- 707 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İBRETLİK
--Adınızı söylemediniz, bi tanışamadık.
Adını söylemekte bir süre tereddüt etti. Nerdeyse köylünün en son taktığı adı söyleyecekti ki, sonra vazgeçti,
--Osman, dedi.
--Memnun oldum, dedi öğretmen.
Tanışma merasiminden sonra bir süre yine sessizlik oldu. Öğretmen, adamın sıkıntıda olduğunu anlamıştı ama nasıl sorması gerektiğini kestiremiyordu. Bütün cesaretini toplayarak:
--Osman Ağa, sizin sıkıntılı bir haliniz var. Bir derdiniz mi var, yoksa benden mi hoşlanmadınız?
Osman içinden “La havle” çekti. Yine de nezaket kuralını çiğnememeye özen göstererek; yarım yüzle öğretmene baktı.
--O nasıl söz öğretmen bey, sizden niye hoşlanmayayım?
--Ne bileyim, sanki “ bu adam da nereden çıktı böyle?” dercesine bir ifade var yüzünüzde.
Osman bu söz üzerine zoraki de olsa bir gülümseme kondurdu yüzüne.
--Yok öğretmen bey, tavrımın seninle bir ilgisi yok. Ben uzun zamandır böyleyim.
--Anlaşılan seni üzen, yüreğini dağlayan bir derdin var. Anlatmak istemez misin?
Osman’ın gözleri akşam güneşi ile birlikte değişik renk cümbüşüne dönüşen karşıki yamaçlara yöneldi yeniden. Derinde bir iç geçirdi.
--Boş ver öğretmen bey, benim derdimle başını ağrıtma. Hem benim derdimin dermanı da yok.
-- Öyle deme Osman Ağa, derdi veren mutlaka dermanını da verir.
-- Benim ki senin bildiğin gibi hekimlik bir dert değil.
--Dertler paylaşıldıkça azalır derler. Anlat ki derdin azalsın. Mevla’m hiç beklenmedik bir zamanda hiç ummadığın bir sebeple dertlere derman gönderir.
Osman, birkaç kez yutkundu. Elindeki çöple yerde anlamsız çizgiler çizmeye başladı. Canının sıkkın olduğu her halinden belliydi. Öğretmen, elini Osman’ın omzuna attı.
--Derdine derman olamasam da dinlerim, sen de rahatlarsın. Hadi anlat, dedi kadife gibi yumuşak bir sesle.
Osman, bu meseleyi yabancı birisine anlatmayı gereksiz görüyordu. Zaten köylü köycek herkesin dilindeyken bir de elin yabanına anlatmanın ne anlamı var diye düşündü.
--Benim derdimin dermanı yok. Anlatıp da canını sıkmayayım.
--Benim görevim sadece çocuk okutmak değil, köyün ve köylünün sorunlarını dinleyip çözebildiğim kadarını çözüp, çözemediklerimi de ilgili yerlere ulaştırıp onlardan yardım alarak sorunları kökünden halletmek. Belli mi olur, hele sen bir anlat.
Osman, bu ilgi karşısında bir hayli etkilendi. Yıllardır bir arada yaşadığı köy halkı, bırak onunla sohbet etmeyi, selam vermemek için yolunu bile değiştiriyordu. Elin yabanı gelmiş onunla konuşuyor, derdine derman olmaya çalışıyordu. Bu ilgi ve alaka ziyadesiyle ruhunu okşamıştı.
--Ben, dedi. Boynunu büktü, gözlerini yeniden karşı yamaçlara dikti. Öğretmen bey, ben çok büyük bir günah işledim. Ben o günahın bedelini daha dünyada iken çekmeye başladım. Ahretim nasıl olur, onun düşüncesiyle her gün, her dakika, her saniye ölüp ölüp diriliyorum.
--Allah, tövbe eden kulların günahlarını affeder.
--Benim ki affedilir gibi değil, öğretmen bey.
--Her ne şekilde olursak olalım, Allah’tan ümit kesmemek lazım. Şanı yüce olan Allah affedicidir, affetmeyi sever. Bizim yapacağın iş, işlediğimiz günahlar için ellerimizi semaya açıp: “Allah’ım sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet.” Diye yalvarmak.
Osman, öğretmeni duyuyordu ama gözleri boşlukta sanki uçurumun kenarındaydı. Ha düştü, ha düşecekti.
--Yok öğretmen bey yok. Beni ne Allah affeder, ne de o.
--O dediğin kim, kime karşı affedilmeyecek bir suç işledin?
--Ah öğretmen bey ah, yaralarımı deştin, dedi. Başladı çocuk gibi ağlamaya. Hıçkırıkların arkası kesilecek gibi değildi.
Öğretmen, adama biraz daha sokuldu. Elini omzuna attı. Sevecen bir ifade ile
--O dediğin kim, kime karşı suç işledin?
.”
Osman, hıçkırıklar arasında belli belirsiz duyulan bir sesle;
--Gelin, deyiverdi.
Öğretmen, bu cevaptan hiçbir şey anlamamıştı. Aklından gelinle arasında geçen bir sürü olumsuz düşünceler hızla gelip geçti. “Bu adam gelinine şiddet mi uyguladı, yoksa onunla cinsel bir ilişkide mi bulundu? İlk aklına gelen sorular bunlardı. Alacağı cevaptan korktuğu için sorup sormama arasında tereddüt ediyordu.
--Gelininizle aranızda ne geçti ki, sizi affetmesin?
--Öğretmen bey, gelin dediğim benim öz anam. Biz büyük bir aile idik. Amcalarım, yengelerim, koca anam, koca babam, hepimiz bir arada idik. Evde herkes anama gelin derdi. Ben de onlardan görerek anama gelin demeye başlamışım. Bu alışkanlık, büyüyünce de değişmedi, öylece devam etti, bu yaşıma geldim hala da öyle devam ediyo.
--Ya dedi, öğretmen. Bir ara sessizlikten sonra; Peki gelinle, pardon annenle aranızda geçen meseleyi anlatmak ister misin?
--Çok kötü öğretmen bey, anlatılacak gibi değil.
Öğretmen, adamın söylediği “çok kötü” cevap karşısında oturduğu yerde deprem olmuş gibi sarsıldı. “ Yoksa bu adam anasıyla… Yok ya o kadarda olmaz… Hayır hayır bunu düşünmek bile çok kötü.”
Osman’ın gözleri uzaklarda, yanındakinin neler düşündüğünden ne halde olduğundan habersiz;
--Ona karşı o kadar büyük günah işledim ki, o da can yangısıyla bana öyle bir beddua etti ki, Allah duasını kabul etti, duaları bir bir yerini buldu.
--Analar şefkatlidir. Dili ne kadar kötü söylese de gönlü başka söyler. Ne kadar atıp tutsa da yar başına gelince çekip çıkarır oradan.
--Doğru söylersin de her insanın bir dayanma noktası vardır. İş son haddine varınca yani bıçak kemiğe dayanınca insan her şeyi yapabilir. Benim yaptıklarım gelinin de canına tak etmişti. O da her şeyi yaradana havale etti. O’nun da hacet kapısı açıkmış ki, duası kabul oldu.
--Kusura kalma da anlattıklarından ben pek bir şey anlayamadım.
Osman, bu söz üzere öğretmene döndü. Sağlam eliyle sol bacağını yukarı sıyırdı.
--Bak şu bacağıma, dedi.
Öğretmen gördüğü manzaradan içi burkuldu. Bacaktaki kaslar erimiş, deri kemiğe yapışmıştı. Bacak sanki iskeletti.
--Ne oldu buna böyle?
--Gelinin, pardon anamın ahı.
--Nasıl yani?
--Anam her yerde, her sözünde “Allah bacağını topal, kolunu çolak, gözünü de kör etsin.” Diye dua ediyordu. Duası kabul oldu, sıra sapmadan her birisi teker teker vuku buldu.
-- Anana karşı bu derece ne büyük bir suç işledin ki, sana bu kadar büyük bir bedduada bulundu?
Osman, derinden bir iç geçirdikten sonra;
--Ben, dedi. Yine çok uzaklara gitti. Pişmanlık ve utanç duygusunun izleri yüzünde okunuyordu ama o yine de anlatma gereği duymuştu. Ben başta söylediğim gibi büyük bi ailenin en küçük çocuğu idim. Beni el bebek, gül bebek büyüttüler, şımarttıkça şımarttılar. Bu şımarıklık delikanlı çağımda da devam etti. Boylu poslu olduğum için köyde herkes bana “Genç Osman” derdi. Kimse önüme geçemezdi. Benim için yok yoktu. Koca anam, koca babam ölünce amcalarımızla ayrıldık. İki sene sonra da ben askere gittim, askerdeyken babam öldü. Asker dönüşü anam Genç Osman’ına anlı şanlı bir düğün yaptı. O Genç Osman evliliğinin daha ilk gününden itibaren karısının oyuncağı olan bir adam oldu. Birkaç ay sonra anamla karım arasında sürtüşmeler başladı. Kim haklı olursa olsun ben hep karımın yanında yer aldım. Karım, benden yüz bulunca kaynanasına karşı terör estirmeye başladı. Gözümün önünde her türlü hakaretlerde bulunuyor, hatta dövüyordu. Ben ise bırak müdahale etmeyi, bu manzara karşısında zevkten dört köşe oluyordum. Karım anamı döverken; “ Oh oh, iki de benim için vur diyordum.” Bu kadar vicdansız bir adam olmuştum. Gelin, yani anam gelininden yediği dayaktan ziyade benim vicdansızlığımdan dolayı kahroluyormuş. Beni sevenler yaptıklarımın yanlış olduğunu anlatıyordu ama benim kalp gözüm kör olmuş, hakikati göremiyordum. Kadın, benim yüzümden kendi evinde cehennem hayatı yaşıyordu. Gidecek başka bir yeri yoktu zavallının. Mecburen aynı çatı altında yaşıyorduk. Öz evladından bu kadar zulüm gören bir ana başka ne yapabilirdi ki, o da en son silahını kullanıp Allah’a sığınıp o meşhur duasını yapıyordu.
Öğretmen, hikâyeye çok üzülmüştü ama sonunu da merak ediyordu.
--Annenin ettiği beddualar gerçekten oldu mu?
Akşam gurubunun dağların üzerine düşmeye başlamasıyla birlikte ikisinin de yüzü tunçtan bir heykeli andırıyordu. Osman, derin bir iç geçirdikten sonra öğretmenin yüzüne baktı.
--Hem de hiç sıra sapmadan.
--Gerçekten mi? Dedi öğretmen inanmaz bir ifadeyle.
--Sonbahar mevsimi, hasat zamanıydı, tarlada mısır biçiyorduk. Etrafta çocuklar mal güdüyordu. Çocuklar oyuna dalınca mallar tarlaya giriyor, mısırları yiyordu. Bizde malların tarlaya girdiklerini gördükçe çocukları uyarıp mallarına sahip olmalarını söylüyorduk. Birkaç defa böyle oldu, çocuklara bağırıp çağırıyor, işi idare ediyorduk. Mısırların üçünü beşine çaplamış, kalıç (orak) ı tam mısırlara çalacakken eğildiğim yerden, bacaklarımın arasından ineklerin tarlaya girdiğini gördüm. Sinirimden elimdeki kalıcı öyle bir salladım ki kalıç geldi sol bacağıma saplandı, ucu öbür taraftan çıktı. Kalıcı can havliyle saplandığı yerden hızla çekip çıkardım. Kalıcın çıktığı yerden oluk gibi kan fışkırmaya başladı. Kanla birlikte gözlerimin karadığını hissettim, gerisini hatırlamıyorum. Beni alıp eve götürmüşler. Bir kırıkçı çıkıkçı bulup yarayı temizleyip sarmışlar. Kalıç bacağımdaki sinirlerin hepsini koparmış, bacağım gün geçtikçe inceldi, beni taşıyamaz oldu. Bu gelinin yani anamın birinci ahı. Topal olmuştum. Köylü ismimi değiştirerek adımı Genç Osman’dan Topal Osman’a çevirdi.
Öğretmen, anlatılanlar karşısında şaşkınlığını gizleyemedi;
--Bu iş doktorluk bir iş, kırıkçı çıkıkçıyla ne ilgisi var? Niye doktora götürmemişler?
Osman, öğretmeni duymadı bile. Hemen arkasından öbür hikâyeye geçti.
--İki sene sonra yaylaya göç zamanı idi. Ata yükleri yükledik, ben de yüklerin ortasına binip, yola koyuldum. Yolda başka atlılarla karşılaştım. Benim at aygır, öndeki kısrağı görünce delirdi. Ne yaparsam yapayım zapt edemiyorum. Devamlı kısrağın arkasına sokuluyor, o sokuldukça kısrak çifteler savuruyordu. Bizimkinin zapt olacağı yok, sırtındaki o kadar yüke, benim dizginini çekmeme rağmen kısrağa atlamaya kalktı. Kısrak, onun bu hamlesine yine çifte ile karşılık verdi. Kısrağın tekmesi o kadar yükün arasında başka bir yere değil de kolumda şakladı. Acıdan gözlerimin önü karardı, attan düşmüşüm. Yanımdakiler beni ayıltıp ata bindirerek yaylaya götürdüler. Orda da bir kırıkçı bulup sarıp sarmadılar ama kolumun dirseğindeki kemiklerin hepsi un ufak olmuş. Kolunu sıyırıp onu da gösterdi. O olaydan sonra kolum böyle eğilmez bükülmez kuru odun gibi kaldı. Anamın ikinci ahı da yerine gelmiş oldu.
--Niye doktora değil de kırıkçı çıkıkçıya götürüyorlar? Diye tepki gösterdi öğretmen.
--Eyi dersin, hoş dersin öğretmen bey de o zamanlar köy yerde doktora ulaşmak fermana mahsus. Para yok, vasıta yok. Devlet kapısı bize çok uzak. Hem gitsek de fark etmezdi.
--Etmez olur mu? Senin dediğin gibi olsa sağlık için bu kadar paralar harcanıp, insanlar okumak için bu kadar dirsek çürütüp göz nuru döker mi?
--Benim derdime hekim ne yapsın?
--Ne yapsın olur mu? Seninkiler herkesin her zaman başına gelebilecek kazalar. Başına gelenlerin hepsi de doktorluk işler. Doktora gitseydin belki de iyi olurdun. Allah, kulunun başına kaza da verir bela da. Her derdin mutlaka bir çaresi vardır. Çaresi olmayan tek şey ölüm. Vakit saat dolunca kimse onun önüne geçemez
--Benimki dert değil ki öğretmen bey, dermanı olsun. Benim ki ana ahı.
Öğretmen, adamın hikâyesini dinledikçe içi burkuldu. Topal bir bacak, çolak bir kol, bunları görmüş bir hayli üzülmüştü. Adamın gözü de kördü. Onun nedenini de merak ediyor fakat sormaya cesaret edemiyordu. Yerden bir çöp aldı toprağı eşelemeye başladı. Gözaltından da adamı süzüyordu. Osman da çaktırmadan öğretmeni kesiyordu. Bir süre sessizlik oldu. Bu kaçamak bakışmalar esnasında gözler havada buluştu, ikisi de gözlerini kaçırdı. Öğretmen, gözlerini Güneş’in batış noktasına odakladı. Güneş, iyice eğilmiş, dağın arkasından kaybolma noktasına doğru ilerliyordu. Merakını yenememişti.
--Şey, dedi sustu.
Osman, yüzünü ondan yana döndürdü. “Bir şey mi diyeceksin?” anlamında baktı. Öğretmen, sorup sormama arasında gidip geliyordu.
--Sen şimdi benim gözümü de merak ediyorsun? Dedi, derin bir iç geçirdikten sonra; gözüm de anamın eseri. Kolum, kırıkçı çıkıkçının icat ettiği hartama desteği ile sarılmıştı. Ben acıdan inim inim inlerken, kırıkçı; “Sabret, iyi olacaksın.” Demekten başka bir iş yapmıyordu. Bu ağrılar içerisindeyken bir sabah kalktığımda gözümde dayanılmaz bir ağrı, bir de gariplik hissettim. Aynaya baktığımda gözüme perde indiğini gördüm. Öbürünü elimle kapadığımda hiçbir şeyi göremedim. Anladım ki gözüm de kör olmuştu. Böylece anamın üç ahı da yerine gelmişti. Durum işte böyle öğretmen bey,
Öğretmen, hikâyeyi dinlemişti. Söyleyecek bir söz bulamamıştı. O susmuştu ama Osman’ın yaraları yeniden deşilmişti.
--Ben bir taraftan dertlerim, bir taraftan vicdan azabımla uğraşırken bir taraftan da köylünün dedikodusuyla uğraşıyorum. Kimse yanıma uğramıyor, şurada oturduğumu görenler selem vermemek için yolunu değiştiriyorlar. Köylünün diline düşmeye gör. Her olaya anında bir isim bulur. Bu son olaydan sonra adımı da değiştirip ibretlik koydular. Herkes anaya babaya karşı gelen çocuklarına beni gösteriyorlar, “İbretliğe bak da ibret al.” Diyorlarmış. Şu koca köyde hatta çevre köylerde herkese kötü örnek olarak yaşıyorum. Ölsem de kurtulsam diyorum ama ölemiyorum, dedi. Sesi çatallaştı, gözlerinden boşalan iki damla yaş yanaklarından aşağı yuvarlandı.
Öğretmen, bu acı öyküye söyleyecek söz bulamadı, Güneş’in muhteşem batışını izlemekle yetindi.
YORUMLAR
Gerçekten de ibretlik bir hikâye
Anne ve babanın hayatta iken kıymetlerini bilmek lazım.
**
Bir gün Hz. Peygambere bir adam geldi ve,
-“Sana hicret ve cihad şartı ile biat etmek istiyorum. Ecri Allah’tan dilerim” dedi.
Hz. Peygamber (s.a.v);
- “Annenle babandan sağ olan var mı?” diye sordu.
Adam;
- “Evet! Hatta ikisi de!” diye cevap verdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.);
“Allah’tan ecir diler misin?” dedi.
Adam;
- “Evet” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber,
- “O hâlde hemen annenle babanın yanına dön onlarla güzel sohbette ve hizmette bulun” demiştir..
Saygımla daim...