- 523 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Denememeler-6
Düşünme
Kendime çoğu zaman ‘düşünme’ diyorum. Düşünme! Olumsuzluk mu katıyor, yoksa bir hâlden mi bahsediyor pek anlamış değilim. Benim için içinde gizli olan anlamı, düşündüğüm her neyse, o anda bulunduğum ‘düşünme’ hâlini işlenen demir gibi sıcak tutması. Bir nevi istemeyerek yok etme, bir nevi beyin ötenazisi. Bir nevi aydınlanmakla alakalı bir ‘düşünme’ hâli ise, gerçekten bunu devam ettirmek zor.
Şöyle örnekle daha makûl izah edebilirim bu hâli sanırım. Geçenlerde Mevlâna Halid Hazretlerinin bir duasına denk geldim ki, ‘düşünme’ frekansını, düşünmeme olarak bana algılatan tüm almaçlarım tıkandı ve doğruya sevk olundu. Şöyle ki, Mevlâna Halid Hazretleri o güzel duasında şöyle sesleniyor:
‘Ey Ehl-i Bedr! (Size ihsan edilen) hoş kokulu rahmet rüzgârlarıyla ve nurlarla bana yardım ediniz. Beni bütün desise ve belalardan kurtaracak gizli bir bakışla da olsa imdadıma koşunuz.
Ey Sâdât (efendilerim)! Sizden bu istekleri dilemeye ben layık olmasam da, bu liyakatsizliğimi görmezden gelerek ve hoşgörülü davranarak bu nazarla imdadıma yetişirsiniz.
Benim amellerim her ne kadar korkulan sarp yollar, uçurumlar gibi olsa da, sizin korumanızı maksat edinenler için himayeniz rahatlık ve kolaylıktır. Zira sizler, sizin himayenizin, Kur’an’ın muhkemi olduğunu söylüyorsunuz. Sizler saygı ve cömertliğin incelikleriyle saygı duyulanlarsınız. Sizler Yüce Sevgili’ye götüren vesilelersiniz. Sizler en sağlam yola sevk eden vasıta ve vesilelersiniz. Sizler hidayete ermişlerin en üstünüsünüz. Sizler yol gösteren yıldızlarsınız. Sizler düşmanların üzerine atılan taşlar gibi onları bertaraf edenlersiniz. Sizler zifiri karanlığın kandillerisiniz. Sizler, helak olmak ve boğulmak üzere olan herkesi çekip kurtaranlarsınız. Ben ise sizin zelil, hakir, kusur dolu, hata dolu kölenizim.’
Duayı irdelemek sanırım hâl için açıklayıcı olacak. Ey Ehl-i Bedir derken Hazret, Bedirsavaşında bulunan sahabi hazretlerinden bahsediyor. Üç yüzden fazla sahabi ile beraber küçük çaplı bir savaş da, Müslümanlar galip gelmişlerdir. Peki ya Uhud savaşında galip gelen kâfirlerin durumu bize neyi göstermektedir? Eğer Allah’ı tabi olanlar da kaybedebiliyorsa, bu Müslümanların arzu ve iştiyaklarını kırmayacak mıdır? Bu ‘düşünme’ hâli için arzu ettiğim örneklerden biridir. Bir yandan mantıklı düşünebiliyorken insan, diğer yandan çok çabuk bir şekilde hiddetlenebiliyor
Ayeti Kerimede şu ifade geçmeseydi, sanırım bu ‘düşünme’ kaosu hiç bitmeyecekti. ‘"Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Karşıtılar da Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez."(Al-i İmran 140)’
Evet, duayı az daha irdeleyip, ‘düşünme’ hâlinin sözsüz kalışına mazhar gerçeği irrite etmek istemiyorum. ‘Lebbeyk’ diyen, ‘buyurun, haydi siz de iştirak olun’ sesine kullar, abd olanlar, liyakatsızlıklarını bildirerek misafir olurlar. İnsan bilmeli ki, hangi ameli işlemiş olursa olsun, maksat eğer ulaşmamışsa Rabbe, o zaman uçurumdan düşmek çabuklaşabiliyor. Eğer bir Müslüman, bu yönüyle örnek alamıyorsa, eksiktir, ancak örnek alıyorsa da eksiktir. Meziyet bir yöne tamamen bağlı kalmak değil, her işin mutedil olanına tabi olmak! Bu da kendini bilmekten geçer ki, asır içinde ‘kendini bilmek’ deyimi, ‘kendini duymak’ deyimi kadar aşağılanmış ve insanların egolarını tatmin eden bilinmezlik olarak kayda geçmiştir.
Kendisini bilen insan, yıldızları görmek için her gece gökyüzüne bakınmak ister. Eğer yıldızları göremiyorsa, vicdanen, gönül sesini duymak ister. Gönül sesini de kısmış, başka başka, yabancı sesleri kendi özüne ortak edinmiş insanlar ise, kötü olduklarını kabul etmezler. Kabul edenler ise, hiçbir şey yapmaz ise, yine kötülerden olurlar. Bunu daha kötüleştiren ise ‘düşünme’ hâlidir.
Her kuaförün saç kesim tarzı farklıdır. Her saçın da kesimi farklıdır. Söz ola, düşünceye öz ola! ‘Düşünme’ haline aldırış etmeyen, her saça göre yeni bir tarz oluşturmaya çalışan kuaföre benzer ki, bu da insanın h/iç bilince ulaşmasını engeller.
Söz
Söz, eskilerin işlerini yaparken birbirlerine inanarak ve Allah’ı şahit tutarak kanıt saydıkları latif! Bin düşünüp, bir söylenesi bütün. Kümelerin özü, evrenin sarmaşığı, her türlü duyguyu biriktiren ve yayan şey. Şey’lerin ilahsallığını sanırım öncesinde de ‘düşünme’ hâliyle açıklayabilir insan kendince.
Söz, öz bir nevi. Hayatı sözsüz yaşasaydık, nasıl bir duygu ile bu karmaşadan ayrılırdık, tahmin etmesi bile güç. Özün var oluş sebebine uygun olacak şekilde, insanın beden şehirlerinden birinde, en saygın ve hayata en yakın uzuvlarından birine emanet edilmiş ‘nüve.’ Dil, insanın hayati şehri. İllerinin en önemlisi! D/ilsiz kalan özden mahrum. Fakat her öze sahip olan da, öze tabi değil.
Büyük felaketler gibi, büyük mükâfatları da var eden, söz! Cennet olan, Cehennemden kaçan, yâr dileyen, hasret bileyen, kederi eşen, s/us düşkünü belâ! Her güzelin bir de fena yanı vardır ya, söz de öyle. Aslında öze götürmek isterken, susmayı küstürüyor kendine. Kâinat çığlık olduğu kadar, bir nilüfer kadar köksüz, çırılçıplak bir sessizlik de aynı zaman da. Dünyanın her gün kendi etrafından dönüşüne dair sesleri duysa idik, nasıl olurdu halimiz? Söze götüren sesler, nasıl oluyor da gizlenebiliyor en mühim canlıdan?
Sözler… En mühimlileri de Yaradanın sözleri. Sanırım insanın uzuvlarına dair illerin en önemlisine ait olan özü de, O’nun sözü.
Gerçekten biliyor muyuz?
Her şeyi biliyoruz, ama her şeyi. Bize kalsa tüm bilgi hafızamızda depolanmış, ama günlük uğraşlar insanın hafızasındakileri unutmasına sebep oluyor. Her şeyi bildiğimiz zannetmekle kaybediyoruz. Can sıkıntılarımızın en büyük sebebi, çok bildiğimizi zannetmekten ötürü.
Sevmek
İnsan garip bir varlık, zengin evine benziyor ruhu, yaşantısı. Ev yapmayı, evlerde yaşamayı seviyor. Hem madde de, hem de manen bu fikriyatı değişmiyor. Madde de, kemiyet mikyasınca evinin içerisinde odası, tuvaleti, banyosu, mutfağı var iken, ruhen var ettiği evinde de tuvalet, banyo, mutfak yapmaktan vazgeçmiyor.
Mutfağında duyguları birbirine katıyor. Yemekler yapıyor üzüntülerinden. Kimi zaman da sevinçleriyle besleniyor. Çoğu zaman umursamazlıkları ile dolu yemeği. Ruhu şükürsüzlük içinde darmadağın kalıyor. Maddi zenginlik hiçbir şey değiştirmiyor. Şükreden seviyor evini. Tuvaletine dökmek istediği, görmek istemediği, pis olarak var saydığı her şeyi döküyor oraya. Eğer üstünü kapatmazsa yaralarının, kötü kokuyor ömür hafızası. Acı hep canlıymışçasına yaşıyor evinde. Delik deşik… Banyosunda kirlendiğini hissettiği an, yıkıyor şeylerini. Şeyleri çok uzun… Eşik noktasını aşıyor her bir farklı saydığı, kendisine ait hissettiği zorlukları.
Sevmek için bir ev, yaşamak için bir ev… İnsanlar gerçeği sevemediği için, geriliyor. Gerilime mukavemet gösterdikçe, katlanma elastikiyetini kaybediyor.
Peki, şikâyet sever insan, sen hiç sevdin mi gerçekten? Ev yapabildin mi kendine yalnız başına? Kendini sevmek için değil, yaşabilmek için bir şey yaptın mı?
Yoksa hep biriktirdin mi?
Biriken hangi düşkünlüğünün kurtlanmışlığıydı?
Yaşadım diyorsun, ancak yaşamadın sen! Sevmedin.
Avaresin ey insan! Göğsünde saklanan güzelliğin hamalı değil, hep yapmak isterken, yapamadığın şeylerin hamalısın.
Ne sevilmekten haz alıyorsun, ne de sevmekten!
Çünkü senin evin yok.