- 1520 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
Tanrı ısırığı
Manasını terk eden kelimeler, bırakıldığı dallara ikamet edercesine sıyrılıyor dudak solluğumuzdan
Dinlencelere varıldığında bir ayna telaşı, yüzünü görme imkânını, ergen soluğun peşine salıp, anlamlar dilendiğinden beri. Kör sayhalarımı, çalı diplerine saklarım. Damaklarımda başka bir telaş, çizildikçe cümlelerim, bir ak ihtimali seziyorum düşen her harfimden…
Rengini topraktan alan sakallı, sanki tarihin hatlarını yol edip sermişti alnına ve seyre başlamıştı günün ilk ışıklarıyla, fikrine gözükmeden anılara sarılı çiğ tütün, tabakadan kalkıp, parmak hükmüne eğimli, kırışık figüran sesiyle, sessizliği süpüren ilk adımdı belki de. Dün gece bir vaktin düşüyle boğmaya çalıştığımız o eksik ay hali. Hangi hükmün gün saklambacıydı diye sual sektirirken toprağın yüzünde. O her solukta kendine aşina suskunluğu, saklanmaktan üşenen kusuru, tanrının ayın yanağından bir ısırık aldığını ve yüreğimdeki bir tam bir yarım vakitleri, ay halleriyle pekiştirmeme sebep oldu.
Kubbe perdesini çeker evlerine sığınınca yaşamlar
Kâhin görünümlü yaşlı, tarih yüzlü adam bir nefes tütün dağıtırdı ruhuma. Solumaktan fırsat bulup acımtırak bağımlılığı, soluğundaki beyaz bulutu, kelimelerin dizginlerine sarıp tuttum. Entarili bir tay gibi koşmaya başladık. Terimin tuz kaybı bu yarımlığın ayıbı ile pekişirken, meraklı yağmurlar gözlerimde park ederdi ve çoğu zaman mum yanınca uyanırdı kelimeler. Birden tarçın kokardı babam. Birden üşürdüm birden koşardım daha ilk adımda bir vakit içime düşerdi. Cereyan ederdi acık kapı, naylondan pencere. Koşar adım kapanırdı bütün güzergâhlarım. Yüzüme üfleyen konuk bükerdi belimi emanet dikişlerine saklanırdım, diz yamalarımın. Sakinliği ürkütürdü beni hem neden delikti pantolon ceplerim? Bilmiyor muydu? kimse..
Tanrımı bir ısırık almış ay’ın yanağından. Derdi içimin küçüğü
Gece ben olurdu. Ben geceye saklanırdım. Koşar adım yanıma ilişirdi suskunluk. İkimizde öyle bir anda söbeleşirdik ki, bir birlerini itip kalkan kelimelerimden tek bir haber bile yoktu. Kalakalırdım öyle elindeki değnekle ikiye bölerdi bizi o üfüren konuk. Kör, aksayan adımlarla tutunmaya çalışırdım geceye. yüzü olmayan konuk esip geçerdi aramızdan. Noktaları dilimin ucunu acıta acıta çekerdi kendini dişlerimin arasından. Virgüller dudaklarımın kepenklerini aralardı. Bu düşünce hangi ray sessizliğinden kopup gelmişti. Kurgudayken gözleri, birden bire gözlerime devrildi ısırık almış ay sancısı titreyip büktü kirpiklerimi.
İçimin üşüğü, hani mumlar yanar, uyanır ya kelimeler. Ayın bu ısırık halleri, geceye mi uyanırdı? Derdi
Telaşımın ceplerinde kelimeler ararken o an, gecenin dudaklarını aradı gözlerim. Delirircesine hem de bir fısıltı belki de tek bir harf, ruhumun zemininde oluşan çatlakları doldurmama yetecekti. oysa sağırdı bağırdığım her yerde. Her zamankinden fazla belki de içinden sayıklıyordu, gök efendisini, kara hallerini, ayın ısırık hallerini söyleyemedi. Sustum geceyi bahane edip. Gözlerim ilk defa bu kadar ağırdı. Kalkamadı göründüğü yerden ve yerini yurdunu bilmediğim bir şeyler dolaşmaya başladı, solumun yüzünde. Bir ısırıkta benden demi alındı diye soramadan edemedim. Solum, gecenin, ısırık almış ay yanağına yaslandığını görünce, aramızdan kulaklarımıza kadar öpüp geçen o üfüren konuğun değneğiyle hırpalamak istedim kendimi. Geç kaldım. Kapılar karaydı. Sağırdım ben, ben diye bir şey yoktu o an. Artık üşüyordum üstelik acıtmaya başlamıştı ağacın kaburgaları
İçimin zamansızı Göğsümün öksüzüyle kaynaşıyor. Gözlerinin karasını, gecenin karasından çekip bir irkilse, omuzlarından bin ses yıllı ah düşecekti sanki bir gülümsese sağı yanan, yolu aşk’a susan ne çatlaklar, tortularıyla kapanacaktı. Soluma bir dokunsa kondurmadan zamana yüzümde saf belirtilerim yürüyüp gidecekti parmaklarımdan.
İçimin çaresi, buyruk sakini tavrını, gözlerinin karasına sarıp, üstüne yummalıydı. Göğsünde uykularına yer bulamayan, kemiklerin kusurundan kaçıp. Yaş anıtı bir ağacın gözlerini kapatmalıydı sonunu
Çünkü
Sahranın yanığına benzer bir zülüm ikamet ederdi teninde. Gözlerinde hiçbir hayali yağmur beslememeliydi, biliyordu, nerden bildiğini bilmeden üstelik. Buyruk büküğü dudaklarına yol eylediğinden beri park eden yağmurlar vakitli vakitsiz sağdırırdı kendini ciğerlerine.
İçimin gülüşü, günah ve yanlış ikiliğinde, Kızarık yanaklarıyla kubbeye bakar, kızar mı diye beklerdi. Sarı ışık ısırırdı yanaklarını, annesine koşardı. Eteğine sarılır bir vakit orda kalır, vay sığınağım koruyor beni diyip susardı. Gözleri yün ipliğine bağlı tokmak tahtaya takıldı bir süre, yün ip oluyordu döngüsel uçurumlar yol veriyor düşlerine, üşüşmeler başlıyor kıymık hallerinde. Annesi dizine vurup çevirirken, bazen de kafasına yerdi ipli tahtayı, uyanırdı düşten gülüşe, kıs kıs gülerdi. Gözleri, ay parlağı, keskin virajların sahi tanığıydı.
Gece gelip gözlerimde konuşlanırken, intihar ve imtihan kıskacına dokunmak hiç bu kadar yakın olmamıştı. Tanrıdan yanık bir tene uzun uzun bakmak, üstünde bin hece yığını, açlığıyla suçlanan bin ırak soluk, asitsiz bir hazım, ardına gizli bakışlar, ayıklanmalar. kaygıda sulh ispatı, mevsimlerinde nifak bir kuş ölü’şe bilecek miydi?.
Tarçın kokuyordu gece, içimin küçüğü kalkıyordu yerinden, bir ses dürtüp dürtüp asıyordu, içimden birilerini.
İçimin çoğu, doğarken yarım bir yürekle açmış gözlerini rüyalı dünyaya ve içimin küçüğü yüreğinin yarımlığını ay’ın yanağındaki tanrı ısırığına sayardı. Düşerdi gülüşlerimden.
şimo
sinan şeker
Tanrı ısırığı Yazısına Yorum Yap
"Tanrı ısırığı" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.