancıyım hâlâ. Onu seviyor muyum yoksa sadece beni mi önemsiyorum bilmiyorum.
Geçen gün annem; ’Eskiye göre moralman iyiyiz ama artık değil mi?’ dedi. Sanki onaylamamı istercesine yüzüme dönüp baktı. Tepki vermedim. Vermek istemedim sadece düşündüm o an, gerçekten iyi miydik? ’Eskisi gibi’ bu benzetmenin içinden içli bir acı geçtiği muhakkak. Eskiyordu bir şeyler, eksilmiyordu aslında. Arada ufacık tefecik acıklı bir nüans vardı...
Bazen pencereye doğru ilerliyor ve ateş yakan tinercilerin tren yolu üzerindeki daimi mekanlarında geceleyişini seyrediyorum. Sonra odanın içindeki karmaşaya bakınca gerçekten yaşadığıma ikna oluyorum. Belki sadece kendi penceremden bakarak abartıyorum hayatı ama onun penceresinden bakmayı denediğim zamanları düşününce, onun penceresinin ne kadar dar, ne kadar sığ olduğu aklıma geliyor ve hiç pişman olmuyorum. Azıcık oluyorum, birazcık oluyorum, tamam itiraf ediyorum çok pişman oluyorum. Ne zaman onu düşünsem içimden bir özlem, bir ağlamak geçiyor. Gülüşü geliyor aklıma, sesi, elleri.. Ömrümün geri kalanında olmayışı ve hayatımın onunla ilgili geçmiş kısmı kopuk bir film karesi gibi acıyla kesiliyor.
Elektirikler gidince korkardım çocukken, sanki bir daha hiç aydınlık olmayacakmış gibi irkilir ağlardım. O gitti ve şehrin bütün ışıkları söndü sanki. Yeni bir sayfa açarsın fakat, geçmiş sayfalarda bıraktığın izler seni hep takip ederler, yırtsan da, yaksan da kurtulamazsın. Şimdi bir daha dönmeyeceğini, bir daha dönmeyeceğimi bilmenin umutsuzluğuyla sancılardan sancı, sanrılardan sanrı ve kaygılardan kaygı beğeniyorum. Şımarık bir çocuk gibi; ’Onu geri istiyorum!’ diye kendini yerlere atıyor kalbim. Sonra elimden geleni yaptığımı, zorladığımı, o pencereye sığamadığımı, sığınamadığımı, yaşamın da içine sokulamadığımı anımsıyorum.
Çoğu gece pencereden o karanlığa bakıyorum. Kışkırtıcı olan aşk değil geceymiş. Karanlıkta karanlık hani, hiçbir şey göremiyorum. Ne bir ışık, ne bir yaşam belirtisi. Ruhsuz insan suretleri siyahın içinde giderek bulanıklaşıyor. Ne zaman o karanlığın dibine dalsam içinde azıcık dahi aydınlık bulunmayan gelecek karanlıkları düşünüyorum. İçimi yaran bu karanlığın bir süreç olmadığını bilmek zaten karanlıkta olan gözlerimi, ruhumu, umutlarımı bir kez daha alıp gidiyor dibine. Allah’ım diyorum, sadece, n’olur sen en hayırlısı neyse onu ver. Allah’ım diyorum bu karanlık neden böyle kapkaranlık. Allah’ım benim bu hayattaki yerim demek ki bu karanlıktan ibaret, buna da şükür Allah’ım. Karanlığa da şükür, ya o karanlık da olmasaydı...
Ayrılık bir teslim olma halidir. Bazı insanlar seninle yalnızlığını bile paylaşmayacak kadar bencildir. Ben onu sevebildiğim yere kadar sevdim, gücüm tükendiyse suç kalbimin mi? Aşkın bağışlayan, zamana, mekana ve imkansızlıklara karşı duran o gücünü, o kudretini seviyordum fakat bizim aşkımızda eksik olan bu kudretti. Eskiden birbirimizi önemserdik. İşte kaybettiğimiz şey bu. Şimdi hayatımın geri kalan kısmı hep özlemle geçiyor.
Benim yangınımda içim var. Sahi, senin yangının içinde mi, yoksa yangınında için mi var yahut için mi yangınlarda? Ne gözyaşı, ne özlem, ne neşe, ne keder... Biliyor musun şayet ortada herhangi bir duygu ortaklığı yoksa hiçbiri bulaşıcı değildir. Yani derdim sana keder falan bulaştırmak değil, sadece laf kalabalığı. İnsandan insana yol, harften harfe yarenlik vardır unutma!
Herkesin bir şarkısı vardır ya hani, defa kez izlediği bir filmi. Eskite eskite bitirilemeyen şarkılar, izlemekten bıkmadığımız bir film. Bizim de şarkılarımız vardı bağıra çağıra söylediğimiz. Hıçkıra hıçkıra izlediğimiz bir filmimiz. Gittiğimiz yerler, sevdiğimiz yemekler, dostlarımız... Derken, sonra işte ’’ayrıldık’’. Bu kadar kısa bir kelimenin içine sığdırmak zorundasın acını. Yılları tek bir kelimeyle özetlemek gücüme gidiyor. Hiç olmamış, hiç yaşamamış gibi ayrıldık ve ben lanet olsun ölüyor ama geberemiyor gibi hissediyordum aylardır. O yok diye mi yoksa yalnız kaldığım için mi bilmiyorum.
Duygularımın geçişli evrelerinden birinde fark ettim ki bırakamadığım onca şey arasında o yoktu. Farz-ı misal sigaradan daha mı yersizdi yurdumda bu kadar kolay bırakmıştım onu. Ben hiçbir şeyi bırakamam sanırdım. Bulunmaz hint kumaşıydı benim için tüm bağlılıklarım. Acaba gösterişten mi sıkıldı ruhum. Belki de yerli malından yanaydı aklım, hint kumaşıyla yapamadım.
Neyse ki artık her şeyi kendi kendime yaşıyorum; acıyı, anıyı, aldanışı, aşkı... Beklemeden kimseden hiçbir şeyi, her şeyi kendi kendime yaşıyorum. Özlemekten yorulduğum oluyor ama sevmekten değil. Geçen gün evde cüzdanımı unutmuşum. Otobüse bindiğimde fark edip derhal geri döndüm. Ne kadar dalgınım diye düşünüp şaşkınlığıma kızdım yol boyunca. İnsan nasıl unutur cüzdanını evde dedim. Sonra aklıma o geldi. Cüzdanımı evde unutur gibi bir an dalgınlığıma gelmiş olabilir miydi ki onu da unuttum veya unuttuğumu sanmıştım. Kalbime geri döndüğümde hatırladım onu ne kadar sevdiğimi ve ona ne kadar ihtiyacım olduğunu. Ve üstüne üstlük onu geri almak için çok geç kaldığımı düşündüm sonra, oturup ağladım. Dargın olmasaydık söylerdim belki ona ihtiyacım olduğunu ve o hep yaptığı gibi yine yanımda olmazdı. Ah cancağızım kalbimiz acıyı seviyor yalnızlık bahanemiz olsun. Lakin her ne olursa olsun ölünün arkasından konuşmak bize yakışmaz. Diriliğinde yüzüne sövmüşüzdür, o ayrı.
Yeni insanlar, yeni ortamlar çok ürkütüyor beni. Bukalemun gibi girdiğim her ortama uyum sağlamaya çalışırken her şeyi elime yüzüme bulaştırıyorum. Ben bukalemun falan olamam. Ne zaman yalancı bir gülümseme tuttursam dudaklarıma, gamzem ele veriyor mutsuzluğumu. Şıracının şahidi bozacı ya, gözlerimden okunuyor huzursuz huzurum. Demek ki özgürlüğün kefareti yalnızlık, yalnızlığın tesellisi özgürlükmüş. Gördüğünde deliler gibi sevineceğin kimsen kalmamışsa, işte asıl yalnızlık tam o noktada başlıyor. Sonra birden dişe dokunur bir küfür bilmediğim geliyor aklıma. İçim yarılırcasına acıyor. Ne desem gereksiz, ne söylesem yetersiz kalıyor içimdeki öfkeyi kusmaya. Karşılaştığım bütün insanlar onlardan tiksinmem için yarışıyor gibi. Hani bazen, sen ne yüzsüz, ne haysiyetsiz, ne insan-lık-sızsın diye yüzüne haykırmak isteyip de neden sonra sustuğunuz birileri olur ya, işte etrafım o yılanlarla sarılmış ama benim sabrım duvarlar örmüş ve sesimin teli kopmuş gibi hissediyorum.
Ne var ki bu dünya hiç kuşkusuz Allah’ın belası insanlarla dolu! Bazen ölümden daha hayırlı bir şey yokmuş gibi geliyor. Ben sıklıkla ölüyorum. Ölüyorum ama yaşayarak, anladın mı? Kızgın ütü basar gibi tenime. Ya da basar gibi tenime kızgın ütü. Vazgeçiş, arayış, bağlanış ve yine vazgeçiş. İşte çok sevgili dostum hayat bunlardan ibaretmiş. Elimizde bir kısır döngü, döndükçe dönüyor ve ruhumuza dolanıyor sonunda. Düşünsene, kuklanın elinden ne gelir? Kabahat onu değişime mecbur kılan kuklacıda.
Çok insan tanıdım geçen aylar boyunca, hepsi de unutkan çıktı. Şerefini bir yerde unutan ’insansı’larla tanıştım, kaynaşamadım. Şimdi tek isteğim tıpkı tırnağımdaki ojeleri çıkardığım gibi onları da bir aseton bulup hayatımdan çıkarmak ve tek hamlede silebilmek hafızamdan. Milyonlarca insan arasından evrim geçirmiş türleri bulduğum için kendimi yetenekli bir talihsiz olarak görmekte haklılık payım oldukça yüksek. Ya hu ateş düşer içini yakar bilmezler, bir değil bin dert birikir görmezden gelirler, küfretsen alınmaz, yüzüne tükürsen gülümserler, merak ediyorum bunlar hangi insangillerden?
Her zelzelede yıkıntılar arasındaki cesetlerin üzerine hunharca basa basa kendisine malzeme çıkaran yağmacılardan ölesiye tiksiniyorum. Bu modellerin hepsi aynı kalpten arıza veriyor ve kısacası hayat öğrenmek zorunda bırakıyor insanı; ikiyüzlü ol, samimiyetin canı cehenneme, doğruluk mu o da ne, dürüstlüğü salla gitsin... Ama yalan fakirisindir ve sırf bu yüzden maske alamamışsındır hiç. Kendini bile kandıramaz, kendine bile yalan söyleyemezsin. Kibrini çok bilmişlikle oraya buraya savuranlar zavallıdır senin için.
Allah’ım dersin içinden, bu kadar kibir aklımızın odalarına sığmazken kalbimizin bavuluna nasıl sığar! Başka nasıl kahreder insan emekleri katlolunca? Lanet olsun insanı insandan soğutan fitne fücura! Ne çok temkinli söz, ne çok oturaklı duruş ve ne çok kalp ritmimizi frenlediğimiz anlarımız var! Montaj değil, dublaj değil bu yaşadığımız bizim hayatımız. Oysa ölecek ve unutulacağız, işte bunu unutuyoruz en çok...
Bazı sessizlikler sağır edici hatta kör edici olabiliyor, öyle ki zaman bile yerinde sayıyor. Her şey "vazgeçebilmek"le başlıyor, arayışlarla devam ediyor ve bağlandıktan sonra yine vazgeçmekle bitiyor her şey. Sonuç sıfıra sıfır, elde var hüzün, eşittir keder...
İşin içinden çıkamadığınız anlar, kal yahut git, konuş yahut sus, sabret yahut hiddetlen. İçimde bir umut kuru bir dal gibi çat diye kırılıyor. İşte öyle anlardan birinde aklımı ve kalbimi bin parçaya bölmüş bir halde; ’Bir şeyi gerçekten ama gerçekten isterse insan gider ve onu alır’ demiştin bir keresinde. Ben gitmemiştim, gitmeyi reddetmiştim. İşte o an delice istediğim şeyi gerçekten ama gerçekten artık hiç istemediğimi anlamıştım. Belki de benim de vaktim yoktu artık durup da ince şeyleri anlamaya.
Panik bir halde İmtihanlardan imtihan beğenirken ve aklım yaşadığım zorluklarla telaştayken benden daha iyisini beklemek hata olurdu zaten. Bazen son vermek gerekir veya yol vermek kendine; verirsin. Hatta aptalca emirler verirsin beynine;
’Kısa cümleler kurmalısın, illüzyon yapmamalısın, tırnak kemirmemelisin, sigarayı bırakmalı ve onu derhal unutmalısın.’
Kalbin cevap verir; ’Ey objektif ustası, ey kamera arkası, ey güneşin bağrından gelen kadın!
Hatıralarımı nereye götürüyorsun!’
Et ile tırnak bilmem başka nasıl anlatılır, tırnak ile et işte!
Birisi kalkar ve yokluğunun vefasından bahseder. Yokluğunun onu hiç yalnız bırakmadığını zırvalar falanlar, filanlar, yalanlar. Sanki varlığının kıymetini bilmiş gibi bir de kalkıp sitem eder, laklak eder, dalga geçer, üste çıkar, kıyak bir laf sokar. Sanki seni hatrına düşürecek bir sebep, ola ki onu aklına düşürecek bir gerekçe kalmış gibi üzülecek yahut süzülecek veyahut özleyecekmişlikler taslar da taslar. Şairliğin öz suyunda biraz incelik biraz da delilik olduğundan ötürü afallamalar başlar. Öyle ki insanlıktır aslolan. İşte ondan kalmadığında yalpalamalar vuku bulur. Yitirilen onca ironi ve olsa olsa biraz da serserilik kalır geriye. Elinin ayarı yoktur, dilinin kemiği, kalbinin direği kırıktır, kırılmıştır özenle...
Merak etmeyi bırakıyor ya insan, bu özlemiyor olmaktan bile daha fena, daha içler acısı bir çukur açıyor duygularında. Bir zaaf anınında eriyor, hissizleşiyorsun. Ama her şey inanınca gerçekleşiyor, güzelleşiyor, derinleşiyor. İnanç bütün eksikliği artıya çeviriyor. Tıpkı içtenlikle edilen bir dua gibi, derinleşen her şey maddeyi manaya zorluyor. Uçmak diyorlar, ne kanat ne özgürlük, gökyüzü diyorlar. Benim sığ(ın)acak bir gökyüzüm bile yok. Ama toprağa değiyor ayaklarım. Bu benim avuntum.
Nergisin sarısındaki hüznü, fesleğenin kokusundaki umudu, kaktüsün dikenindeki ürkekliği sezebilen, toprağa hürmetli, yeşile merhametli, dili şerbet, elleri bereket ve kalbi hünerli bahçıvanlar aranıyor bilinmez zaman bahçelerine, hiçbir zanaatkâr yanaşmıyor, oralı olmuyor. Uzak bir düş’ün biletsiz yolcusu geri dönüp cezasına razı geliyor. Bir ödül istiyor; yolculuk...
Ne kadar hızlı yürürsen yürü, hatta istersen koş yol hiç bitmiyor. Oradayken burası, buradayken orası. Her yeni eskimeye mahkum, lakin eskiyen eksilmiyor, çoğalıyor, derinleşiyor... Ben küçükken altın pencereli ev masalını okumuştum aslında. Ve dudağımda yarım yamalak hatırladığım bir oyunun tekerlemesi, hayatımın ta kendisi oluyor...
Kapat kapıları bezirgân başı
Ardımda ne bir yadigâr, ne de bir çıkış yok artık...
fulya/nisan2013
YORUMLAR
Cüretkârdı kirli bulaşıkların hepsi. Sahi kaç günlüktü bulaşıklar diye düşünürken, gecenin bir yarısı kalkıp hepsini makineye doldurasım geldi. Karın ağrısı gibiydi kirlilik ve nefret ediyordum gözümün gördüklerinden. On dört tane su bardağı ve altı tane çay bardağıydı ellerimle 65 derecelik suyun içinde yıkanması için bıraktığım cam abideler. İçiyorduk, sonra kirletiyorduk. Ellerimiz yağlı ya da terli olduğu için değildi bu kirlilik. Biz yıkıyorduk var olanı, bununla yaşıyorduk.
Tezgâhta ne kadar kirli bulaşık varsa, hepsini makinenin içine sığdırabilmiştim. 65 derecede neyin kiri bulaşıklara yapışık kalabilirdi ki? Su temizlemek için değil, temiz olmayı hatırlatmak içindi. Sonra birkaç bardak süt iyi gelecekti bütün yanmalar için.
Sözlü evrende eskime sürecine girmiş ritim gibiydi sonra her şey. Bir kuş kanatlanıp, yükseklere uçup uçup birden toprağın bağrına bırakabiliyordu kendini. Toprak, ana demekti. Bağrı hep sıcaktı ve nemli! Düşündüm, biz kendi anamıza ne kadar sahip çıktık ve onunla ne kadar haşir neşir olduk? Akil bir kadın hep şunu söylerdi: ‘ Anasız insanlar merhametsiz olur, mümkün olduğunca onların kininden ve de yapacaklarından korkun!’ Sahi biz ne yapıyorduk? İnsan olarak.
Birden dudakları açıldı kuşun ve bildiğimiz sayıklamalar dışında, bizim de duyabileceğimiz konuşmalar başladı:
-Beni suçlamayın. Ben düştüm, annemin yanındayım ve sıcağım. Kan mı bu? Nefret mi yoksa diğerlerimize? Ben bir şey hissetmek isterken, histeriye tutuluyorum. Zihnimden parçalanıyorum.
Anlamadık kuşu. Metaforları o kadar çok boşuna tüketmişti ki, anlamadık. Sonra ‘anlama’ dedin ve hatta daha ileri gidip küfrettin. Duymadım. Güldün. Aslında gözlerin ince bir kahve nihavendinde soyunuyordu gerçeğe. ‘Ne kadar yakınım?’ diyordun, ‘ne kadar’ o bir güne.
Geçen okudum. ‘Bir gün’ diyordu, hep ‘bir gün’. Merak etmedim sonunu. Nasıl olsa ‘BİR GÜN’ diyordu işte. İnsan ‘bir gün’ diye diye o kuşun toprağa, anasına kavuşmasına benzer bir şey yaşamak istemiyor muydu?
Sordun: ‘ Bizim kendi annelerimiz olmasın o?’
Dedim:’ Hayır, alakası yok. Bu anne, o anne değil. Tam olarak anlatamıyorum ama sen dedin, bak!’
Dedin:’ Neye?’
‘Yoruldun’ demiştin. Yorulmak ne aziz bir şeydi! Öngörülmüş bir hayat dışında bütün normların kucağından fırlayıp, kendi doğrusuna çırılçıplak koşan bir fahişenin geçici modaları topuğuyla ezdiği bir elzem ya da bir eylem ya da bir evham diyebildim sadece. ‘Sadece ne?’ dedin.
Dedin: ‘Neyi soysuzlaştırmaya çalışıyordun?’ Susman gerekmiyordu elbette ve ‘kendimi’ dedin hırıltılı ve yorgun bir sesle. Hepimiz temkinliydik. Komik olacak kadar utangaç ve temkinli değildin, ama konuşacak bir şey de bulamadın. Diogenes’in balgamı kadar lezzetliydi susmak aslında. Bir gün bir adam Diogenes’i çok süslü ve temiz bir eve soktu. Diogenes’e dedi ki’ tükürmeyeceksin yerlere’ ve sonra biraz zaman geçti ki, Diogenes adamın sırtına tükürdü ve haykırarak bağırdı:’ Senin sırtından daha pis yer bulamadım.’ O tükürük kadar, o balgam kadar haykıramadığımız ve sıcak sıcak kendi yutağımıza doğru yuttuğumuz için ‘yorulduk!’ Haykırabilseydik, hani belki o tükürüğü kendi avucumuzda da olsa görebilseydik, yorulmayacaktık.
Bağırıyorsun: ‘Ben toplumcu olmadım hiç, çünkü toplumcu olamayacak kadar bencildim. Hep kendi acılarımla boğulmaktan başkalarına dönüp bakmak aklıma gelmedi. Hala da toplumcu değilim, bireyciyim. Sen toplumcu bakış açısına mı, yoksa bireyselliğine mi takıldın işte burada bir fikir ayrılığımız doğabilir. ’Sen iyisin de etraf kötü’ işte teselli edici en yalancı cümle; zira ben toplumun bir parçasıyım. Dişlerimde gıcırtılı hırslar!’
Nasıl gıcırdatıyorsun dişlerini? Dişlerin de hasta olmuş iken, dişler nasıl şarkı söyleyebiliyor?
İmkânsızlığın muhayyilesinde ürküntülerin kaçı evcilleşebildi ki? Kaçını insanlar evcilleştirebildi ki, toplum tüm toplanmış haliyle insanı bezdirmekten başka bir şey yapmadı? Kaçmanın yolu nedir? Kaçmak, nefret etmek midir? Şimdi ben de o kuş gibi anama sarılmayı, toprakla beraber olmayı umarken, nefret mi edeceğim? Özgelerim ve de hislerim hangi tanıma sığabilecek? Gereksiz söz yığınlarıyla batmış insanlardan başka neyiz ki?
Bağırıyorsun: ‘Bazen bir yanlışı affetmek için tek bir neden dahi bulamazsın. Nefret öyle güçlü bir histir ki, sanki nefret ettiğimiz insan mutsuz olduğunda zafer bizim olacakmış gibi, onun sonsuza dek mutsuz olmasını dileriz. Nefret, yapışkan, bulaşıcı ve karaktersiz bir duygudur. Muhatabının zayıf anını kollar ve sonunda yerleşmiş olan tüm sevgiyi nakavt eder. ‘
Sevgiyi nakavt etmek, gerçek midir? Şimdi ben de nefret etsem ve hangi insandan başlayacağımı bilemeyeceğim bir mutsuzluk dilekleriyle ipler assam kendi gözlerimden ayaklarıma kadar, kendime bağ etmekten başka, kendi huzursuzluğum içine katık etmekten başka hangi nefret, hangi mutsuz dilek beni huzura kavuşturacak? Yoksa o karaktersiz duygu, tüm mukoza yapısıyla bulaşırken sinüslerimden bağırsaklarıma kadar, yine de ayakta kalıp bir şeyler mi dilemeliyim?
Dedim sana: ‘Nutkumu tuttun. Bu kaç haftanın bağırışıydı söyle?’
Demedin, anladım. Bu birkaç hafta değildi, birkaç yılda. Bir tövbe miydi yoksa Tanrıya karşı? Neden kıvranıyordun? Ne için yamamaya çalışıyordun eksilmeyen eskiyi? Geri dönülmez yolların hepsinde, bir geri dönmemek halinden çok, daha başka neler vardı? Cam mıydı? Kırılan bir cam gibi tuz buz olmak mıydı yoksa her şeyi mahveden? Her şeyi değil gibi gözükse de her şeyi artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını itiraf ettiren? Hangi kitleden almaya başlıyordun gözyaşlarını? Kendine dolanan ellerinin kısalığı mı seni nefretle yüz üstü ve yalnız bıraktı? Yalnızlık bir lütuf evet, ama kalabalığın arasında bir lütuf olabilir, kendine yalnızlıkların sadece o camın yüreğine batıklarını hissetmek demekten başka bir şey değil. Kimsesiz değil şükür ki, kimsesizlerin bile kimsesi var, Allah var. Buna sen de yoksa inanmıyor musun? Hâlâ O’na inanabiliyorken, hâlâ bir şey değişebilir biliyor musun?
Dedim sana:’ Âşık oldum.’ Kime diye sormadın. Bekledin ne cevap vereceğimi. ‘Kendime, eskide var olan kendime’ dedim. Sustun, hiçbir şey söylemedin. Bir tanım mıydı bu yoksa hiçbir zaman yerine yerleşemeyecek bir bulmaca parçası mı?
Biliyor musun, ne zaman böyle cinnet halleriyle taşsa zihninin kan pıhtıları arasında boğulmak üzere kalmış olan ‘yaşamak’, o zaman daha büyük bir kuvvetle sarılmaya başlıyor insan yaşamak denen şeye. Ama korkarım sana kötü haberim var. Kimse yaşamıyor, herkes yalan atıyor. Sadece angaryadan başka hiçbir şey olmayan, zehirli ballarıyla bu oyun mezbahasını insana cennet gibi bir his ile sunan süslü perdeler ardınca, insan gerçeği doğurmaktan kurtuldukça mahvoluyor. Bu yüzden kendini kaybedenler biliyorum ve artık her şeyi aynı görenler… Nasıl mı? Bir cinayet, vahşet dahi hiçbir şey demek oluyor onun için. Hoşgörü prensipleri içerisinde kendine yalancı nirengi noktalar koymaktan da çekinmiyor böyleleri. Böyleleri için ne demeli? Bir sümük, kurusa dahi insanı kendinden nasıl tiksindiriyorsa, böyleleri de kendini tiksindirmek için artık bir şey yapmaları gerekmiyor. Anormal bir affetmek duygusu ile iç içe, merhametin sonsuzluğunu jiletimsi bir his ile jelatinimsi düşünceleri arasında kaybolup gidiyorlar. ‘Hiç’ olmak elbette bu değil, ‘hiç’ olmanın bile bir kıymeti var. Ancak sabit düşüncelerinin ballarını tadarken, rahat hissediyorlar kendilerini. En azından bu yalanla avutuyorlar vücutlarını. Ruhları bilinmez bir ovada dolaşan enikler gibi sahibini arıyorken, onlar sadece ne olacağına artık mana vermek istemiyorlar ve kendi gerçeklerine küfretmeye başlıyorlar. Sence böyle olmak iyi mi? Bunu mu istiyorsun sende hayattan? O merhamet neyi çağrıştırıyor? Sevmeyi bile hayırseverlik olarak görmek ne kadar toprağa kavuşma talebine doğru yollardan çıkar, çıkabilir? Duygusuz bir o kadar da merhametsiz olmak ve kendi cinnetine sahip çıkamadan, arzu ve keyiflerin en ultra sağıldığı o hissizlik çukurunda var olma peydahlarıyla gah sevinçli, gah kederli bir maymun rollerine bürünmek sence de mantıksız değil mi?
De ki, ben de mantık aramıyorum, de ki, yoruldum. De ki, sen de beni anlamıyorsun. De ki, rüzgar baharları buralara getirmiş, ne yapayım?
De! En azından kendi cinnetini ve yaşamaya olan bir gıdım da olsa hevesini kaybettiğini anlamış olurum.
Pişmanlıkların mı, eski mi, canından ayrı kalanlar mı… Bir müziğin yüreğini ovuşturduğu anda, pörsüyen ve büzüşen tüm mutlulukların canı cehenneme diyorum o zaman ben de!
Öyleleri gibi mi oldum? Asla! Deniyorum ben de, sadece sesini duydum. Çürütemediğim hayal kırıklarımı göre göre ben de sıkıldım. Yardım edemiyorum, başka bir kuş gibi seni arkadan iteleyip, toprağa da kavuşturamıyorum ama deniyorum. Su diyorum, su diyorsun, biz su’yuz diyoruz. Hepimiz sudan ibaretiz diyoruz. Su elbette akıp, yatağını bulacaktır diyorum. Ben inanıyorum. İnanıyorsun, azıcık yorgunlukla bu cinneti devam ettirebilirsin diyorum.
-Korkma!
65 derecede beynim kızarıyor gibi kafatasımın içinde. Trajedinin uslu doğrularını okşuyorum. Büyüdüğü zaman onlar da sana gülecek. Onlar da seni sevecekler. Hiçbir kuyu çıkılmayacak kadar derin değildir ve hiçbir ateş de yok edecek kadar gerçeği kuvvetli değildir.
Kuyuysa çıkacaksın, yanmaksa, yok olduğunu sansalar dahi hep yaşayacaksın.
Kelimeler yoruldu. Uyumalı şimdi noktaların hepsi.
De ki: ‘Bu hayat bana göre değildi.’ Biliyorsun ki, senin hayatından olan sana göre hayatlar ikişer ikişer nefes alıp veriyorlar.
..