- 579 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
12 EYLÜL SONRASINDA CEZAEVİ GÜNLERİ (6)
Havlu dokumacılığı çor zordu.
Çoğu zaman kurtulmak isterdik, kurtulmanın hayalini kurardık.
Meğerse bizim yakındığımız havlu dokumacılığı askerliğin yanında zemzem suyuymuş!
Hiç değilse canımız isteyince karnımızı doyuruyor, canımız çektiğimizde çay demliyorduk.
Gece çalışırken çok yorulduğumuzda da boş çuvallardan yaptığımız yatağa yatıyor, dinleniyorduk.
Askerdeyken bunların hepsinden mağrumduk.
Doğru dürüst uykunun ne olduğunu unutmuştuk.
Her birimiz canlı cenaze gibiydik, ayakta durmakt zorlanıyorduk, neredeyse yürürken ayaklarımızı sürüklüyorduk.
12 Eylül harekatı bütün azametiyle devam ediyordu.
İş çoktu, adam azdı.
Her birimiz 2-3 kişilik iş yapmak zorundaydık.
Şehirdeki gece görevim bitince, bölükte kalıyordum, ne görev verilirse yapmaya çalışıyordum.
Gece nöbeti 3 saat, gündüz nöbetleri ise 3 bölümde olmak 6 saatti.
Gündüz nöbeti gözden ırak bir yerde ise seve seve gidiyorduk.
Nizamiye gibi gözönü bir yerdeyse gitmemek elbette ki bizim elimizde değildi ama, nöbet mahalline giderken ayaklarımız geri geri gidiyordu.
Koruması bizim bölüğe ait Cephane nöbeti (Cephane nizamiye hariç) bizim en sevdiğimiz nöbet yerleriydi.
Beton kule ve Çelik kule adıyla bildiğimiz nöbet yerleriyle 2 kule arasında devriye gezmek bizce nöbetten bile sayılmıyordu.
Çünkü bu nöbet yerleri gözden ırak olduğundan, olduğumuz yerde uzanıp yatma imkanımız vardı.
Bulabilirsek, yanımızda yemek götürüyorduk, müsait fırsat bulduğumuzda sofra kurup piknik yapıyorduk.
Çelik kulenin tam karşısındaki üstü oluklu tenekeyle kaplı, etrafı açık, brandayla örtülü çok büyük uçak bombalarının römork üstünde bırakıldığı cephanelik bizim en fazla ilgimizi çeken bölümdü.
Bir adam boyundan daha uzun 2 bomba bir römorku dolduruyordu.
2 Bombanın arasındaki çukurluk, yatıp uyumaya çok uygundu.
Patlaması halinde bizi uzaya gönderebilecek kadar güçlü bir bombanın üzerinde yatıp uyumak bizi hiç rahatsız etmiyordu.
Madem havacıydık, en kötü ihtimalle havaya uçardık.
Havaya uçmak bile uykusuzluktan kötü olamazdı.
Cezaevi nöbeti çıktığında, cezaevinde bazı iyileştirmeler yapıldığına şahit oluyorduk.
Mesela, 4 odanın önüne 5-6 metre genişliğinde tel çekilmişti.
Cezaevi’nin etrafı ise dikenli telle çevrilmişti.
4 köşeye ahşap nöbet kulesi dikilmişti, böylece en azından yağmurdan ıslanmayacaktık.
Cezaevi nizamiyesi dediğimiz, kapının sol tarafına inşa edilen küçük bina, başımızdaki rütbeli şahısların kullandığı karakol hüviyetindeydi.
4 odalı cezaevi binasının tam karşısına kurulan büyük jenaratörler bahçeyi ve içindeki binanın ışıklandırmasını sağlarken, jenaratörlerden çıkan aşırı ses bizi rahatsız ediyordu.
Cezaevi’nin fiziki şartlarında değişiklik olduğu gibi, içeride tutulanlarda da değişiklikler olmuştu.
Bazı azılı teröristler daha korunaklı olan Sinop ve Çorum cezaevlerine nakledilmişlerdi.
Bende öyle bir şans vardı ki, o dış görevlere adam arandığında bölük binasında değildim, o nedenle hiç bir dış göreve gidememiştim.
Habuki türkülere ve romanlara konu olan Sinop cezaevi’ni görmeyi çok isterdim.
İlk günden itibaren cezaevinde bulunmuş olmaktan, cezaevi konusunda tecrübe sahibi olmuştum, cezaevinde yatanların da tamamını tanıyordum.
Bu özelliğimden olacak,bölük komutanımız tarafından 1 y kadar gardiyan olarak, geri kalanı da nöbetçi ve koruma görevi olmak üzere cezaevinde görevlendirilmiştim.
Cezaevi konusunda resmen uzmanlaşmıştım.
Bazı günler bir polis otosu çıkar gelir, bize bir liste verir, listede yazılı olan şahışların teslim edilmesini talep ederlerdi.
Bu durumda, biz, adı yazlı şahsı teslim aldıklarına dair bir senet alır, şahdsı polislere teslim ederdik.
Polislerin işi bittiğinde de (Büyük ihtmalle sorguladıkları şahısları) geri getirir, imzaladıkları senetleri alır, yırtıp atarlardı.
Cezaevi’nin, içeride yatanlar ve o’nlara nezaret edenler olmak üzere iki boyutu vardı.
Cezaevi’nde yatanlar,sağcı- solcu, alevi- sünni katagorisinin haricinde, suçları itibarı ile iki guruptular.
Televizyondan izlediğimiz, izleyenlerden öğrenebildiğimiz kadatıyla 12 Eylül gecesi, konsey, o güne kadar 3 gün olan gözaltı süresini 3 aya çıkarmıştı, ayrıca, o güne kadar adi suç sayılan silah kaçakçılığı da siyasi suç kapsamına alınmıştı.
O nedenle, bizim cezaevinde sağ ve sol terör örgütü elamanlarının haricinde sayıları az olsa da silah kaçakçıları da vardı.
Bu iki gurup birbirlerini hiç sevmiyorlardı, sürekli sürtüşüyorlardı.
Silah kaçakçıları, terör örgütü mensupları için, o’nlar atan hani, ben tüccarım derken, diğerleri de, silah kaçakçılarını, karşıt gurupları silahlandırarak haram para kazanan benciller olarak suçluyorlardı.
Biz ise, bize emanet edilen suçlulara, hangi suçtan gelmiş olursa olsun aynı gözle bakıyorduk.
O’nlar suçluydu, biz ise onları gözetmekle görevendirilmiş kişilerdik.
galiba darbenin üzewrinden 2-2,5 ay geçmişti.
Bir sabah, bizim cezaevi hareketlendi.
O güne kadar henüz gözaltı kapsamında bulunan konuklarımızın o günden sonra statüsü değişecekti.
Darbenin ilk günlerinde yakalanıp cezaevlerine tıkılanlar, bir kaç hafta sonra cezaevlerinde 3 aylarını dolduracaklarından, ortaya bir bilinmezlik çıkmıştı.
Bunların durumu ne olacaktı?
Buna da pratik bir çare bulundu, Merzifon’daki sorgu hakimliği tam kadro halinde bizim cezaevi’ne geldi, sorgulamaları ve ardından serbest bırakacaksa bırakılanları, tutuklanacaksa tutuklanacakları tespit edebilmek için mesayiye başlamıştı.
O günlerde ben cezaevi’ndeydim, geçici görevle bize misafir olan mahkeme heyetinin hizmetine verilmiştim.
Sorgu hakimi ve kalemi, cezaevi’ndeki nöbetçi rütbeli şahısların barındığı nizamiye karakoluna yerleşmişti.
O gün kaç kişinin sorgusu yapılacaksa, mahkeme huzuruna çıkarılacak olanların tamamı bahçeye çıkarılıyor, aralarında konuşmamaları, anlaşmamaları için birbirlerinden bir metre mesafe olmak üzere bekletiliyorlardı.Sorgusu yapılan içeri gönderiliyor, bir başkası sorguya çağırılıyordu.
Bazı sanıkların sorgusu saatler alıyordu.
Adı Ali olan bir sağ eylemci, içeri girerken, ne olduğunu soran bir arkadaşına, hakime beni nezaman bırakacağını sordum, ’’oğlum sen müebbetliksin’’ cevabını aldım derken; gözleri ağlamaklı olmuştu.
Sorgular günlerce sürdü.
Konuklarımızın büyük bölümü tutuklanırken, bir bölümü de ilk sorgularından sonra serbest bırakılmışlardı.
Serbest bırakılanlar, tıpkı geldikleri gibi gece serbest kalmışlardı.
Adı bizce bilinenler, gece geç saatlerde kapıya getirilen araca bindiriliyor, Merzifon’a gönderiliyorlardı.
Bu guruba nezaret eden bir arkadaşa adamların nerede serbest bırakıldığını sormuştum.
Merzifon şehir merkezine götürülen şahıslar şaşkınlıktan ne yapacağını bilemiyormuş, arabadan inip inmemekte tereddüt yaşıyorlarmış.
Arabadan inebilenler ise arkasına bile bakmadan gecenin içinde kayboluyorlarmış.
Gidenler gitmiş, kalanlar kalmıştı, Cezaevi’nin mevcudu azalmıştı.
Tutukluların sayısında azalma bizim işimizi de nispeten kolaylaştırıyordu.
Cezaevinin mevcudu azaldikca, Oto taburunda barinanlar da bize gonderiliyorlardı.
Bizim elimizde olsaydı, tutuklularin hepsini gönderirdik, sonra bölük binasındaki koğuşa gider, kafamızı vurur yatardık.
Ama o’nlar, yıllar boyu terör yaratmışlardı,yakmışlar, yıkmışlar, vurmuş, öldürmüşlerdi.
Her suçun bir karşılığı vardı, şimdi fatura ödeme zamanıydı...
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.