iyi ve talihsiz
Salih, orta yaşın üzerinde meslek edinememiş herkes kadar sıradan görünüyordu yatak odasına girdiğinde. Okulda her zaman insanlarla bir arada yaşamanın önemi vurgulanmıştı. Ancak insanlara rağmen bir arada yaşamaktan kimse bahsetmemişti. Akıl sağlığı konusunda kaygılanıyordu Salih. Ellerini çok yalnız hissediyordu mesela, ve sürekli kavuşturuyordu onları. Özellikle pazar günleri, bir pazar günü öleceğine inanıyordu zaten. Aksak bir inançtı işte.
Yatakta kadın vardı, altı saat önce, altı saat yataktan çıkmadan ki altı saat oldukça iyi zamandı Salih, için. Genellikle iş bittikten kısa süre sonra kadınlar gitmeyi tercih ediyordu. Yo bütün kadınlar böyle değildi elbet, Salih’in payına düşenler böyleydi. Altı saat önce sıkı bir sevişmeydi. Öğlene doğru yataktan çıkmış ve yaptığı telefon konuşmasından sonra odaya döndüğünde yerde akşamdan kalma kadın çamaşırını farketti. Her erkek gibi merakla yerden aldı. Beyazdı ve üzerinde minik bir kurdela vardı. Sonra külotun ağına açtı. Kıça denk gelen yerde solgun kahverengi bir iz gördü. Koklamaktan vazgeçti. Külotu yere attı. Yatağa dönmek için birkaç adım atmıştı ki birden durdu, geri dönüp yerden aldığı külotu hızla kokladı. Ancak yatağa dönmedi. Banyoya koştu halıya kusmamak için. Çıktığında kadın uyanmıştı.
“Sevgilim, iyi misin?” diye sordu sarışın kadın.
Bir şey söylemedi. Yatağa oturdu ve sigara yaktı.
“Eve, dönmeliyim.” Dedi Salih.
“Ama neden? Yoksa benden sıkıldın mı?”
Kadın arkasından yaklaşıp Salih’i kulağından öptü.
“Yapma, hoşlanmıyorum.”
Kadın, elini Salih’in vücudunda gezdirmeye başladı. “Benden hoşlanmıyor musun?”
“Yapma dedim! Buz gibi ellerin var.” diyerek itti kadını.
“Bana düzgün davran.”
Elini kadının kafasına koydu ve parmağıyla itti.
“İtilip kakılarak tavlanan bir kadının şiddetten kaçması ilginç.”
“Ben sadece yatakta seviyorum.”
“Eşyalarımı toplamalıyım.” Dedi Salih.
“Gitmemi mi istiyorsun?”
“Gitsen iyi olur. Bu akşam kasabama dönüyorum.”
“Neden? Kötü bir şey mi var?”
“Evet. Babam taşınıyor.”
“Anlamadım? Ama neden?”
“Nedeni yok. Taşınıyor. Ona yardım etmeliyim.”
“Babanın kendi evinde oturduğunu sanıyordum.”
“Oturuyordu, fakat devlet oturmamasına karar verdi.”
“Anlamıyorum.”
“Anlamak zorunda değilsin.”
Salih, ayağa kalktı ve yerdeki külotu alıp kadına fırlattı. Pencereye yürüdü. Yağmur başlamıştı. Babasını düşündü. Yıllarca devlete borçlu yaşamış, dürüst ve namuslu kalmıştı. İyi adamdı ancak iyi olmak yetmiyordu. Talih gerekiyordu. İşte şimdi borçlardan dolayı oturduğu evi satmıştı devlet. Dürüst ve namuslu insanlara borçlarını ödeme konusunda pek yardımcı olmuyorlardı. Bir insanın oturduğu evini alırsan, ne yapabilirdi, borcunu nasıl ödeyebilirdi? Ya geçinecek borcunu ödemeyecekti. Ya da borcunu ödeyecek geçinemeyecekti. Boktan bir durumdu. Mahkemelerin olması adalet olduğu anlamına gelmiyordu.
Bu düşüncelerle içti sigarasını. Başını çevirdiğinde kadın banyodan çıkmıştı. Kirli donu giymiş olmalıydı. Çantasını aldı ve sessizce çıktı odadan.
Sıkıcı on saat süren yolculuktan sonra küçük kasaba genişlemiş görünüyordu. On yıldır uğramıyordu. Otogardan doğruca eve gitmek istemedi. Biraz dolaştı. Güneş tepede can almaya hevesli görünüyordu. Geldiği yer kış mevsimi yaşıyordu. Oysa burası yazdan kalmaydı. Kalın ceket sırtına yapışmış terletiyordu. Sıradan bir bar gördü ve içeri girdi. Bira söyledi. Genç barmen şaşkın görünüyordu. Gözleri uykulu, çalışmaktan nefret ediyor gibi sıkılarak verdi içkiyi. Salih, her zaman sabahçı olmuştu okulda ve barda. Anlaşılan burada sabahçılara alışık değillerdi. Ölümcül bir sessizlik süresinde iki bira içti ve çıktı ordan. Hareket yok, insan yok, sadece kuru sıcak ve kasaba evleri, insanlar neredeydi?
Yolda birisi adını haykırdığında alnı terlemişti. Başını çevirdi. Bir adam yaklaştı yanına.
“Salih, sen misin?”
“Senin kim olduğun daha önemli.”
“Ali ben. Hatırlamadın mı?”
“Biraz. Senin öldüğünü sanıyordum.”
“Hahaha aynı şakacı Salih. Neler yapıyorsun? Uzun zaman oldu.”
“Cern’de çalışıyorum.”
“Nerede?”
“Cern, yurtdışında bilim laboratuvarı.”
Ali, şaşkın şekilde aklındakileri söyleyemeden kalmıştı.
“Biliyorum Cern’ü ama sen ne iş yapıyorsun orada?” diyerek sorduğunda basit bir iş duymayı beklediğinden hayal kırıklığına uğramış görünüyordu Ali.
“Bak, acelem var. Bir ara oturur konuşuruz.”
Hızla uzaklaştı adamın yanından. Başını çevirip baktığında Ali, olduğu yerde durmuş başını kaşıyordu.
Ev aynıydı. Yıllar önce çıkarken nasıl kokuyorsa aynı kokuyordu. Hüzün vardı biraz. Vatanından sürülmek ne ise evini terketmek aynıydı. Birinde çok fazla insan ve toprak vardı diğerinde daha az… Hem büyütecek bir şey yoktu. Osmanlı Hanedanı sürgüne gitmemiş miydi? Saraylar, köşkler ve en kötüsü itibar… Bir ev kaybedersen ne olur? Değişöeyen tek şey acılardı...
Babası evde yoktu. Evin sessizliği aynıydı, duvardaki saatin sesi dışında mezar odasını andıran karanlık salonda eski yemek masası üzerindeki mektubu gördü. İki hafta içinde evi boşaltmaları isteniyordu. Zarf bir hafta önce postaya verilmişti. Bir hafta boyunca masada öylece duruyordu sanki.
Salih, odasına çıkmak için merdivenlere yürüdü, onbeş yıl önce okuldan gelince yaptığı gibi, fakat bu kez koşmadı…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.