- 708 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Genetiğimizle Oynamayalım
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Her şeyin yapaylaştığı günümüzde yiyeceklerimiz bir kenarda dursun insanların bile genetiğiyle oynanabiliyor. Yani “GDO” kavramı artık birçok alana yayılmakta. Peki bunun sebebi ne diye sorarsak aklımızdaki soru işaretlerinden ve kendimizce verdiğimiz cevaplardan bir sonuç elde edebilir miyiz bilmiyorum ama denemekte yarar var.
İlk görüş şu olabilir:
“ Alafrangalığa kendimizi kaptırıp “biz” olmaktan çıkıyoruz yani milli ve kültürel değerlerimiz gün geçtikçe yozlaşıyor.”
Gelişen dünya düzeni ile birlikte elbette ki modern hayata ayak uydurmaya çabalıyoruz, çağın gerisinde kalmamak için. Bu, kendimizi geliştirme sürecinde önemli bir adım ancak bizler her şeyin abartılı olanını hayat biçimi haline getirdiğimiz için “modernleşme” adı altında aslında kendimizden, kültürümüzden, yaşayış biçimimizden gitgide uzaklaşıyoruz ve sonuç olarak dilde yozlaşma, geleneksel müziği reddetme, örf ve adetlerden kopma gibi sorunlarla karşılaşıyoruz.
Hani büyüklerimiz hep derler ya: “Nerede eski bayramlar!” ve anlatırlar ballandıra ballandıra eski bayramlarda yapılan şenlikleri, evlerin coşkusunu ve tüm dostların vefa örneği göstererek bir arada oluşunu. Şimdi bayramlara “tatil” gözüyle bakar olduk. Bayram birlik olmaktır, büyükleri sevindirmek, el öpmek, yardımlaşma duygusunu geliştirmek… Ancak günümüzde “kafa dinlemek, zamanın stresinden uzaklaşmak” olarak görülüyor. Ananelerimize sahip çıkmak, tarihimizi yaşatmak ve batının gölgesinde kaybolmamaktır.
İkinci görüş ise:
“ Görgü kurallarımızı yitiriyor, empati kuramıyor ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde gerekli itinayı göstermiyoruz.”
Geçenlerde yorgun bir günün ardından çarşıdaki işlerimi halletmek için otobüse bindim. Yorgunum dolayısıyla gülmüyor çehrem, bitkinlikten konuşacak halim yok. Otobüs ise hıncahınç dolu. Oturacak yer bulamadım, ayakta kaldım ama balık istifi gibi nerdeyse üst üsteyiz insanlarla. Yanımda orta yaşlı bir bey var, öğle yemeğinde sarımsağı fazla mı kaçırmış bilmem ama nasıl kokuyor, nasıl kokuyor! Kokulara karşı öyle hassasım ki, otobüste daha fazla kalamayacağımı hissettim. İneceğim durağa daha vardı ama “durunuz” butonuna basarak durdurdum otobüsü, geriye kalan yolu yürümeye razıydım, yeter ki o kokudan kurtulayım. Şimdi bunu okuduğunda “ Ne var yani, insan sarımsak yiyemez mi?” diye düşünenler olabilir. Yer elbet, sarımsak hem lezzetlidir hem de doğal antibiyotik olarak adlandırılır. Ben de severim mezelerimde, soslarımda kendisini kullanmayı ancak sadece akşam yemeklerinde yer, yedikten sonra dişlerimi üç defa fırçalar, ağzıma bir de karanfil atarım ki çocuğumu bile öpmem. Bence bu durum- kimine abartılı gelebilir- ama tamamen öz saygımdan kaynaklanmaktadır ve “ sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” inancından.
Bizler kendi keyfimiz için bazı şeyleri yaparken çoğu kez başkalarını göz ardı ediyoruz yani empati kuramıyoruz ne yazık ki.
Hayatın telaşına kendimizi öylesine kaptırmışız ki çocuk yetiştirmek bir sanat iken, bu sanatı layığınca icra edemeyenlerden oluyoruz genellikle. Yorgunluğumuz, yoğun stres ve gelecek kaygısı beynimizi yiyip bitirirken şekillendirilmesi gereken bir kişiliğin farkına varmıyoruz.
Yine bir gün, oğlumla marketteyiz. Baktık ki bir çocuk- dört beş yaşlarında- yere yatmış, anne ve babasının şaşkın ve utangaç bakışları altında nasıl tepiniyor, nasıl ağlıyor! Herkes etraflarına toplanmış, görseniz çocuğun işkenceye uğradığını sanırsınız. Neymiş efendim oyuncak almak istemiş de babası izin vermemiş. Annesi ise diğerlerine anlatıyor:” Ne zaman markete gelsek aynı şeyi yapıyor, biz de insanlara rezil olmamak için istediğini almak zorunda kalıyoruz.” Sonunda yine aynı şey oldu. Çocuğun istediği alındı ve az önce yerlerde tepinen çocuk, güler yüzle ayrıldı marketten.
Şimdi bu olayı etraflıca düşünürsek görürüz ki çocuk “ Nasıl olsa alınacak, ağlayayım bari!” durumunu çok güzel bir şekilde kullanmakta ve annesiyle babası da bu oyuna izin vermekte. Halbuki ne kadar ağlarsa ağlasın o oyuncak alınmazsa, çocuk elbet susacaktır ve ağlamanın yarar sağlamadığını da kabullenmiş olacaktır. Ha şimdi: “ N’olcak yani çocuğa küçük bir oyuncak alınsa? Yazık, küçük daha o, hem çocuk sevindirmek sevaptır.” Diye düşünenler olabilir. Ağlayarak istediğini elde etmeye çalışmak kişilik haline getirilirse o çocuk, büyüyünce de ağlayarak, kendisini başkalarına acındırarak, duygu istismarına sebebiyet vererek bir yerlere gelmeye çalışacaktır.
Marketteki olayı oğlum da görmüştü- henüz üç buçuk yaşında- ve ben hiçbir şey demediğim halde durumu anlamış. Bana dedi ki :” Anne, o kız bir bebek. Bebekler onun gibi ağlar. Ben hiç ağlamıyorum oyuncak al diye di mi anne?” Gözlerim doldu v e sevindim küçücük başına durumu kavramış olmasına. Sonra oyuncak reyonundan geçerken baktım ki epeydir oğluma oyuncak almamışım. Almaya niyetlendim ama ilk önce onun nasıl bir tepki vereceğini merak ettim. Önce oyuncak kamyona baktı, ama nasıl bir bakış çocuğun içi gidiyor da dillendiremiyor. Sonra da bana döndü: “ Annecim paran var mı?” diye sordu kibarca. “ Var oğlum, sana küçük bir oyuncak alabilirim.” cevabını alınca da gözlerinin içi güldü: “Yaşasın annecim! Ama bir tane alacağım hem benim çok oyuncağım var.” diye ekledi.
Çocuğa ilk önce elindekiyle yetinmesini öğretmek ve her zaman istediklerine “ağlayarak” ulaşamayacağını anlatmak gerekir ki ileride kişilik bozukluklarına yol açmasın bu durum.
Daha çocuktum, 7-8 yaşlarında. Misafirliğe gittik, annemin çok yakın arkadaşıydı Selma Teyze. Hele de öyle bir ıspanaklı gül böreği yapardı ki, parmaklarımı yiyecek duruma gelirdim. O gün de yine meşhur böreğinden yapmış. Tabaklara da aksilik bu ya birer tane koymuş. Tabağımdakini yedim ama öyle güzeldi ki tadı damağımda kaldı. Kendi içimde gelgitler yaşıyordum. Bir tane daha istemeli miydim? Ayıp mı olurdu acaba? Ama bir tane yetmemişti! Sonra döndüm : “ Selma teyze bir….” dememe kalmadı ki kolumda öyle şiddetli bir yanma hissi oluştu ki anlatamam. Tabi ki de annemin meşhur çimdiğiydi bu. Canımın acıması bir yana, susup oturdum ağlamaklı gözlerle. Ne olacaktı sanki?
Şimdi bazen misafirliklere gittiğimde görüyorum ki, çocuklar hazırlanan yiyeceklere sanki saldırıyorlar. E çocuk, yiyecek tabi ki de, yetmedi mi bir daha isteyecek. Kendim yaşadığım için ben genelde self servis usulü ağırlarım konuklarımı. İsteyen dilediğince yesin. Ama yine de annem bana azla yetinmeyi öğretmeye çalışmıştı. O börekten kalmamış olma ihtimali de vardı, bu durumda ev sahibi büyük bir utanma duygusu yaşayabilirdi.
Bunun gibi örnekler ve görüşler çoğaltılabilir. Benim bu yazıda vurgulamak istediğim şudur ki: “ Benliğimizi, örf ve adetlerimizi, görgü kurallarımızı yitirip GDO’lu insanlar sınıfına girmemeliyiz.” Büyüklerimizin elini öpmek mecburiyet olarak değil, saygı göstergesi olarak öğretilmeli çocuklarımıza ya da gece vakti müziğin sesinin neden açılmaması gerektiği bağırıp çağırılarak değil güzelce izah edilmeli. Çocuklarımıza sadece pop, rock, rap gibi Batı kökenli şarkıları değil öz kültürümüzün ürünü olan türkülerimizi ve Türk Sanat Müziğimizi de dinletmeliyiz.
Unutmayalım “Ağaç yaşken eğilir.” Ve kültürümüz, milli mirasımız, benliğimiz çocuklarımıza emanettir….
YORUMLAR
Sizi tebrik ederim. Yaşam kalitesine katkıydı.
Küçük bir kıssa da benden olsun: Bir gün dışarıdayım, iki kadın ve iki çocuk, yürüyorlar önümde. kadının bir tanesi, çocuklara, anneler hizmetçi değildir diyor. Çocuk cevap veriyor: Biz çocuğuz nereden bilelim. Çocuklar herşeyden önce sevilmeye sonra da eğitilmeye ihtiyaç duyar.
Selamlar.