- 1837 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kürk Mantolu Madonna
Sevgili dostum,
Aylar önce benim çok istediğim bir ‘sana alacağım, hem sana hem kendime, sen olma olur mu’ dediğin kitabı da alıp, hediye olarak gönderdin. Bazen eşyaların dili olsa da konuşsa diyorum. Gerçekten ne acayip olur değil mi?
İşten ayrılalı birkaç ay oldu. Parasızlık ve çaresizlik insanı mahvediyor. Kendin için istemeyeceğin şeyleri, ayırmak zorunda kalabiliyorsun. Böyle durumlarda ‘iyi’lerin ve ‘kötü’lerin belirginleşmeye başlıyor. ‘İyi’lerim kim peki? İnsanın kaynanası insana bu kadar düşman kesilebilir mi? Ya da bir kayınbirader bu kadar mı dedikoducu olur? Hepsinden tiksiniyorum.
İşsiz kalınca, malum telefonda sana anlattığım gibi Serap çocukları alıp babası evine gitti. Babası evi dediğim yerde, annemle beraber oturduğum evin iki sokak aşağısı zaten. Neyse, bu konularla seni canını sıkmak istemiyorum, ama gönderdiğin kitabı okuyup, bitirdikten sonra, inan ki duramazdım. İçimdeki o büyük boşluğu sana yazmalıydım. Kayınbirader aşağı taraftaki tekel bayinin sahibi çocukla küçükten beri arkadaş, her akşam marketin içinde zıkkımlanıyorlar. Geçen gece apartmanın kapısına dayanmış, sarhoşluğunda verdiği deli cesaretiyle küfredip duruyordu. Benim de iş güç yok, sabah kadar eski alışkanlıkları devam ettiriyorum, ne yapayım başka? Bağırıp çağıranın benim dengesiz kayınbirader olduğunu ilk başta anlamadım, tabi sonra pencereden aşağıya bakıp, o olduğunu anlayana kadar. Nasıl zıkkımlanmışsa, ayakta dahi duramıyordu, oturduğu yerden bağırıp, çağırıyordu. Yaşlı kadının, annemin uyanmasından çekiniyordum. İnmek zorunda kaldım gece gece aşağıya. Malum sarhoş, ayakta zor duruyor. Dövmekle adamda olmaz, ama bir türlü insan susturamıyor işte! Bir sarhoşu nasıl susturabilirsin ki? Bir sarhoş ancak kendini hatırlar ve kesik kesik bir itin nefes alışverişi gibi hırlamaya başlayacağı an, susması gerektiğini anlar. Bizim kayınbiraderde o halde olmadığı için, çareyi kolunun altından girip, iki sokak aşağı evlerine kadar götürmekle buldum. Cebinde anahtarı varmış ki Allahtan, zili filan çalmadan girebildik içeri. Ancak bağırmadan hiç durur mu? Her şey bitti, bu sefer Allah’a kadar sövmeye başlayınca, ensesinden sıktım. Fena halde canı yanmış olacak ki, öküz gibi böğürmeye başladı. O an evin içine girmişiz zaten, o sese değil evdekiler, bütün mahalle ayağa kalkar. Geldi bizim cadaloz kaynana ile Serap. Onu dövdüğümü sandıkları için, önce kaynanam bana hakaret etmeye başladı. Serap’ta kolumdan çekiştirip duruyordu. Sinirli bir şekilde ikisinin suratına da bakışlarımı eşit dağıtıp, biraz da yüksek bir sesle olup biteni anlattım. Annesi oğlunu iyi tanıdığı için, bana inanmakla beraber, yine de kızına ve kendilerine yeteri kadar sahip çıkmayışımın sinirinden hiçbir şey kaybetmediği için susmak bilmiyordu. Yeni bir sinir harbine, özellikle gece geç saatlerde kaynanam ile katlanamazdım.
Lanet olsun, kitabı verdiğin için mi bu lanet? Tabi ki hayır! Hem kaynanadan, kayınbiraderden bahsetmişken, birden kitaba dair konuyu değiştirmemin sebebi ne olabilir ki? Boşluk be canım, boşluk! İçimdeki boşluğu tekrardan bana hatırlatan kitap için lanet ettim, ama kendi kendime. Kötü bir şey tabi ki, ama beni anlayabilir misin bilmiyorum –anlayacağına adım kadar eminim, kendimle savaşıyorum- etkisinden kurtulamadığım kitap değil, bir nevi eski! Eski, nasılda basit bir kelime aslında, ama eski işte, Serap ile evlendiğimiz zamanda şimdi eski oldu. Hatırlıyorsun, resmini sana gösterdiğimde, ‘bununla mı evleneceksin ‘ demiştin. O kadar zor bir durumda, her şeyin senin üstüne geldiğini zannettiğin anda, dışarıdan bir kuvvetle muhtemelen yanlış bir karar verme olasılığı çok yüksektir, bunu denedim ve gördüm. Pişman mısın diye sormazsın, ama pişman değilim. Dedim ya, ne yaparsam yapayım, beni değiştirebilecek bir kuvvet, bir mana bulamazdım. Ben o manayı yıllar önce bulmuştum ve yıllar önce yine başlangıcından itibaren pek bir zaman geçmeden kaybettim.
Geçen pazar günü her zamanki gibi içimdeki boşluğun hayvansı pençeleriyle boğuşmaktan sıkılmış iken, pencereden dışarıya bakındım. Yağmur olanca şiddetiyle cama vururken, içimdeki garip tutku depreşivermişti; dışarı çıkmak istemiştim. Yürümek her şeye iyi geliyor, ama her şeye! Yürüyünce insan unutmuyor hiçbir şeyi, ama yaşadıklarını daha iyi hatırlayabiliyor ve eskinin bir sahnesine takılıp, uzun uzun düşünmesine imkânı kalmıyor. Eskiler şöyle derdi:’ Rab Teâla kızarsa eğer, gökyüzü huysuz bir ihtiyar gibi gürlemeye başlar. Kendimce tasvir ettiğim bu durumda, yağmurun bir kızgınlık sonrası pişmanlık gözyaşları mı olduğunu düşünmeliydim? Saçmalıyor muyum? Olabilir pek ala, ama merhameti yarattıklarında mektum bir yaratıcının pişmanlık olmasa da, merhametinden dolayı yine de insanları ıslattığını, onlara yağmur verdiğini düşünebilirim.
Yağmur yağıyordu ve ben zamanı çok geride bırakmıştım. Zaman denilen şey mefhumdu sadece. Otosansit diye genelde küçük atölyelerin yer aldığı sanayi sitesine doğru yürüdüğümü fark ettiğim an, zamanın saat olarak kaçı gösterdiğini merak edip, telefonuma baktım. Saat ikiyi on üç geçiyordu. Yağmur etkisini kaybetmişti. Daha erkendi ve yürüyüşüme devam edebilirdim. Nasılsa iş yok, güç yok, bu çaresizliğin gölgesinde tüm saçmalıkları tekrarlayabilirdim. Ama ruhumun bir yanı da, aslında bu yaptığımdan başka her şeyin saçmalık olduğunu ikaz ediyordu. Aldırış etmiyordum ruhuma bile. Onunla beraber hayatıma mana buluşum yıllar öncesiydi ve bu yıllar öncesi kalmış bir olayı hortlatmama gerek yoktu. ( Tüm bunların hepsi senin bana gönderdiğin kitabı okumadan önce meydana geliyor. Otosansit civarında yürürken, lisede son iki yıl aramızın iyi olduğu bir arkadaşla karşılaştım. Ve aslında kitabı bitirdikten sonra değil, o arkadaşla beraber yemeğe gittikten sonra bunları yazma isteğim var oldu.)
Otosansit girişine yakın bir yol ayrımı var. O yol ayrımından karşıya geçip, yoluma devam etmek isterken, bir arabanın Otosansit tarafından geldiğini fark ettim. Beyaz Ford içinde gözlüklü ve çilli arkadaşımla göz göze geldiğimiz an, birden adını dişlerimle çiğnemeye başladım. ‘Bur… ak’ derken, Burak kelimesi ayrılıp, tekrar birleşiyordu dudaklarımın iki eti arasında. Lise bittikten sonra bir iki defa görüşmüştük, ama sonra ben aramızda var olan muhabbeti dondurmuştum. Evet, muhabbeti dondurmak garip bir kavram, ama öyle olmuştu. Böyle olmasını ben istemiştim, ta ki hayatıma mana verenin de aynı şeyi yapması gibi. Neyse, farklı mevzular onlar, derine girmekten, anlatmaya çalıştığım şeyi zaten anlatamayacağımı bildiğim için, en azından anlatabildiğim kadarını anlatıp, sonra da yazıma bir son vermek istiyorum.
Normal bir yayaya yol verdiğini düşündüğü andan itibaren, tüm fikirler alt üst olmuş ve eski birden hafızana dolmuş gibiydi. ‘Beni bunca yıl neden aramadı, hiç sormadı?’ ‘Ona karşı yanlış bir şey mi yaptım?’ ‘Ben onun hep iyi olmasını istedim, o ne bekledi ki? Hayatındaki sorunları benimle de paylaşamaz mıydı?’
Telaşlanmıştım ama ikimizin de heyecanını kontrol edecek kadar olgunluğu vardı. O da ürpermişti bir an için, ama yine de hiçbir şey olmamış gibi, yıllardır var olan o donukluğu çözmek adına yüreğindeki çakmak ile çalı çırpıyı yakmaya başlamıştı. Pencereyi açıp, gerçekten düşündüğü insanın ben olup olmadığımı bilmek isterken, ben de ona ismiyle hitap edince, şüpheleri ortadan kalmıştı. Arabadan inip, kısa bir sarılış merasimi sonrası, zorla arabaya binmemi istedi. Öğlen işleri olduğu için yemek yememişti. Bana aç mısın diye sorduğunda, ne cevap vereceğimi bilemedim. ‘Seninle Gürsu’ya gidelim’ derken, aklıma gelen tek şey, nedense uyuttuğumu zannettiğim o boşluğun aniden uyandığını hissetmem olmuştu.
Takım elbiseli haline bakınca, kendi sefil halimi gözümün önüne getirdim. Sanki bundan birkaç ay evvel takım elbiseyle işe gidip, evine dönen ve bir mutluluk oyunu oynayan ben değilmişim gibi, kendimi hakir görüyordum. Çillerini görünce tekrardan gülmüştüm. Bir kadına yakışacak şeydi çil, bir erkek için çocuksu kaçıyordu, komik duruyordu. Gürsu’ya varana kadar yol boyunca konuştuklarımızı hatırladıkça, gülüyorum. İkimizde asıl bahsetmemiz gereken şeyden bahsetmemek için çabalıyor gibiydik.
Restorana oturunca ikimizde rahatlamıştık. En azından Burak öyle görünüyordu. Karşılaştığımız ilk andaki soğuk duş etkisi bırakan şaşkınlıklarımız eriyeme başlamıştı. Bu hâl, aramızdaki donukluğunda bir parça daha erimesini sağlayan etken olmuştu. Garsonu çağırırken, nedense garsonu tanıdığına dair bir his içime doğmuştu. Haklıymışım, garson ismiyle hitap edince arkadaşıma, anladım. ‘Ne arzu edersiniz Burak Bey?’ derken, Burak’ın yıllar sonra karşımda Bey olarak oturmasını hiç yadırgamadım. Çünkü hak ediyordu, çalışkandı. İkimizin de notları bir ara aynıydı. Hatta çalışkanlar arasına onun sayesinde ben de girebilmiştim, ama son sene oturduğumuz sıraların yerlerini değiştirince, onun çalıştığı tempo ile sınavların hiçbirine çalışmadım. Kısacası Bey olmayı o fazlasıyla hak ediyordu. Burak Bey karışık ızgara isterken, benim içinde aynı menüden olmasını garsona söyleyince, şaşırdım. Aslında şaşırmaktan öte, garsonun bana da sorması gerektiğini düşündüm içinden. Her şey Burak’ın elindeydi.
‘Burada en iyi yemek karışık ızgaradır. Kusura bakma kardeşim, sana sordurtmadım bilerek. Buraya kadar gelmişiz, güzelinden bir yemek yiyelim mi?’ dedikten sonra, elini yıkamak için lavaboya doğru giderken, arkasından bakıyordum. Tekrar masaya geri döndüğünde, alın tarafına doğru yer yer turuncu saçlarında dökülmeler olduğunu fark ettim. ‘E…’ dedi garson siparişleri iletmek için gidince. ‘E, ne yapıyorsun bakalım kardeşim?’ derken gülümsemek istiyordum.
-Nerede çalışıyorsun?
-Bu aralar işsizim.
-İşsiz mi? Hayırdır?
-Çalıştığım bankadan çıkardılar.
-Banka mı?
-Çıkardılar işten.
-Senin bankayla ne alakan var? Okulu bitirmedin mi?
-Bıraktım.
-Hiç haberim olmadı
-Doğrudur.
-Peki, bankada bir problem mi oldu?
-Yok, kendi tasarruflarıymış. Anlamadım pek, ben çıkardıktan sonraki ay bin beş yüz yeni çalışan aldılar.
-Üzüldüm.
Üzüldüm dediği an, garson yanımıza geldi. Pişirdiği tavuk etini servis tabağı içinde masaya koyarken, sonra pişecek etin ne eti olacağını Burak Bey’e soruyordu. Burak Bey’de garsona eşlik edercesine, aynı güzel diksiyonla ‘kuzu eti’ dedi.
Gözlerimin iç borularında bir nem, rutubet vardı. ‘Kuzu eti’ derken hüzünlendim. Uzun bir zamandır kendi çocuklarına bakamayan bir babayım. ‘Hadi yesene kardeşim ya, sen bu kadar iştahsız değildin’ diyen Burak’a karşı söyleyecek çok sözüm vardı. Ona akıl vermem yine de imkânsız gibiydi.
-Sana bir iş ayarlamak lazım kardeşim.
-İş mi?
-İşsizim demedin mi?
-Evet, ama nasıl?
-Orasına bakarız artık. Bugüne bugün Otosansit’de sekiz tane atölyemiz var.
-Abinle beraber mi?
-Nerden bildin?
-Lisede hep derdin, abimle beraber çalışmak istiyorum diye.
-Unutmamışsın…
Tavuklar bitmişti, sıra kuzu etine gelmişti. Garip bir restorandı. Bir anda bütün etleri getirmek yerine, pişirdikçe çeşit çeşit etleri önümüze getiriyorlardı. Bu muhabbetin daha fazla uzamasını istemiyordum, ancak çaresizlik insanın beli büktüğü içinde, Burak Bey’in teklif edeceği bir işi kabul edebilirim diye düşündüm. Serap belki annemle beraber kaldığım baba evime geri dönmezdi, ancak başka bir yerde ev de tutabilirdik. Bunu gerçekten istiyor muydum? Hayatta çoğu şeyi artık isteyerek değil, bir angarya gibi yıllardır yaptığım için, böyle bir şeyi yapmak da angaryadan başka bir şey sayılmayacaktı. Serap’ı seviyor muyum? On bir senedir evli olmamıza rağmen, o beni ne kadar tanıyorsa, belki de ben de onu o kadar seviyorum. Bu onun suçu değil, benim suçum da değil! Bilmiyorum…
Kuzu etinden sonra Arnavut ciğeri, Adana Kebap, İnegöl Köfte ve adını bilmediğim iki çeşit daha ızgara servis önümüze geldi. Arnavut ciğerinde kesilmiştim. Burak ise fit vücuduna rağmen, uzun boyunun verdiği avantaj ile rahatça önüne gelen servisleri ekmekle bitirebiliyordu. Çalışan adam ile çalışmayan adamın farkıydı ikimizi o an zamana kilitleyen.
Yıllar sonra karşılaşmamız elbette ilginçti. Ona bakınıyordum. O bana baktığı zaman da, gözümü restoranın camekânına çeviriyordum. Bir şey konuşmak istemiyordum. Yıllar önce aynı sebepten dolayı nasıl muhabbetimizi kestiysem, şimdi de aynısını istiyordum. Ancak çaresi bir şekilde, Burak’a karşı minnet duyuyordum. Asla kibirli bir hali yoktu, ama halinin vaktinin pek yerinde olması, dengelenmemizi engelliyordu.
-Hâlâ karalıyor musun bir şeyler?
-Ne gibi?
-Yazı, şiir canım işte. Lisede çok meraklıydın.
-Arada.
-Hiç para kazandırmadı değil mi sana bu yazmak işi?
Kafamı ‘hayır’ manasında sallarken, ‘hadi ya’ dedi. Peçeteyle ağzını silerken, bardağa doldurduğu ayranından iki yudum aldıktan sonra Adana Kebabı bıçakla beş parçaya ayırdı. Sakindi eskiden de olduğu gibi. Sakindi, ama artık hiçbir şey eskisi gibi denk değildi.
-Evli misin?
Soruları hep o soruyordu. Acizliğimden değildi elbette bu. Daha fazla bu maskaralığı kaldıracak gücüm yoktu.
-Evliyim.
-Ya, kaç yıldır?
-On bir bitecek.
-Benim de on dört dolacak. Senden üç yıl önce evlenmişim demek ki!
-Sanırım.
Dilini arka dişlerinde dolandırıyordu. Aklından geçenleri tahmin edebiliyordum. ‘İşsiz bir insan ailesine ne kadar sahip çıkabilirse, ben o sahiplikten daha kötü bir halde aileme bakmakta güçlük çekiyordum.’ Çünkü onlara bakamıyordum. Belki Serap boşanıp, benden kurtulabilirdi ve onu mutlu edecek biriyle yeniden evlenebilirdi.
Bunlar olabilir miydi gerçekten? İnsan karısından bu kadar kolay bir şekilde vazgeçebilir mi? Sanırım deliler gibi sevmiyorsa ve ona zarar verdiğini düşünüyorsa vazgeçebilir. Göğüsleri göbeğine kadar sarkmadan, ağzının etrafından kör bir bıçağın bıraktığı gibi izler ortaya çıkmadan, bu haliyle elbette şanslı bir dul sayılırdı.
Bir an önce Burak’ın yanından ayrılmak istiyordum. Canım fena halde sıkılmıştı. Bana karşı kibirli bir hali yoktu, ama üste olan, üst olan oydu. Bir işsiz ne kadar dolu konuşabilirse, o kadar dolu hissediyordum kendimi. ( Aslında bunlar hüsnü kuruntu mu diye de düşündüm sevgili dostum. Hayır, bir an önce o sofradan kalkmak ve annemin yanına gitmek istiyordum. Hastaydı o gün ve mercimek çorbası yapmalıydım ona. Çocuklarım böyle bir yemek bulamazken, arkadaşımla beraber, hem de aramızdaki muhabbeti benim bitirdiğim arkadaşımın ısmarlamasıyla çeşit çeşit ızgara etlerden tadıyordum. Kurşun yarası gibi ağırdı yürek sancım. Kurşun yarasıda hiç tatmadım, ama herhalde ruhumun çektiği azabın yarısını kurşun yarasıyla çekemem. )
Burak diliyle arka dişlerini temizlemeye çalışırken, boş bardağa pet şişedeki soğuk suyu doldurdum. İçim yanıyordu ama bu yediğim etlerden dolayı değildi. Çocuklardan bahsetmiştim, evet çocuklar bir yana bir de Serap içinde üzülüyordum. Serap bir keresinde, benimle beraber olduktan sonra hayatında neler değişti diye sormuştu. Ne mi olmuştu? Hiçbir şey olmamıştı. Maksat bir erkeğin cinsel ihtiyaçlarını karşılamaksa, kendi hanımını sadece o ihtiyaç için düşünmesinin saçmalık olmadığını bana kim söyleyebilir? İnsanın hayatına mana aradığı zamanlar olur. Bunu karşımdaki adamda görebiliyordum. Burak son derece manalı bir hayat sürüyordu ve mana aramasına tekrardan gerek yoktu. Ama benim için kazanılmış ya da kaybedilmiş hayatın manalarından çok, yeniden bir arayış içerisine girmek önemliydi. Bunu kitabı okumadan önce hissederken, kitapla beraber bir devrim gerçekleşmeye başladı.
Bir şeyin sebeplerini bilmedikten sonra, o şey hakkında biliyorum demek olmaz. Bu hataya düştüğüm her seferinde, aynı şeyleri düşündüm. İnsan bir anda neden umursamaz olur ki? Gerekli olan inanmaktı. Bir erkek veya bir kadın fark etmez, inanmadığı bir şeyi devam ettirir mi hiç? Çocuklar bile aynen böyle değil mi?
Hesabı öderken bile havalıydı. Aklım ve yüreğim bu durumda kavga ediyordu. Bir tarafım kibir yok derken, diğer tarafım sana karşı hava atmak için böyle yapıyor diye düşünüyordu. İki derede bir arada, ne düşüneceğimi bilemiyordum. Mantıklı tek çıkarım, böyle bir restoranda herkesin aynı tavır ve hareketler göstererek hesabını ödemesiydi. Buna inanabilir miydim?
Mayalardan beri öleceğimizi biliyorduk. Daha iyi bir şekilde, ölüyorduk. Bunu anlatmama gerek yok, anlıyorsun beni. Birisi ne kadar konuşsa da, iyi bir şekilde anlattığını zannetse de, sen de biliyorsun ki, gerçek hiçbir zaman öyle değildir. Gerçeği bu kadar merak etmemin amacı, Yaratıcıyla alakalı bir bağ mı sence? Böyle olmasını ümit ederdim, ancak bir ölümlünü dileyebileceği tek şey, dilenmiş olanlardır. Duaların çoğunda mucize aranmıyor mu zaten? Biliyor musun, hiç mucize beklemedim Allah’tan. Belki de mucize olarak yaşadığım içindir. Bilmiyorum, tek bildiğim hâlâ muhtaç olduğum. Kime, nasıl, ne için; bunları da bilmiyorum.
‘Otosansit girişinde inerim’ dedim ona. ‘Yarın gelmeyi unutma kardeşim’ derken rikkatli bir insan olduğunu düşündüm. Merhametliydi gerçekten de, ama bana yardım etmesi onu mutlu edeceği için miydi? Bunu düşünüyor muydum, yoksa biliyor muydum?
Elini sıkarken, kullandığı elin bile farklı bir şey olabileceğine dair hislerle uğraşıyordum. Kendimi böyle aciz görmenin bir gerekçesi olmalıydı, ancak bu kadarı fazlaydı. El, eldi; herkesin eli aynı fonksiyonları görebiliyordu. Ama benim elimin ne işe yaradığını düşününce, içim burkuldu o an.
Eve dönerken, bir buçuk saate yakın yaşadıklarımı unutmak istiyordum. Yarın buraya gerçekten gelebilir miydim? Burak’ın yanında, onun işçisi olarak çalışabilir miydim? Kendi egomun sözünü dinleyemeyecek kadar çaresiz kalınca, en mantıklı yol bu olacaktı. Belki o zaman çocukları ve Serap’ı da alır, Otosansit’e yakın bir yere taşınabilirdik. Kaynanamın sivri dilinden de az da olsa uzaklaşmış olurdum. Ya annem? Ona bakmak gerekli, ben yokken ona kim bakacak? Kazandığım parayla bir bakıcıda bulamam ki! Burak Bey en fazla ne kadar maaş verebilir ki? 800, 900, taş çatlasa 1000 lira.
Anahtarları çıkartıp, kapıyı açarken, annemin inler gibi ‘neredeydin sen’ sesini duydum. İş aradım desem, artık o da inanmıyordu. Babamdan kalan emekli maaşını anneme bağlayamasaydık, herhalde aç kalırdık. Üzerindeki yeleğin yan ceplerine doğru ellerini uzatmış, yeleğin sağ cebinden dizlerine doğru doksan dokuzluk tesbih uzanıyordu. Hangi virdi çektiğini tam olarak anlayamıyordum. Yağmurda hafifçe ıslanmış pantolonumu çıkartırken, yarını düşünüyordum. (Gönderdiğin kitabı kitaplığın açıkta kalan raflarından birinin üstüne koymuştum. Gerçeği söylemek gerekirse, okumam demiştim kargocu elime kitabı bıraktığında. Okumam demiştim, ama niye? O gün yaptığım çorbanın yanında, turşu da çıkardım. Annem ‘ben kendim yerim oğul’ derken, onun çorba kâsesine koyduğum çorbayı da ona içirdikten sonra, birkaç havuç dilimini sırf sofrada bir şeyler yemiş olmak için ağzıma götürdükten sonra, annemin dikkatini çekmiş olacak ki, ‘sen niye yemedin oğul’ deyişi karşısında hiçbir şey söyleyemedim. Saat dokuz buçuğu gösteriyordu ki, annemin uykusu gelince, onu yatağına uzandırıp, odasına en uzak yer olan mutfağa geçtim. Elimde nedenini bilmediğim bir hisle, gönderdiğin kitap vardı. Tuvalette ikisi sigarayı içip, mutfağa gittiğim anda, ‘kitabı bu gece bitireyim’ dedim.)
Evet, kitabı bitirdim. Yağmur sesiyle beraber, Sabahattin Ali’nin ’Kürk Mantolu Madonna’sı bitti. Ben de bittim. Ne dedim biliyor musun kitabı bitirip, tuvalette gecenin üçüncü sigarasını içerken? ’Neden daha önce okumadım?’ Daha önce, mesela bundan yirmi yıl önce, Reşat Nuri’yi okur gibi, Peyami Safa’nın dergahında bulunup, Sait Faik’i dinler gibi neden Sabahattin Ali’yi ve de onun en değerli eserlerinden biri olan ’Kürk Mantolu Madonna’sını okumadım?
Pençesine düştüğüm cesaretliksiz içinde, bu kitabı bitirmenin acı bir neşesi kaldı içimde. Evet, neşe! Çünkü yaşadığımız duyguları, bir başkasının yaşamış olma ihtimalini veya doğrudan yaşadıklarını okumak kadar güzel bir şey olabilir mi? Tarif edemediğim içimdeki boşluğu yaşayan, Raif adından ihtiyar bir arkadaşım oldu mesela. Onun nefret ettiklerinden bende nefret etmeye başladım. Ama bir şey var ki, kaybetme, kaybetmenin verdiği mütessir olma halinin gitgide daha fazla üzerime sarınmasını engelleyemedim. Merak ediyordum, ama merakımı söndüveren pek çok engeli de giyiniyordum. Kendimi merak ettim önce. Önce kendimden başladım merak etmeye. Eğer anlayabilseydim, daha doğrusu kendimi çözebilseydim, bunların hiçbiri olmayacaktı. Ama kendimi anlamam için mutlaka birine ihtiyaç duyacaktım. Bu ihtiyaç olma halini nasıl eritebilirdim? Nasıl yok edebilirdim? Doğduğumdan beri benim de hiç kopamadığım ve de anlamsız bir şekilde üzerime tekâsüf etmeye başlayan sebepsiz bir sıkıntı, suyun borular içerisinde dolaşımını engelleyen kireçler gibi hayatımda hep karşıma çıkıyordu.
Raif Bey gibi ben de kendi çocuklarıma sahip çıkamıyordum. Onunki gibi eşimin kalabalık bir ailesi de yoktu, ama olaylar farklı noktalarda birleşip, aynı çözümsüzlüğün içerisinde toplanmaya devame diyordu. Serap’da soğuk havada akşam yürüyüşlerimden, bazı zaman soğuk algınlıklarımın çok olmasından yakınırdı. Mihriye Hanım gibi miydi acaba? Bir alışkanlığım mevcudiyeti sonrası, beni kaybettikten sonra mı özleyecekti? Ama bunların ne önemi vardı ki? Benim de kaybedilmiş bir Maria’m vardı. Belki yaşıyordu ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Bir mutlu haber almak için yeteri kadar zamanımız hiç olmamıştı ve benim Maria’mı kürksüz sevmiştim.
Halının üzerinde, mutfağın duvarındaki fayanslara sırtımı dayamışken, Burak ile karşılaşmamım, aslında kendi adıma bir muhasebe olduğunu şimdi yeni yeni anlamaya başlıyorum. Raif Bey’deki o derin boşluk gibi, kendi boşluğumu Serap’la, çocuklarla veya ara sıra uğraştığım edebiyat ile gidermek, safsatadan başka bir şey değildi. Başkalarını üzmüştüm. Başkalarının hayatlarını mahvetmiştim. Bir işe yarıyor muydum? Ne amacım vardı ki? Son iki sene Serap ile aynı yatakta yatmamıza rağmen, bir kez olsun sevişmemiştik dahi. Kimi zaman üşüdüğü oluyordu ve sarılmak istiyordu. Arkamı ona dönünce, bu heveside yok oluyordu. En azından yatakta onu üşütmeye hakkım var mıydı? Ya çocuklar? Kızın ya da oğlanın bir kez olsun okulunu merak etmiş miydim? O masumlara karşı kendi anlamsızlığımı yaşatmanın ne manası vardı?
İnsanlar yaşamaya alışırkende aynı sözlerle kandırmazlar mı kendilerini? ’Belki bir gün!’ Ama o bir gün beklenir, aradan yıllar geçer, belki ömür biter ama o ’bir gün’ hiç gelmez. İzlediğim filmlerde absürt bulduğum en büyük noktada bu zaten. Neden hep ’bir gün’ var oluyor? Neden biz yaşarken kendi ’bir günlerimizi’ göremiyoruz? Saadeti israf etmemek için elimizden geldiğince ihtiyatlı davranıyoruz, ama kendimiz için o ’bir günü’ ise hiç düşünmüyoruz. Çünkü biliyoruz ki öyle bir gün yok! Ailem için ne kadar tehlikeli olduğumu şimdi daha iyi anlıyorum. Belki beklemeliydim ve o manayı bana sunabilecek biriyle evlenmeliydim. Serap’ın hayatını mahvetmemeliydim. Ya da hiç evlenmetebilirdim de. En azından bir yanım daha mesut olurdu, kirlenmemiş gibi, kirletmemiş gibi. Beni zorla güldürmeye çalışan kızımı hatırladıkçada, ağlayasım geliyor. ’Hadi babacım, hadi gül bakayım’ deyip, minicik elleriyle yanaklarımı bir sağa bir sola çeken kızımın ne günahı vardı? Raif bey’de demiyor muydu: ’ Bir insanın zorla gülmesi kadar tehlikeli bir şey yoktur.’
Beni kederlenen şeyi tam olarak tasvir edemediğim içinde zayıf düşüyorum. Kendi Maria’mı unutamamak mı? Eşime ve çocuklarıma iyi bir eş, baba olamamak mı? Yoksa hiçbiri mi? Bu boşluğu Rab, bir ceza olarak mı bana verdi ve ben bunu insanlar üzerinden yeşertmeye ve kalın kalın gövdeler oluşturmasına izin mi verdim, veriyorum? Hâlâ aklımdan çıkmayan, Virginia’nın mektubu gibi yazıp, bir yerlere mi kaçmalıyım? Ölmek kaçmanın en kolay yolu. Acı çektiğimi bile bile, yaşadıklarını bile bile sevdikleriminden uzakta olmayı mı seçmeliyim? Küçük bir not yazıp Serap’a, Virginia Woolf’un dediği gibi ’Senin yaşamını berbat etmeye devam edemem. Yapabileceğim en doğru şeyi yapıyorum’ mu desem? Hayır, dedim ya ölmek en kolayı. Ölmek beni kimseye karşı beraat edici bir hüküm takınmayacak. Kleist’in kanlar içinde kalan kafatasına kalemimi daldırıp, çıkarmaktan yoruldum. Bir manası olsa, belki yaşamak denilen şeyin herkesin anladığı dışında bir manası olsa... Burak kadar manalı yaşayabilemez miydim? En azından kimseye şikayet etmiyor hayatını. Kötü bir alışkanlığı da yok. Edebiyat onun için lise yıllarında okuduğu edebiyat kitaplarından başka ne ki?
Hayatımızın en manalı ve dolu günlerini beraber geçirdiğimize inandığımız günler sonrası, her şey alt üst olunca, karşımızdaki inandığımız insana mı kızmalıyız, yoksa kendimize mi? Sadece kendimize mi acımalıyız?
İnsan yalnızlığın sahilinde sallanıveren bir sandal gibi. Gideceğim diyorsun, ama gittikten sonra mutlaka geri de dönüyorsun. Olduğun yerde sallanmaktan ve de kendini avutmaktan başka hiçbir şey elden gelmiyor.
Şu anda bu mektubu postaya vermek için evden çıkacağım. Dönüşte Otosansit’in oraya uğramayıda düşünüyorum. Ama Burak’ın yanına gitmeyeceğim. Bir şeyleri mutlaka değiştirmek için, kendim değişmeyeceğim. Bu büyük bir aptallık olacak ve meziyet başağrısından başka bir şey de olmayacak. (Biliyorum ki, mektubun son kısımlarında sıkıcı oldum. Bunu isteyerek yaptım belki de ve olması gerekende buydu. İnsanlar bir ara gülüşümü farklı buldukları için kendimi kötü hissederdim. Ama artık insanlar da yok ve insanlar sadece bir resim gibi. Ben aslında kendime yaklaştıkça, yabancılaşan insanların birbirlerinden kopamayan diğer insanlar olduğunu fark ettim. )
Anneme kahvaltılık bir şeyler hazırladım. Üç zeytinin çekirdeğini çıkardım. Birazcık da beyaz peynir, yanında da yarım haşlanmış yumurta. Bir bardak açık ve dört şekerli çayını içirdikten sonrada, aşağıdaki bakkaldan zarf alıp geleceğim. Orada yoksa, daha da aşağıda kırtasiyeye giderim. İnşallah kaynanamla karşılaşmam. Ne biriyle atışmaya ne de düşünmeye gücüm kaldı! Sana kızmıyorum, ama bu kitabı okuduğum içinde çok pişmanım. 160 sayfa sonucu böylesi bir hüzüne tanık olmak aslında yine de iyi bir şey! İnsanların hazin halleri karşısında, belki de böyle mesutum. Bilemiyorum.
Hasretle Sarılarak...