Bir Mutsuzluk Günü
Bugün tam istediğim ruh halindeyim. Ayarlar çekildi! Bugün; “mutsuzluk günü.” Kendi durumumu belirleyebilme yeteneğine sahip olmak bazen avantaj olabiliyor, tabi dezavantajda. Nasıl başardığıma gelince: Sadece beynime; “somurt” diye komut veriyorum. Etkime tepki mutsuzluk oluyor. Mutluluk ruh haline hemen adapte olamam, bünye alışık değil sonuçta. Ama iş mutsuzluk olunca becerebildiğim en iyi şeyi koyuyorum ortaya; “somurtmak.” Gün başlıyor, her zamanki sokaklarda atıyorum adımlarımı. İnsanlar her gün değişiyor tabi. Mutsuzluk günüme yarım yamalak başlatıyor tatlı bir çocuk. İster istemez bir gülümseme konduruyor suratıma. Tekrar eski ruh halim giriyor devreye, yanımdan geçişi bittikten sonra. Kaidem taviz vermiyor mutsuzluğumdan. Durağa kadar yürüyorum. Ben yürüyorum herkes bana bakıyor. Onlar baktıkça ben daha çok umursamaz oluyorum. Açılıyor otobüsümün kapıları, biniyorum en çok hayal kurduğum şeye. Her bindiğimde benim özel aracımmış gibi davranmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Hep aynı köşeye oturup, kulaklıklarımı takarım, müziğe ve hayallere bırakırım kendimi ve ineceğim durağı hiçbir zaman ıskalamam. Özellikle mutsuzluk günlerimde beynime doluşur en saf hayallerim. Camın dışında ki şehri baştan aşağı yıkarım. Mastırını bende yapan, “profesör mühendis hayallerim”in evlerini yerleştiririm kente. Camın iç tarafında ise sadece ben kalırım. Yolcular silik, şoförün para üstü dağıttığı anlar hayal meyal. Tek gerçek ben, koltuğum ve müziğim. Yine iniyorum her zamanki durakta. Mutsuzluk kat sayılırım ele geçirmekle meşgulken tüm bedenimi, ben en umursamaz halimle devam ediyorum adımlarımla yolları ezmeye. Mutsuzluk ruh haline bürünürüm ama bu bürünüş sahte değildir hiçbir zaman. Yaşadıklarımın hak ettiği tavrı sergileyebilmek için bu ruh halini seçiyorum. Üzülmüşlüğümün ve yaşanmışlığımın yanında ezilmesin diye.
İşten önce her zaman gidip kahve içtiğim kafeye girdim. Kapı gıcırtısı ruh halime eşlik edercesine inildedi. İçerisi her zamanki boşluğu ve sakinliğiyle göz kamaştırıyordu yine. Bazen buranın tek müşterisinin ben olduğumu düşünürüm ama gelmekten hiç vazgeçmem. Burada beni çeken bir şeyler var. Hüznümü paylaşan masalar, ruhuma eşlik eden kahveler ve şekerler, her geldiğimde dertleştiğim garson Leyla var. Bugün mesai günü olsa gerek, birazdan gelir sipariş almaya. Halimi görüp oturur karşıma, diker bakışlarını gözlerime. Böyle zamanlarda o sormadan başlarım anlatmaya. İşte geldi.
“Günaydın Rüya” dedi, her zamanki sevecenliğiyle.
“Günaydın Leylacığım.”
Biraz soğuk bir cevaptı ama konuştuğum gerçeği vardı ortada. Yarım ağız günaydınım Leylayı tatmin etmemiş olacak ki yine her zamanki tavrıyla oturdu karşıma. Biraz meraklı, biraz telaşlı, yarı ciddi yarı tedirgin, biraz da her şeyin farkında, hiç konuşmadan yöneltti sorusunu bakışlarıyla;
“Neyin var!”
Bu kez bende açılmayan ağzımla konuştum, yani bakışlarımla. Kafamı cama doğru çevirdim ve dışarıyı seyretmeye başladım.
“Kahve isteyeceğin aşikâr. Uzaklara baktığına göre birini yolculamışsın hayatından uzaklara. Suratının haline bakılırsa ruh halinde mutsuzluk. Nasıl, iyi çözebilmiş miyim seni? Hem ne anlıyorsun böyle olmaktan Allah aşkına.”
Leyla’nın bu tavrına şaşırmıştım ve belli de etmiştim farkında olmadan. Bir anda bakışlarımı ona doğru yönelttim, donuk bir şekilde yüzüne baktım kısa bir süre. Leyla tavrımın farkına varınca yüz şeklini değiştirip, her zamanki Leyla haline büründü ve bir önceki konuşmasına benzer bir iki cümle söyledi:
“Böyle olmaktan ne anlıyorsun? Sonuçta sen üzgün olunca seni önemseyenler de üzülüyor.”
Konuşacak gibi oldum, yutkundum:
“Haklısın ama üzülmek artık işim gibi gelmeye başladı. Yapmak için bir zorunluluğum varmış gibi.”
Leyla haklıydı ama benim için üzülenlerin dışında beni üzenleri hesaba katmıyordu, tıpkı diğerleri gibi. İki gün önce beni üzen birinden kurtuldu hayatım ve bu kurtuluş aslında mutsuzluğa varışmış. Bu varış, bitişin önceden bilindiği ve bitişe varmamak için yarışılan bir varış. Ve bu yarış geciktirildikçe acıtıyor canı. Ben bunları tartışıp, konuşurken iç sesimle, Leyla’yı da düşündürmüştü bu halim, cevap vermedi. Bazen onun iç çatışmalarımı duyup, bakışlarımdan ne hissettiğimi anladığını düşünürüm. Ve bu an o bazenlerden biri.
“Kahvemi getir de konuşalım” dedim hafifçe bir gülümsemeyle.
“Peki” dedi ve kalktı masadan.
Beş dakika sonra bol köpüklü bir Türk kahvesiyle geri döndü ve giriş yaptı mutsuzluğumun çevrelediği karantina alanına. Ultraviyole acılarımın gözle görüldüğü bir gündeyim. Önümde ki kahveye biraz şeker, biraz acı ekledim ve karıştırdım mutsuzluğumla. Acı acı içtim kahvemi, acıydı ama bu acı dilimi değil gönlümü yakan bir acıydı. Terk edilmişlik geri de mısralar bırakır. Her mısra acı inler ve siz ya o mısraları okursunuz ya da yazarsınız. Yazmak içinizden atmanıza, okumak ise yeniden yaşamanıza sebep olur. Leyla sonunda beni konuşturmayı başarmıştı ve yine klasik ama yüreğe dokunabilen birkaç cümle söyleyerek bitirdi konuşmamızı.
“Teşekkür ederim can arkadaş.” Dedim ve parayı masaya bırakıp kalktım oturduğum yerden.
“Ne demek her zaman bekleriz. Sen yeter ki konuşmak iste.” dedi ve uğurladı beni.
“Can arkadaş” diyorum ona. Çünkü kısa sürede çok iyi anlaştık. Bir insan doğduğu andan itibaren nasıl canıyla bir bütünse bu da öyle bir şeydi işte. İçimi döktüm, dışarısı bir çöp yığını oldu, korktum içimden. Yine de ara vermedi mutsuzluk günüm, sıkıcılığından ve mutsuzluğundan.
İş yerine gittim, soluğu müdürün odasında alıp bugün için izin istedim. Pek izin kullanmadığım için sorun çıkarmadı. Hızlıca sahile yürüdüm. Ya bugün denize atacaktım içimi ya da deniz dolduracaktım içime. Sahile geldiğim anda bir dalga yedim yüzüme. Deniz durgundu. Yediğim dalga içimin sahilindendi. Durgun denizi görünce coşmanın zamanıdır deyip dalgalanmaya başladı. Bana göre deniz alır insanın içine sinmişliğini. İçime sindim, içimi sindiremedim. Oturdum rastgele bir banka ve manzarayı izlemeye başladım. Deniz de alamadı acılarımın hararetini. Kalktım, yürüdüm eve doğru. Dönüşlerim hep keskindir benim, kesindir, serttir. Kolayı sevmem dönüşlerde, yorulmak isterim yollarla, kelimelerle. Otobüsle geldiğim gibi dönmem eve, yürürüm. Belki yollar anlar beni diye. Hiçbir yere eve yürüdüğüm kadar hızlı yürümem. Kendimi iyi hissedebildiğim ve güvenliğinden emin olduğum tek yer; “ev.”
Yürürken hafif rüzgâr olsun isterim. Yüzüme doğru esen, saçlarımı savuran. Çünkü bu tür bir rüzgâr çarptıkça, kendime getirir beni. Yüzüme çarpıp her geçişinde zihnimden bir düşünceyi daha alır, beynimden sıyırarak. Saçlarımı geriye savuran her esiş durduktan sonra bana, geçmişe dönüp geri gelmenin dağılmak olduğunu öğretir. Ellerimi üşüten her esiş bana önce yalnız olduğumu, sonra el yordamıyla bulduğum mutluluklarımın günü gelince buz tutacağını öğretir. Bir de sıcak bir yere geldiğimde -benim için orası evim- umutlarımın ve mutluluklarımın yeniden yeşereceğini öğretir.
Pek istediğim gibi olmasa da, hafif bir rüzgârla ulaştım eve. Ellerimi ve içimi ısıtmak, acılarımı soğutmak için bir kahve hazırladım kendime, dağılan saçlarımı baştan savma topladım, radyoya Sezen Aksu’mun en sevdiğim albümünü koydum, en sevdiğim battaniyemi çektim yatağımın üzerinden, üstüme geçirdim. Böyle rüzgârlardan sonra hele birde günlerden mutsuzluksa seçilen, sıcak ve sütlü bir kahvedir içilen. Kahve; hem içinizi ısıtıp hem de acılarınızın hararetini alan nadir şeylerden. Kahvenin yanında iyi gidenlerse; puslu bir hava, sıcak bir battaniye ve nostaljik bir Sezen Aksu şarkısıdır. Tıpkı filmlerde olduğu gibi. Battaniyeye sarılırsınız, dışarıdaki havayı izlemek için oturursunuz köşenize ve kahvenizle birlikte yudumlarsınız şarkıları. Ve bunlar bir mutsuzluk günün vazgeçilmezleridir.
Hava gece için kararmaya, yatak uyumak için ılımaya başlıyor. Bugünün sonuna yaklaşılıyor. Kısaymış gibi görünen uzun bir mutsuzluk günü bugün de kalıyor. Acılı ve bol somurtmalı bir gün, üzerine sos isteyenler için de birkaç damla hüzünlü. Paylaşılamayan bir gün bu, iç geçirmeler, iç konuşmalar ve iç seslenişlerle geçen. Bir mutsuzluk günüydü bugün. Yarını güzel yaşamak için mutsuz geçirilen bir gün.
SON
Aysun ÖZER
YORUMLAR
Bir mutsuzluk günü yazınızı okudum sonra birdaha okudum. Bir yazım vardı kadınları mutlu etmek için onu yollamayı düşündüm müsade ederseniz.
Bir kadını mutlu etmek için Baba gibi korumak,dost gibi dertleşmek,adam gibi sevmek gerekir.Bir kadını çok sıkar her şeyine karışırsanız boğulur mutlu olamaz çok da boş bırakırsanız uçar gider ortasını bulacaksınız Kadınlar çok duygusaldır onların önce güvenini kazanın sadece maddi ve fiziksel birliktelerde değil her zaman yanınızda olduğunuzu hissettirin bırakın ağlasınlar bırakın naz yapsınlar kadın bu bunlar gülün dikeni gibidir bunlar ve onlara nazik davranın ruhlarına hitap edin sahip çıkın adam gibi kadınınıza dünya zaten üzüyor onları bir de siz üzmeyin(ben bunları ancak bu yaşta bunca tecrübeyle anladım öğrendim siz şimdi öğrenin be çocuklar SAYGIYLA SEVİN) Çok paranız mükemmel bir işinizde olsa sevdiğiniz yanınızda değilse mutlu olamazsınız.
Burada yazıyoruz konuşuyoruz,ama çoğu geyikve şakalar tamam buda lazım stres atılıyor rahatlanıyor ama birbirimize yardım edelim dertleşelim tecrübelerden faydalanalım
Bakın=Bir çok arkadaş yollar sonra adını bile hatırlayamayacağı biri için gençliğinin en güzel günlerini heba ediyor üzülüyor sabahlara kadar ağlıyor hayattan zevk almıyor halbuki anlamalıyız karşımızdakinin gerçekten bizi sevdiğini veya çıkar menfaatlar uğruna bizimle olduğunu eğer yanlış insan ise hemen uzaklaştırmalıyız yanımızdan hani bir laf varya sizin
MUTLU EDEMİYORSAN MEŞGULDE ETMİYECEKSİN