Yüzümdeki Hayatın Tokat İzleri -5-
YIL 1980 EYLÜL
Ürkütücü bir gündü, silah ve mermi kokusunun yayıldığı bir Eylül sabahıydı. Silah ve mermi kokusu hayvanların sinirlerini gererken, çocuklar da ölümün, yasakların tanımı bulmaya çalışıyorlardı. Daha on, oniki yaşlarında iki yatılı çocuk! Ve darbeden bir hafta sonra Avkani ile abisi Selay köylerinde yüz yirmi km uzaklıkta olan bir yatılı okula gidiyorlardı. Okulların açılma günü gelip çatmıştı. Ve tüm hazırlıklarını yapıp, sabah bavullarıyla yola çıktılar; Avkani ve Selay yanlarında babalarıyla…
Köyde tek binek aracı olarak eski model bir Magirus dolmuş vardı ve o gün çocuklar babalarıyla beraber kente gidip bazı giysi, kırtasiye eksiklerini tamamlayıp şehirden okulun bulunduğu ilçeye gidecektiler. Bu okul İlçede ve ülkenin üçüncü büyük yatılı okuluydu. Köyden, tüm yolcular yerini almış ve şoför “tamam mıyız?” dedikten sonra araba hareket etti. Şehrin Beşinci km.sinde askerler etrafı çevirmişlerdi. Tüm yollarda barikatlar kurulmuş şehrin tüm girişleri tankla, topla çevriliydi. Sanki bir savaş haliydi; her yer asker ve her yer darbe kokusu yayılmıştı. Tek tek arabalar çevrilip üst-baş araması ve kimlik kontrolleri yapılıyordu. Askerler düşman( sağcı, solcu, emekçi, işçi vb. bunlar darbe yapanlar için hepsi düşmandı) var mı diye hiçbir ayrıntıda kaçmıyorlardı.
Komutan olmalıydı sert bir komutla:
“Araç dur” komutuyla araçtan yolcular indirildi “eller yukarı ve yüzükoyun arabaya yaslanın” ikinci sert komuttan sonra Avkani, çok korkmuştu, yarı ağlamaklı:
“Baba, bunlar bize ne yapacaklar? Diye sordu. Baba bir süre düşündü. Gülümsemekle yetinip “bir şey olmayacak” der gibi gözleriyle süzdü onu.
Babasının ne okuması ne de yazması vardı kendini bildi bileli çiftçilik yapmıştı ve hayvan peşlerinde bir ömür tüketmişti. Ama o da her babalar gibi hayat öğretinin verdiği tecrübeyle ve yaşam ekolün verdiği bilgisine dayanarak:
“Korkma oğlum, onlar bize bir şey yaptığı yok, onlar ülkenin iyi çocukları” deyip Avkani’ye iyi bir moral vermişti. Babası asla polise, askere laf söyleştirmezdi. “Onlar bizim can ve mal güvenliğimizi sağlamakla görevlilerdi, onları Allah başımızda eksik etmesin” derdi hep.
Fakat babasının iyi çocuklar dediği kişiler başlarına silah dayanmışlardı ve bu ikilem içinde “herhalde bildikleri bir şey vardır” diye düşünürken yoklama sırası Avkani’ye gelmişti, gene sert bir komutla:
“Kimlik… Kimliğini görebilir miyim?”
Avkani, korkudan gene babasından yardımı susarak ve dudaklarını büzerek istemişti
Babası atıldı:
“Onun kimliği okulda ama isterseniz öğrenci kimliği vardır… oğlum kimliğini göstersene!”
Avkani, öğrenci kimliğini çıkarıp uzattı. Kimliğini çıkarırken ve tir tir titriyordu;
Fakat Korkması için sebep çoktu; askerlerin çapraz fişeklikte dolu çıplak mermiler, kasatura bellerinde ve göğüs hizasında dörder el bombası! Sanki bir cephanelikti. Avkani, Çıkardı öğrenci kimliğini verdi ellerine. Komutan bir göz ucuyla bir kimliğe bir de ona baktı, gülümsedi! “Geç” dedi. İnanamamıştı. İçinden “Bunca korkum boşunaymış demek” dedi. Sevinçle kenara çekildi, sonra abisinin ve babasının da kimliklerine bakıp onlara da “Geç” dedi.
Başka bir asker, onlarla yolculuk yapan Salih amcaya:
“Babalık kimlik…” dedi asker.
Salih amca şalvarın ceplerini, gömlek cebini hata çoraplarına bile baktı ama kimlik yoktu. Meğer Salih amca, elbiselerini değiştirirken kimliğini eski şalvarın cebinde unutmuşmuş. Köylüler şehre geldiğinde özel ve yeni giyitlerini giyerlerdi. Bu elbiseler sadece düğün, bayram ve şehre inildiğinde giyilirdi. Kimlik üstünde yoktu! Salih amca, her yerini didik didik aramasına rağmen kimliğini bulamamıştı.
Genç asker:
“Komutanım bir vukuat var, bu yaşlı amcanın kimliği yok üstünde” dedi.
Komutan gürleyerek ve öyle bir bağırdı ki orda bulunan elli altmış asker savaş konuma geçerek etraflarını sardılar!
Komutan:
“Sen varsın davar mısın? Şimdi senin adam mı yoksa hayvan mı olduğunu nerden bileceğim” dedi.
Avkani ve tüm köylüler “Şahadet” kelimesini getirerek Allaha sığındılar. Köylüler“ Ah, Salih amca! Ah” dediler hep beraberce… Onlarla yolculuk yapan ukala ve yalancı Bekir atıldı:
“Be amca, sen niye kendini unutmadın da kimliğini unutursun? Vallahi de billahi de bu askerler bizi vuracaklar, hani haksız da değiller yani!” dedi.
Sonra komutana yalvarırcasına “Komutanım on tane çocuğum var, hepsi de ellerinden öperler, ver ben de öpeyim o hürmetli ellerinizi” dedi Bekir.
Oysa Bekir daha evleneli bir yıl bile olmamıştı. Meğer kendisi köylüleri kurtarmak için böyle bir yalana ihtiyaç duymuştu ve sonrada anlattığına göre. Ama Bekir’in hep anlatacağı bir hikâyesi olacaktı, hep köyde anlatıyordu “Ben olmasaydım o gün, hepsini öldüreceklerdi askerler, bir tabur asker üzerimize gelmiş ve ben önlerine atılıp yapma, etme diye” onlar da beni kırmayıp bizi serbest bıraktılar” diye.
Komutan Bekir’e bakıp kıs kıs güldü sonra kahkahayla gülmeye başlayınca oradakiler hepsi hayrete düştüler, Avkani,“ meğer askerler de gülebiliyormuş” içinde söylenerek. Komutan Bekir’e yaklaştı ve kimliğini elinde şaklata şaklata alaylı bir tonla:
“Adın ne, adın” dedi komutan.
“Kimliğin elinde ya” neyse komutanın ciddi bakışını görünce Bekir “emret komutanım” dedi.
“Yaşın kaç?”
“On dokuz yıl, dört ay, yani on dokuz buçuk yaşındayım”
“Askerlik de yakın demek”
“Komutanım emret, hemen asker olayım… Komutan daha ciddileşerek:
“Olum ben bunları askerlikle ilgili için değil, kaç yaşında evlendin?”
Bekir büyük attığını anladı ve yalanlarına devam edecekti mecburen.
Bekir:
“On iki yaşında evlendim”
“Ya… O zaman iki çocuk fazla, demin yaşını söylerken ki ben seni yirmi yaşında saydım. Yoksa iki çocuklu bir dulla mı evlendin”
“…”
Kimlikte Bekir’in bekâr ve on dokuz yaşında olduğu yazılıydı ama buralarda resmi nikâhın önemsemediklerini biliyordu. İnsanların ihmalkârlığına saydı. Bekir’in on çocuğum var dediğine kafayı takmıştı Komutan buna bir ceza düşünüyordu ve elinde copu şaklata şaklata bir süre düşündü. Genç bir asker telaşla:
“Komutanım… Bir zanlı yakaladık, üstünde ruhsatsız tabanca bulduk. Sanırım örgütten” derken, örgüt kelimesi duyan komutan şoföre:
“Araç bin… Bekir seninle sonra görüşürüz…” deyip fırlayıp gitti.
Karayolunda binlerce araba aranmak için bekletiliyordu. Köylüler de kurtulmanın sevinciyle arabaya atladılar. Bu kez arabanın içinde kimi Bekir’i methediyor kimi de yalanından dolayı kızıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Şerhe daha beş kilometre kalmıştı. Avkani, sadece onları dinliyordu ara sıra abisi de katılıyordu konuşmalara.
Bekir:
“Sayın köylü hemşerilerim, bu akşam bana bir ziyafet çekmeniz gerekiyor bu onuru kim almak ister?” saçlarını karıştırıp “Sadece bir kuzu, içli pilav ve bolca ayran olsun”
Salih amca:
“Tamam, bu akşam bana davetlisin ama ‘misafir umduğunu değil bulduğunu yer’ Allah ne kısmet verdiyse” Şoför Kemal, ilk kez konuştu ve dikiz aynasında izlediği Bekir’e
“Sana zıkkım bile olmamalı”
“Neden ki kemal ağam?”
“Olum, senin kadar yalaka ve yalancı daha görmedim bu dünyada”.
Kemal sonra Adem babaya:
“Âdem baba, sen komutanı tanımadın mı?” Adem Baba uzun bir “yoğğğ.” Çekti.
“O komutanla dün tanıştık, o Eşref beylerden… Arabadaki herkes ve Adem baba
“Ya… “ deyip hepsi şaşırmışlardı. Kemal devam etti:
“Eğer isteseydi hepimizi yakalayıp kodese atardı, suçumuz neydi diye sorarsanız Bekir’in aptalca yalanlarından”
Bekir:
“Kıskandınız, değil mi? Oysa ben olmasaydım zaten yakalanmış olacaktınız”
Nihayet şehre öğle vakti varabilmişlerdi. Araba şehrin ilçe garajında durup yolcularını indirdi. Yolcular her biri bir yana dağılıp gittiler. Avkani, babasına “acıktığını” söyledi. Adem babası:
“Kurban olam, hemen şurada bir lokanta var gidip bir şeyler yiyelim” dedi.
Şehrin yoğun olduğu caddesinde güzel bir lokantaya girdiler fakat Avkani “canım bir şey istemiyor” dedi. Ayrılık vakti yaklaşmıştı bir iki saat sonra üç ay köyünden ve özelikle babasında ayrı kalacağının üzüntüsü onu Duygusallığa itmişti aniden ve ağlamamak için kendini zor tutmuştu. Lokantada çıktıktan sonra babaları onlara elbise, kırtasiye malzemeleri almak için tanıdık bir kırtasiye girdiler. Sonra şehrin ucuzluk pazarı olan “Yoğurt Pazarı”na geldiler. Oradan da yeni elbiseler alındı. En son olarak doğruca Yatılı okulun olduğu ilçeye gitmek için terminale gittiler. Babası biletlerin parasını verince hüngür hüngür ağlamaya başladı Avkani, “Baba okula gitmek istemiyorum” deyip durdu. Baba çok duygusaldı ve ağlamamak için kendini zor tutuyordu
Adem Baba:
“Bak oğlum, biz okuyamadık cahil kaldık, dilsiz ve sağırlar gibiyiz, kendimizi bile ifade edemiyoruz, bari bizim sahip olamadıklarımıza siz sahip olun. Sadece bir sen değilsin ki
Avkani ” Ben “annemi de özledim” derken yazıhanede bulunan herkesi buz kesti ve Biletçi “Baban haklı, eminim okumanı en çok annen isterdi ve onu üzmemelisin artık” dedikten sonra Avkani biraz yumuşadı ve gözyaşlarını elinin tersiyle sildi.
Selay:
“ Sen de ama tuhafsın, babayı ne diye üzüyorsun? Ben de senin gibi değil miyim?”
Avkani, abisine boynu bükerek:
“Ama sen benden büyüksün”
Biraz daha dolaştılar boynu bükükler gibi… Kaldırımlarda esnaflar hala bu darbenin şokunu atmamışlardı. Kimi dükkânı açmış kimisi de açıp açmamak kararsızlığı içindeydiler. Sokağa çıkma yasağı yüzünden şehir adeta kokuyordu belediye bir haftadan beri temizlik yapamamıştı. Etraf sanki bir savaştan yeni çıkmış gibi bir harabeyi andırıyordu. Adem babaya selam veren bir tanıdık:
“Artık işimiz zor, ülke on yıl geriye itildi, kan durdu ama felaket ömür boyu devam edecektir” “Hangisi hayırlıysa Allah onu nasip etsin milletimize” dedi Adem baba.
Az sonra İlçeye gidecek yolculara anons yapıldı “Sayın yolcularımız, araba kalkıyor, herkes yerlerini alsınlar” bu anonstan sonra iki kardeş babalarına sarılıp vedalaştılar. İlçeye kalkan 302 Mercedes otobüs, homurtuyla hareket edip terminalden çıktı. Avkani, camın kenarında, onlara el sallayan babasına baktı. İçinde dayanılmaz bir acı, kuzgunu bir ayrılık karmaşası sardı; babası da en az onlar kadar acınacak durumdaydı ve evlatların çok uzaklarda yaşayacağı hayatın ne denli zor olduğunu biliyordu. Avkani ilk kez babasına acıdı ve daha önce babasına sarf ettiği sözleri anımsarken çok pişman olmuştu. İçinden “keşke otobüs kalkmamış olsaydı da babama sımsıkı sarılabilseydim” dedi.
Avkani, abisiyle bu yıl ortaokula başlıyordu; Avkani’n oniki yaşına bastığı ve okul hayatı onu erken büyütmüşlüğün verdiği farkındalığı babasına, köyüne karşı daha iyimser düşünmeye sevketmişti. Avkani, pişmanlığı, sevdiğini babasına okulda çok mektup yazarak telafi edeceğini düşünerek başını tekrar cama dayadı. Gökte siyah bulutların öbekleşip sonra ansızın dağılmasını izledi; Eylül ayın ikinci haftasıydı.
Avkani, ensesinden sarkan düz, parlak, siyah saçlar altında sarı, üzgün yüzün üstünde donuk esmer rengiyle zayıf izdüşümlerinde hayatın tümlenmiş kaygıları görülüyordu. Yakaları uzun geniş yeni gömleğiyle kolej tipi pantolonunun içinde ince zayıf duran bir çocuk; Fakat ince yay gibi kaşlarının altında hayatı sorgular gibi dururdu.
Avkani ile abisi ortaokula başladığı yıl çok mutluydular. Beş yıl kaldığı okul, artık onların evi gibi düşünmeye başlamışlardı tabi bununla beraber öğrencilerin çoğu da böyle görmekteydi; aynı yemekhanede, aynı masada aynı yatakhanelerde ve aynı sınıflarda uzun süre beraber yaşamaları bir aile gibi düşünmeye başlarlarken gizli bir asimilasyonunu beraberinde getirmişti. Öğrencilerin birçoğu Anadillerini kimi unutmuş kimisi de unutmak üzereydi! Bunlardan biri de Avkani’ydi!
Kemikleri bol bir sokağın
Şen kedilerini gördüm!
Biz, yoksul çocuklara aldırmadan
Marş söyler gibi miyavlardı!
Sonra maymunları;
Tıka basa dolu midelerini
Tokluktan
Sodayla sindirdiklerini
Gördüm!
Poyraz Deman / 1980 (deman ronahi)
SON
YORUMLAR
DemAN
Hikaye aslında bu bölümden sonra 18 yaş ile 45 yaşa arasındaki, vefasızlıkları, yarım aşkları, hayatın zor günleri devam edecektir fakat treatman(senaryo öyküsü) olarak kısmet olursa film olarak bir gün karşımıza çıkabilir umuduyla hoşçakalın
Sevgiyle kalın
Terdem
İnşallah biz de izleriz.
Selam ve sevgi ile...