başlangıç
İki Eylül caddesindeki bir işhanında ofisi bulunan organizasyon şirketi için çalışıyordum. Düğün, dernek, konser, festival aklınıza ne gelirse… Elektirik ve ses sistemleri taşıyor, balon şişiriyor, etkinlik bittikten sonra malzemeleri toplayıp depoya kilitliyorduk. Fena kazanmıyordum. Ancak bedenen yorucu bir işti. Genellikle akşamları ve haftasonları çalışıyordum.
Patron, üçüncü sınıf mafya filmlerinde oynayan tiplere benziyordu. Boğazlı siyah kazak giyiyor, üzerine beyaz atkı takıyordu. Sürekli gizemli bir iş peşinde gibi konuşuyordu. Özellikle telefonda…
“Evet. Adamlar geldi mi? Güzel. Yarın aynı saatte. Evet. Bir daha arama, ben seni ararım. Kim? Ne zaman? Kimi? Nerede? Ödeme mi? Anlıyorum. Tamam. Kapat.”
Kuru palavraydı. Ancak ücretimizi ödediği için onun küçük oyunlarına eşlik ediyorduk. Kendimizi mafya için çalışıyor gibi hissederek bekliyorduk. Ağır hareketler ve gizemli bakışlarla patron için keyifli bir ortam hazırlıyorduk.
Bir akşamüstü malzemeleri yüklemiş, depo önünde oturuyorduk. Üç beş kişi soğukta bekleyen zavallılar gibi görünüyorduk. Hava buz gibiydi. Ayaklarımın altında haftalık kar buza dönmüş, ve buz ayakkabılarımdan içeri sızmaya çalışıyordu. Kışın bitmesini, uzun sıcak yaz günlerini iple çekiyordum. Bunları düşünüyor ve patronun yevmiyeleri dağıtmasını için gelmesini beklerken sigaramı içiyordum. Güneş batmak üzereydi, ancak o gün bir türlü dünyanın yakasından düşmek bilmemişti.
“Hangisini önce yapıyorsun?” dedi yanımda oturan adam.
Adama baktım, kel kafası mısır firavunlarını andırıyordu. Yüzünde pis ve zeki bir sırıtmayla cevabımı bekliyordu.
“Anlamadım?”
“İşedikten sonra mı sıçarsın, yoksa önce mi?”
“Aynı anda sanırım. Dikkat etmedim.”
“Ben önce işerim.”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Geçen hafta part time çalışan kızlardan birini götürdüm.”
“Öyle mi?”
“Evet.”
Bir sigara nefesi sessizlik oldu.
“Halı saha maçı yapar mısın?”
“Futboldan anlamam. Ancak lisede iki yıl boks yaptım. Eğer anlıyorsan bir maç yapabiliriz.” dediğimde şaşırmış gibi baktı yüzüme. Birbirimize uyuz olmuştuk. Nefretle, hiç gülümsemeden bekliyorduk. Her an kavga çıkaracak kadar gergindim. Ancak o kadar yorgunduk ki birbirimizle kavga edecek halimiz kalmamıştı. Sadece asabiyet için kenara biraz enerji ayırmıştık. Tek isteğimiz paramızı almak ve ayrı yönlere dağılmaktı.
Hayatım boyunca boş konuşan tiplerden hep uzak durdum. Bazen yeni girdiğim ortamda biri çıkar ve bana şöyle derdi: “Dostum, çok sessizsin?”
Cevabım hazırdı: “Sen o kadar çok konuşuyorsun ki kelimelerimi koyacak uygun yer bulamıyorum.”
Bir süre yüzüme bakar, sonra giderdi mesajı almış olarak. Yanımda oturan adam için de aynı şeyi düşünüyordum. Özellikle beni konuşturmaya çalışmasına öfke duyuyordum. Ben susmaya çalıştıkça üzerime geliyordu. Izdırabımla yalnız kalabilmek için bir mağara mı bulmalıydım? Derken açtı mübarek ağzını:
“Bir kadın için en son ne zaman kavga ettin?”
“Genellikle kadınlar benim için kavga eder. Ben değil.”
Verdiğim cevaplar hedefi onikiden vurdukça daha çok sinir olmuştu. Sigarasından derin bir nefes çekerken gözbebekleri üzerimde küçüldü. Dumanı havaya saldı ve: “Ya korkaksın ya da çok büyük palavracı.” Dedi.
Tam o sırada “Patron geldi! Patron geldi!” dedi telaşlı bir ses.
Yanımdaki adam ve benden başka herkes sigarasını atıp ayağa kalktı. Yerde oturup sigara içen sadece biz kalmıştık.
İşte, böyle tanıştım Muzo’yla. Kısa boylu, kel ve fırlama bir tip. Çenebaz, her işin adamı Muzo. Sizinle ayaküstü konuşsun neye ihtiyacınız var hemen yardımcı olur. Ev mi arıyorsunuz? Emlakçıydı. Konser mi vermek istiyorsunuz? Bir grubun menajeriydi. Cep telefonu mu lazım? İkinci el satıyordu. Değişik adamdı Muzo.
Ancak bir gariplik vardı onda. Bir gün para cebinden taşıyor, ertesi gün hiç parası olmuyordu. Parası olduğundaysa öğle yemeğini kebapçıda yiyorduk. O ısmarlıyordu. Kalite sigara içiyor, akşam iş çıkışı kafeye gidiyorduk, içkileri bile o ısmarlıyordu. Bir iş çeviriyordu ancak çözememiştim.
Yine böyle paralı bir gününde öğle yemeğimizi yerken sohbet ediyorduk.
“Demek yazıyorsun?” diye sordu.
“Yani. Yayımlanmış bir öyküm var.”
“Nerede yayımlandı?”
“Bir dergide.”
“Kitabın yok mu?” diye sordu şaşırarak.
“Yok. Üzerinde çalışıyorum.”
“Kitap önemli. Kitap yoksa, arabası olmayan taksi şoförüne dönersin.”
Kitabı olmayan yazar sayılmıyordu. Hem nasıl bir benzetmeydi o? Güleyim mi kızayım mı bilemedim. Ama haklıydı, bir yazarın kitabı olmalıydı.
Köftecide oturuyorduk. Yan tarafta kokoreç satıyorlardı. Kokoreç yiyen adamlara baktı Muzo.
“Nasıl yerler bu şeyi? Sen sever misin?”
“Sadece kokusunu.” Dedim.
“Şunlara bak.” diyerek adamları gösterdi. İştahla götürüyorlardı ekmek arası kokoreçi.
“Parayla bok yiyorlar.” Dediğinde gülmeye başladık.
O zaman uygun zamanın geldiğini düşündüm. Artık sormam gerekiyordu.
“Muzo, seni kısa sürede olsa tanıyorum.”
“Evet.” Diyerek ağzındaki lokmayı çiğnemeyi bıraktı. Gelecek soruyu hissetmiş olmalıydı.
“Bir şeyi merak ediyorum. Bazen cebin para dolu geliyorsun. İki gün sonra beş parasız oluyorsun. Ne yapıyorsun allah aşkına?”
Gülmeye başladı. Ağzını çalıştırıyordu bir yandan. Lokmasını yutunca tekrar ciddileşti. Dükkanın içine baktı. Önce sağa, sonra sola. Etrafımızda bizi dinleyen birileri olmadığını anlayınca masaya eğildi, soğan kokan nefesini hissediyordum.
“Sır tutabilir misin?” diyerek fısıldadı.
Aynı şekilde fısıltıyla cevap verdim.
“Evet.”
Burnunu bir kez hızla çekti ve: “At yarışı.” Dedi.
“Sikiyim! Bu muydu sırrın?”
“Hey. Bağırma. Bu iş öyle ortalık yerde konuşulmaz.”
“Anlamadım?”
“Bir sistem kurdum. Belirli aralıklarla oynuyor ve kazanıyorum. Ancak bunu birisine anlattığım zaman kazanamıyorum.”
“Olur mu lan öyle şey?”
“Evet. Mesela bir bahis buluyorum. Eğer kimseye söylemeden sadece kendim oynarsam kazanıyorum. Ancak bir arkadaşıma tüyo verirsem, olmuyor. Defalarca denedim bunu.”
“At yarışı?”
“Evet.”
“Kazandırıyor mu?”
Başını sallıyarak onayladı.
Yeni bir spor dalıyla ilgileniyordum. At yarışı… Muzo, her şeyi anlatıyordu. Atların cinsinden başladı. İngiliz ve arap atları vardı. Sonra kum ve çim pist, mesafeler, jokey isimleri, antrenörler, aprantiler, padok, start box, beyaz bayrak, siyah bayrak, galop, maiden koşu, kısa vade ve açık grup yarışlar, ve at sahipleri, sonra kulübün yönetim kurulu üyelerini tanımam gerekiyordu ve onların sahip olduğu atları bilmeliydim. Sonra sıra bahislere geldi. Altılı bahisini oynamıyorduk. Çünkü o tuzaktı. Sineği tuzağa çeken şeker. Biz daha çok küçük ve günlük bahislerin peşindeydik. Çünkü mantıklı olan buydu. Altılı ganyanı kazanmak için, arka arkaya altı koşunun birincisini bilmek gerekiyordu. İhtimale vurduğunda hiç kolay değildi. Ancak bir koşu içinde bahis oynamak akıllıcaydı. Özellikle ikili bahis. Favori bir atın arkasından gelecek plase ya da sürpriz bir at bulduğumuzda 1’e 10 bazen 1’e 100 veriyordu. Bunu misli oynarsanız ya da sıralı ikili kombine, bir günde kazancınız birkaç yüzlira olabilirdi. Akşama kadar böyle sekiz koşulu bir programda oldukça sağlam bir para kaldırabilirdiniz. Ancak bir sistem gerekiyordu. Muzo’nun da vardı. Öncelikle bülten kullanmıyorduk. Bültenler halkı yanıltmak içindi. Yaptığımız sayılar üzerinden gitmekti. Sistem her ilde yapılan koşuya göre değişiklik gösteriyordu.
Birinci sistem şuydu, altılı dahilindeki altı koşuyu ikiye bölüyorduk. İlk üç ve son üç koşu. İlk üç koşuyu izliyorduk ve hiç bahis oynamıyorduk. İlk üç koşuda ikili bahise giren numaralarla son üç koşudaki rakamsal değerler örtüşüyordu. İşte o zaman beş on misli para yatırıyorduk. Özellikle, İstanbul yarışlarında bir cokeyin sadece ikincilik yaptığını bulmuştuk. Özellikle altılının ikinci ayağında. Bir defasında dörtyüz liralık bir ikiliyi bulduk. Başka bir sistem çok daha şans üzerine kuruluydu ve ilginç şekilde kazandırıyordu. Son koşu için muhtemel bahis oranlarını gösteren tabloya bakar ve tabloda sadece bir defa geçen rakamı ikiliye sokardık. Ancak sistem sürekli değişirdi.
Bütün bu bilgilerden sonra kumarı meslek edinmiş bahisçi kadar bilgi sahibiydim. Haftasonları ganyan bayinde yerimizi alıyorduk ve özellikle gece yarışlarında. İyi kazanıyorduk. Bir süre sonra sistemimiz o kadar iyi işiyordu ki yarışları izlemiyorduk bile. Yarış koşulurken bir sonraki yarışın bahislerini çıkarıyorduk, sonra şöyle bir ekrana bakıp kazandığımızı görüyor, buna memnun sırıtıyorduk. Gün geçtikçe iş yerinden aldığımız yevmiye az gelmeye başladı. Kendimizi şehrin kralları gibi hissediyorduk. İçki akıyor, kalite sigara içiyorduk, akşamları sadece protein yiyorduk. Yanaklarıma renk gelmiş, yüzüm et tutmuştu. At yarışı bana yarıyordu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.