- 756 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SUİSTİMAL (ROMAN)
Ulubelli Veli sağ yumruğunu kaldırmış, bağıra bağıra küfrediyordu. Daha bu sabah siyaha boyadığı pala bıyıkları, saçları bu iri cüsseye daha diri, daha ihtişamlı bir hava katmıştı. Bu ihtişam öncelikle kendisini etkilemiş olsa gerek, köy kahvesinin avlusunda küfür yağdırıyor, köylülere meydan okuyordu.
Ulubelli Veli’yi köylülerin duymaması mümkün değildi; ağza alınmayacak küfürlere kayıtsız kalmalarının bütün gün tarlada çalışmanın yorgunluğu dışında sebepleri olmalıydı. Köy meydanından geçerek evlerine dönen köylüler bir tarafa, kahvede bulunanların da Ulubelli Veli’ye müdahale etmeleri söz konusu değildi. Avazı çıktığı kadar bağırarak küfür eden bu adama kimse karışmıyordu. Belki de Ulubelli Veli bu serbestlikten besleniyordu?
Tarlalarından yorgun argın dönen köylüler bir an önce evlerine varma telaşında, kahvede oturanlar ise oyunlarını yenilgiye uğramadan bitirme azmindeydiler. Ulubelli Veli’yi hayranlık ve şaşkınlık içinde izleyenler de vardı, bu azımsanmayacak kalabalık ise kahvenin önünü dolduran çocuklardı.
Çocuklar bu küfürlere gülüp eğleniyorlardı. Onları en çok güldüren ise her küfre, “Ben Ulubelli Veli, ben adamın…”diyerek başlamasıydı. İki küfür arasında hırlaması ise çocukların korkusuydu.
Ulubelli Veli kahvenin avlusunda sövüp sayarken sığırlarını sulamaya getiren köylüler ıslık çalıyorlardı. Sığırların su içmeleri için çalınan bu ıslıklar, sığır mö-lemeleri, ho ho haykırışları Ulubelli Veli’yi isyan ettirdi. Yüzü kıpkırmızı kesilmiş, sesi kısılmış, çenesi de yorulmuştu, tek çareyi susmakta buldu.
Kahveden içeri giren Ulubelli Veli boş bulduğu bir sandalyeye oturdu. Kahveciden çay getirmesini istedi. Kapıdan içeri girdiğinden beri ilgi odağı olduğunun farkındaydı. Az küfür etmemişti bütün köylüye. Başına ağrılar girene dek söverken kendisini şimdi olduğundan daha iyi hissediyordu. Eliyle bastırarak yüzünü sıvazlarken:
“Bana bak,”dedi kahveciye, başı fırıldak gibi dönüyordu, “çayı bırak, bana kahve yap.”
Kahveci Ulubelli Veli’nin içkiyi gene fazla kaçırdığını biliyordu.
Ulubelli Veli içkiyi çok içse de bunun düşkünlük derecesinde olduğunu düşündürmek istemezdi, zaten bunu kendisi de hiçbir zaman kabul etmezdi. Her gün birkaç kadeh rakı içmeyi alışkanlık edinmişti fakat ne zaman içkiyi biraz fazla kaçırsa aklına gelen herkese küfrederdi. Bazı köylülere göre de küfretmek için bilinçli olarak içkiyi fazla kaçırırdı.
Köylü, “O ne anasının gözüdür o!”demekten hiçbir zaman kaçınmazdı.
Altmış beş yıl önce (1950) altı çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak doğdu. Bu ailenin en küçük ferdi olarak büyümek Ulubelli Veli’nin en çok fikir hayatında etkisini gösterdi. Elden ele, kucaktan kucağa paylaşılamayan bebeklik dönemini kimsenin kucağına işemeden geçirmesi övgüyle karşılanmıştı. Gençlik yıllarına dek bunu hatırlayıp övgü yağdıranlar oldu. Ulubelli Veli bebeklik döneminden dolayı övgüye uğradığında göğsü kabarır, böbürlenirdi.
Ailesinde aşağı yukarı her yaş grubunun temsilcisi bulunuyordu. Kim neye kızsa ya da sevinse bunu sadece en küçük olan Veli’den gizlemezdi; çünkü o en küçüktü bir şeyden anlamazdı. Yanında konuşulan mevzuların, yaşanan duyguların önü arkası kesilmezdi. Dert ortağı konumunda görülür, ailesinden herhangi birinin iç dökmesine maruz kalırdı. Coşkuların da paylaşılma adresi yine kendisiydi. Yanağına öpücükler kondurulur, mıncıklanır, havaya atılıp tutulur, sevilirdi. Hayatı tanımak, anlamak için en müsait mekân eviydi. Ablalarının, ağabeylerinin, anne ve babasının, bazen de komşularının yalnızlık anında bulunan küçük bir çocuktu.
Büyük ablası Nuran’ın sevdiğine kaçacağını ve kaçtığı gün herkes merakla kızı beklerken, onun artık eve gelmeyeceğini de sadece Veli biliyordu. Bunu herkesin öğrenmesi çok zaman almamıştı ama artık olan olmuş, kız kaçmıştı. Ortanca abisi Nihat’ın tavuk çalıp arkadaşlarıyla ormanda kendilerine nasıl ziyafet çektiklerini keyifle anlatırlarken de duymuştu. Babası Ahmet Kasım’ın ‘tavuğum kayboldu’ diye komşusuyla ettiği kavgaya da şahit olmuştu. Annesi Cemile ile komşu kadınların her fırsatta kocalarını çekiştirmelerinden ise zaten bıkmıştı.
Bir gün tarlada tütün dikerlerken Ahmet Kasım, Veli’nin eline testiyi tutuşturup su getirmesi için yolladı. Giderken de, “Tarlaların içinden geçme, sınırdan git.” diye seslendi. Su getirmesi için ilk kez tek başına yollanıyordu. Babasının söylediği gibi tarlaların sınırından yürüyerek çeşmenin başına vardı.
Testiyi doldururken, çeşmeden akan suyun oluşturduğu göletten gelen seslerden tedirgin oldu. Bu seslerden anlaşılan, birinin suya taş attığıydı. Ama etrafına ne kadar bakınsa da kimseyi göremiyordu. Arkasında biri varmış gibi hissederek ani dönüşler yapıyor, korkusunu bastırmak için ne yapsa tam aksine daha çok korkuya kapılıyordu.
Testi dolunca aniden koşmaya başladı. Bir şeye omzundan yakalanacağını düşünüyordu. Arkasına bile bakmadan geldiği yöne doğru kaçarken testi sallanıyor, su dökülüyordu. Bu korkuyla sınırdan değil, tarlaların ortasından koşuyordu. Ayağını yere her basışında, geçtiği yerde ekili, dikili ne varsa zayi oluyordu.
Bu kaçışı ailesinin yanına varana dek sürdürdü. Arkasından bir şeyin kovaladığı hissini tam üzerinden atmıştı ki, babası: “Yarım mı getirdin suyu?” dediği an tekrar çeşmeye gönderilme korkusu yaşadı. Doğruyu söylese korkak damgası vurulacağını düşündü. Bunu engellemek için bir yalan uydurup taşıyamayacağı için testiyi yarım doldurduğunu söylese, bu kez de beceriksiz damgası vurulabilirdi. Bu iki seçeneği de anında eleyip, suyun kesildiğini söyledi.
Suyun kesildiğine inanmakla inanmamak arasında kalan aile fertleri şaşırmışlardı. Belki de asırlardır akan o çeşmenin suyunun kesildiği daha önce görülmüş, duyulmuş şey değildi. Ancak bu konunun üstünde durmayıp getirilen suyu idareli kullanmayı tercih ettiler.
Böylece Veli kendi huzurunu sağlamıştı; ta ki akşam şikâyete gelen köylüleri görünceye dek. Tarlaların ortasından koşarken zarar verdiği mahsuller yüzünden şimdi başı derde giriyordu. O ise bunu tamamen unutmuştu.
Bu şikâyetler karşısında olan biten her şeyi anlattıysa da dayak yemekten kurtulamadı. Babasından yediği bu dayağı unutmadığı sürece şikâyet edenleri de unutmayacaktı.
Çeşmenin başında korktuğu şeyden ötürü bütün günü zehir olmuştu ama orada bir şeyin suya taş attığını söylediğinde bütün aile kahkahaya boğuldu. Buna kimseyi inandıramayacaktı anlaşılan.
“Kurbağalar seni görünce korkup suya atlamışlardır, sen de biri suya taş atıyor sanmışsındır. Korkulacak bir şey yok.”sözünde ısrar eden aile fertlerine de inanmayan kendisiydi...
MUTLU ASİLDÜŞ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.