- 959 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
FANUS
“Aslan gibi bir kızınız oldu!”
Doktorun, doğum masasında yatan genç kadına “annelik” müjdesini veren memnuniyet yüklü gülümseyen sıcak sesine, aynı anda küçücük bir bedenden çıkan güçlü bir çığlık karıştı.
Bir bebek daha gelmişti dünyaya gün doğumuna az bir zaman kala.
Anne babasını. Cinsiyetini. Doğup yaşayacağı toprakları. İsmini ve daha pek çok şeyi seçme hakkına ve şansına sahip olmayan bu çocuk. İstese de değiştiremeyeceği “alın yazısının” şekillendirdiği gibi mi tamamlayacaktı kendisine biçilen ömür sürecini.
Yoksa “bir insanın yazgısını değiştirmek az da olsa kendi elindedir.” inancında olanların safında mı yer alacaktı.
Bilinmez…
Ancak bilinen o ki; hayatın insanlara doğarken bile asla eşit ve adil davranmadığı gerçeğidir.
Aynı dakikalarda bir başka kadın bu ünlü devlet hastanesinin tuvaletinde dünyaya getiriyordu çocuğunu sessizce.
“Doğarken ağladı insan/Bu son olsun bu son!” dese de şarkının sözleri...
İnsanların içlerine akıttıkları. Dökmekten utandıkları. Korkup sakladıkları gözyaşlarına.
Uğradıkları haksızlıklara ve susarak geçirmek zorunda kalacakları yaşamlarına isyanlarının bir çığlığı mıydı yoksa bu “çığlık” daha ilk ağızda.
Kim bilir…
***
“Gel şöyle otur.” dedi babası. Oturduğu kanepenin minderine usul usul vurarak.
Bedenini önü doğru hafifçe eğmiş bakışlarını dizlerinin arasında tuttuğu sigarasız ellerine odaklamıştı.
“Ben çok beğendim. Saygılı, terbiyeli, ağır başlı biri. Namuslu biri olduğu belli. Çalıştığı yerde sevilen saygı gören biriymiş.
Allah her babaya evlatlarının mürüvvetini görmeyi kısmet etsin” dedi ve sehpanın üstündeki sigarasına uzandı. Yaktı. İlk nefesinde kuvvetli bir öksürükle sarsıldı bedeni. “Senin gibi yüz kızı olsun insanın. Namusunla şerefinle bu günlere geldin. Hep iftihar ettik seninle. Yalnız biz mi. Bütün akrabalar. Herkes örnek gösterdi seni kızlarına. Ne eline ne gözüne hiçbir leke düşmedi. “Altın kıza” çıktı adın. Şimdi beyaz gelinliğini giyip yüzünün akıyla baba evinden çıkmaya sıra geldi. Allah yardımcın olsun!”
Oturduğu andan itibaren gözünü karşı duvardaki aplikten bir an bile ayırmadan dinledi babasını. Karşısındaki duvar gibi sessiz. Aplikteki cam mum gibi kıpırtısız.
Oysa ne annesi ne babası bir kez olsun göz ucuyla bile sitemli bakmamış. Tek bir sözle olsun uyarıda bulunmamışlardı kızlarına. O ailesinin sessiz suskun son derece duygusal ve hüzünlü bir prensesiydi.
Genç kızlığa ilk adımlarını attığında Hatıra Defterini.Zamanın modası olan çaça topuklu ayakkabısını babası. Meyve özlü iki kremi de annesi hediye etmişti ona.
Giyim kuşamında alabildiğine özgürdü. Lakin bu suskun aile onun sesinin çıktığını hiç duymamışlardı.
Kalbi gümbür gümbür atıyordu rüyalarını süsleyen hayallere daldığında oysa…
Babasının meslektaşı Veli Bey Amcasının kendisinden birkaç yaş büyük kızı Menşure idi ona “Ay, kızım. Sen okusaymışsın başbakan olurmuşsun vallahi!” diyen.
Hiç ilgilendirmemişti bu sözler onu. Onun asıl olmak istediğini olmak imkansızdı o sıralar kadınlar için.
Çünkü o yiğit bir Kadın Kaymakam olmak.
Anadolu’ya gidip yüreğindeki bütün güzellikleri iyilikleri aydınlıkları oralara saçmak. Yetkilerini doğru kullanmak. Önemli kalıcı anlamlı işler başarmak istiyordu.
Ve kendisiyle aynı idealleri paylaşan bir erkeğin yanında olmasının ona hem güç hem mutluluk vereceğine inanıyordu.
Ekmeğini suyunu duygularını paylaşacağı.
İyi günde kötü günde. Aynı yolda ve ölene dek.
Dost. Arkadaş. Yaren…
“Hekim” olması tercihiydi.
Sağlık şifa dağıtmalıydı o da. Ettiği ‘Hipokrat yeminini’ bir an bile unutmaksızın.
Uzak ellerdeki umarsızlara çare olmalıydılar birlikte.
Farklı bir şekilde olsa da bir erkeğin hayalini kurmuştu gene de.
Ve karşı cinsle olan yakınlığı da işte bu masum hayalden öteye gitmemişti.
Onunki de böyle bir genç kızlık hayaldi işte.
Başlarda “ kavak yellerinin” estiği çağlarında üstelik.
Haklıydılar.
Hem babası hem evlenmesine aracı olmak isteyen ahbapları.
Çünkü o bir düş bile kurmamıştı ki o anlamda…
Kıramazdı babasını.
Kırmamalıydı.
Dahası ölesiye sevdiği babasının onu bu kadar çabuk ve kolaylıkla gözden çıkarması onuruna öylesine dokunmuş ve ince hassas kalbini o denli kırmıştı ki…
Bir pervane gibi ışığın çevresinde değil. Kırıp dışına çıkmak istediği Fanusun içinde dönüp durmuştu o güne değin.
Fanusu kıramamıştı.
Ama nasıl olmuşsa olmuş fanus kırılmıştı kendi kendine.
Saçılmıştı cam parçacıkları her bir yana hızla.
Görünmez zerrecikleri hücum ettiği bedenini sızlatıyordu şimdi sızım sızım.
Ruhunun. Genç Kızlık Duygularının ince bembeyaz bir matem tülüne sarılıp hemen o anda terk ettikleri bedeninin yanı başında durup onu seyrettiklerini fark etti!
Ruhsuz ve duygusuz bir beden…
Nasıl yaşar.
Neler yapardı.
Bu defa kararını verdi. Peşini bırakmayacaktı o bu bedenin. Nereye gitse o da gidecekti. Ne de olsa yıllarca hep beraber iç içe yaşamamışlar mıydı onunla. Yalnız bırakmak haksızlık vefasızlık olmaz mıydı...
***
On üç ay takılı kaldı bu sarı halka parmağında.
Ailece gidip geldiler birbirlerine bir kaç kez. Bir kaç kere de ‘o’ gelmişti tek başına.
Ailesinin evde olmadığı bir güne denk gelmişti bir gelişi. Suskun kız açmıştı ona kapıyı.“Yakışık almaz” gerekçesiyle içeriye girmemiş dönüp gitmişti.
Bir gün de babasının görev yerine gitmiş İstanbul’daki işinden ayrılmak istediğini. Anadolu’nun bir iline başka bir görevle atama istediğini söylemişti.
Oysa tanışmalarında aracı olan arkadaşı gibi Müfettiş konumuna gelmesi an meselesiydi. Ama o bu öneriye hiç kulak asmamıştı.
Arkadaşı ne demişti onun bu kararını öğrenince:
“O kadar namuslu adam ki teklif edilen rüşvetleri duyunca çileden çıkmış. Tayinini bu yüzden istemiş.”
Resmi bir dairede çalışan genç karısı ise genç adamı tanıştırmaya geldikleri akşam genç kızı mutfağa çekmiş, insana ağlamış hissi veren seyrek kirpikli kızarık gözleriyle genç kızın mahcup ve şaşkın bakan gözlerine bakarak:
“ Bak hayatım. Ben de Muhittin ağabeyin de seni çok severiz bilirsin. Çok da beğenir takdir ederiz. Böyle bir şey için kız kardeşime bile aracı olmaktan çekinirim. Ama senin için gözü kapalı girerim araya. Muhittin’ le aynı yerde çalışıyor. Üniversite mezunu. Dürüst namuslu ailesine çok bağlı biriymiş. Böyle biri kendi evine çoluk çocuğuna daha da bağlı olur.
İş yerindeki kızlar gözünün içine bakıyorlarmış ama o göz ucuyla bile bakmıyormuş hiç birine. Bir kızı bin kişi ister bir kişiye kısmet olur. derler. Bir kız ister okumuş ister okumamış. İster çalışıyor ister çalışmıyor olsun sonunda mutlaka evlilik yoluna doğru atar adımını. Baba evi ömür boyu baki değildir. Hem her zaman iyi biri çıkmaz insanın karşısına. Sonra kusura bakma ama sen kendi başına böyle bir şeyi başarmasın. Yani biriyle tanışıp arkadaşlık etmene imkan yok. Çünkü bu konuda çok yeteneksizsin. Senin içinde yok kızım içinde! Hadi sen gel bu adama evet! de. Çok rahat edersin İnan.” Demişti. Kızın konuşma süresince tuttuğu ellerini hafifçe sıkarak.
***
“Babanızın ölümünü duyunca kendi ölümümü istedim!” dedi adam. Kendisine çok benzeyen iki yaşlarındaki kız çocuğuyla karşısında oturan genç kadına.
Adamın sözlerinde samimi olduğuna inanıyordu.
“Hangi baba evladının yuvasının yıkılmasını ister. Ben kendi elimle yakmışım kızımın başını meğer. Ne olursa olsun. Arada masum bir çocuk var. Kapımız sana her zaman açık. Her sıkıntında çekinmeden gelebilirsin.” demişti babası onu son gördüğünde.
Babası bembeyaz gelinliği içinde İç Anadolu’nun bir iline kendi elleriyle uğurladığı sevgili kızını gene kendi elleriyle Baba Evine geri getirmişti. Ne kızının ne torununun yanından ayrılmıyor. Kızına kendisine bakmasını. Hiç bir şekilde üzmemesini söylüyordu usulca..
Hiç kimseler layık görmemişti evlendiği bu erkeği ona.
Babasının bu kararından dolayı ona sitemler edip kınadıklarını söyleyenler oldu.
Ve ne yazık ki o, kızını baba ocağına geri getirdikten altı ay sonra bir hafta yattığı yatağında "Yalnız bu ikisini düşünüyorum" dediği kızıyla torununu bir başlarına bırakıp gitti.
Üzüntüden “içine indiği” söylentileri dolaşıp durdu ortalıkta.
***
İki katlı kafeteryanın basık tavanlı üst katında üçünden başka kimseler yoktu.
“Aradan uzun zaman geçti. Duygularınızda düşüncelerinizde bir değişiklik oldu mu? Yeniden bir araya gelebilir miyiz? Konuşulması gereken hiçbir şeyi konuşamadık. Birbirimizi hiç tanımadık neredeyse.
“Kızın bu sözleri üzerine adamın elleri titredi dudakları gerildi.
“Yoo! Hiçbir değişiklik olmadı. Bir araya gelsek de değişen bir şey olmayacaktır.”
Onun bu cevabı genç kadını hiç şaşırtmadı. Rahatlattı hatta.
“Bir şey soracağım size gene de. Bu evliliğin gerçekleşmesinde hem sizin hem ailenizin çok istekli olduğunuzu biliyorsunuz. Tanıştırıldığımız andan nikah masasına oturduğumuz ana kadar geçen süreçte birbirimizi tanıma ortamını sağlayamadık. Çok kısa birlikteliğimizde de yakınlaşamadık. Bu durum çok önemli ve tuhaf değil mi sizce de? Size göre bendeki kusurlar nelerdi? Lütfen bana sorunun ne olduğunu söyler misiniz.” dedi. Nasıl böyle konuşabildiğine ve sonsuza dek süreceğine inandığı suskunluğunu o gün nasıl bozduğuna kendisi de inanamadı.
Gülümsedi adam.Genç annenin bu gülümsemeyi çözebilmesi hiç de kolay gözükmüyordu.
“Ayağıma çarık giyip elime asa alıp dünyayı dolaşsam sizin gibi birine rastlayacağımı zannetmiyorum. Babamı kaybettikten sonra ailenin en büyük erkeği olarak aile reisliğini ben üstlendim. Yerimin baba ocağı olduğuna inanıyorum. Evlilik kararım bir hata idi. Beni affetmeniz tek isteğim!”
Bir ay aynı yatağı. Beş aynı çatı altını paylaştığı bu adama “Allahaısmarladık” demeli miydi.
“Merhaba” dememişti ki.
“Hoşça Kal” deseydi…
Annesinin yanında hiç kıpırdamadan oturan ve gözlerini bu yabancı adamdan ayırmayan küçük kız; yalnızca biyolojik babası olan bu adamın ne bir bardak sütünü içmiş. Ne de bu harika genç kadın onun aldığı bir çift çorabı giymişti. “kadın dediğin külden yemek yapar” diyen bu adam ayağına kalkıp gelen bu ikiliye bir bardak su bile içirmemişti gene.
“Önümüzdeki günlerde avukat arkadaşım sisi arar” dedi adam.
“Peki.” Dedi genç kadın karşılık olarak.
Gülümsediler birbirlerine..
Karaköy de tarihi vapur iskelesinin karşı kaldırımında durmuşlardı.
Aynı anda attılar adımlarını. Ayrı yönlere doğru.
Biri eski tarihi köprünün kalabalığına. Tek başına
Diğeri Kadıköy vapurunun kalabalığına. İki kişi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.