- 2391 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aynı Kaderi Paylaşıyoruz
Vekil öğretmen olarak görev yapıyordum, ilçeye bayağı uzak bir köyde tek başıma. Her şeyiyle dünyam, okul yaşamımdan oluşurdu. İlk zamanlar, gece gündüz ısı farkından ölçüleri değişen çatı saçlarının çıkardığı sesten terör tedirginliğiyle zaten zor yakaladığım uykularım kaçar yarı uyur yarı uyanık sabaha ulaşırdım. Tuvaletler okul binasının dışında ve biraz uzağındaydı. Yakın evlerin azılı köpeklerini atlatıp ihtiyacımı görmek için dışarıya çıktığımda çektiğim sıkıntıları bir ben bilirim. Bazı geceler saatlerce kapımın önünden ayrılmazlardı. Küçük ihtiyaç için sıvı yağ bidonunum hazırdı da büyük ihtiyaç olunca saatlerce kıvranır, sıkntılı turlar atardım içeride.
Tek dostum, dert ortağım, siyah kılıfından çıkardıkça hislerime ortak olan bağlamamdı. Kendi gönlümü hoş edecek, ruhumun hava durumunu yansıtacak makamı bulmak için yazdığım şiirlerden ezgiler arardım perdelerinde. Öylesine mırıldandıkça iyi makamlarla buluşur, içimdeki pınarın hüzünlü, ince akışına kapılıp giderdim yılkılar gibi varacağına... Bazen öyle içlenir, içimde ürettiğim duygusallığa öylesine kapılırdım ki, hangi zamanda ve nerede olduğumu unuturdum. Ruhumun hüznüne gözyaşlarımı kattıklarım az değildi gecelerde. Pedelerde gezinen parmaklarıma eşlik eden mırıltılarda tadımsardım yaşamın anlamını. O anlar yüreğimi, cayır cayır yanarken, yangını önlenemeyen ormanlar gibi kaderime terk edilmişim, duygusuna kapılırdım. Işık sızmasın dıye sıkıca kapattığım penceremden, seyrediyormuşum gibi dönerdi tepemde sanal parlaklığını duyumsadığım yıldızlar. Karanlığa, karamsarlığa mahkûm içsel kurgularımla yarınlara ıraladığım gökyüzünün maviliği, tan vakti ağarıklığına ulaşırdı ancak bana. Hani derdim; “Dağı, ovayı, güneşi, yıldızları, çiçekleri, insanları, iyileri ve kötüleri, çirkinleri güzelleri kısacası en ufak bır parıltı sezinlemeden tümüyle doğayı görmeden nice benzersiz değişlerle çalıp söyleyen, gören gözlerin algılayamadığı benzersiz dizeler sunan saz şairleri yok muydu?” ben hiç değilse odamın içini görüyordum şu an. Dışarıda gördüklerimi yadsıyordum en azından.
Yaşam dâhil, tüm sevdaları şerbet tadında bilirdim. Oysa benimkisi zehirdi. Mırıldandıkça ezgileri, düşündükçe yarınları ve yeşeren her umudu, asit gibi yakan, eriten zehir… Tüketen, öldüren zehir…
Otobüs bekler… Beklesin.
Ak Deniz yöresinin makilerini andırıyor görüntü… Doğanın toprağa armağan ettiği ağaçlar, yol kenarlarından dağların tepelerine kadar özenle süsleyerek uzanıyor göz alabildiğince… Yalçın kayaların ve uçurumlu derelerin arasından kıvrıla büküle, ine tırmana çekip götürüyor incecik yol, arabamızı. Bir süre, yol aldıktan sonra trenle buluştuk. Şimdi onunla yarışır gibi yol alıyoruz. Altımızdan geçip deliğine süzülen yılan gibi, katar gittikçe kısaldı ve sonunda kayboldu. Yedi- sekiz dakikalık tünel yürüyüşünü tamaladıktan sonra ıslık benzeri düdüğünü uzun uzun üfürerek günyüzüne çıktığını sevinçle bildirdi bize. Sanki bir vuslata ermişti. Onu gördüğümüze sevindiğimizi bizler el sallayarak, sürücümüz kornasını üst üste çalarak gösterdik. Birbirimize yaklaşarak, uzaklaşarak, alttan, üstten geçerek yola devam ettik bir süre. Sık sık ve karşılıklı düdük çalmalar, el sallamalar, laf atmalarla neşemizi bulmuşken bir daha görüşmemek üzere uzaklaştık birbirimizden. Bir an kendimin de onlar gibi, evinden uzaklara giden bir yolcu olduğunu unuttum. Sanki yakınlarımı trenle uğurlamış da eve dönüyormuşumcasına hüzünlendim. İnsanın içine hüzün veren bir tükü gibi, beynimi doldurupta içimde çınlayan o sesler uzun süre gitmedi kulaklarımdan.
Trenle buluşmadan önce okuduğum kitap elimden ne zaman düşmüş, bimiyorum. Yanıma yöreme bakınırken hemen yan koltukta benim gibi koridor tarafında oturan genç bayan elindeki kitabı inceliyordu. O kitap, benim düşürdüğümdü. Hiç bir şey demeden yaslandım koltuğuma. “Sizin galiba?” diye uzattı. Karşılıklı gülümseyerek aldım elinden,
“Teşekkür ederim. Okumak isterseniz…”
“Önemli değil. Siz trenle uğraşırken kurcaladım epey. Güzelmiş.” Anlaşılan, o da uzun yolun sıkıcılığının konuşmakla azalacağına inanıyordu benim gibi.
“Yolculuk nereye?”
“Ankara” dedim kısaca.
“Ben de. Eğer işim tutarsa Bursa’ya geçeceğiz üç beş gün sonra.” Sorduğumda, yanında oturan ve şu an uyuyan bayanın, annesi olduğunu söyledi. Ötobüsümüzde uyuyanlar çoğalmıştı daha günün bu saatinde! Fısıltıyla konuştuğumuz halde yine de kimseleri rahatsız etmemeliydik.
Oysa daha konuşulacak çok şey vardı. İşim olursa demişti. Ne işi olaki? Mesleği neydi acaba! Nereliydi? Ankara’ya iş için gittiğine göre… Güvendiği, iş bitiren tanıdıkları olmalıydı. Acaba söylesem mi? Ayıp olur. Hem, ne diye yardımcı olacak bana? Herkes kendi paçasını kurtarmanın derdinde iken… Sıkıntı işte, beraberinde taşıyor saçmalığı nerde olursa olsun. Acaba o da eğitim fakültelerinin sokağa saldığı diplomalı işsizlerden olmasın? “Önce buna yetik ol, sonra söyle” diye, öğüt veriyorum kendime. Eğer sandığım gibiyse, halden anlar demektir. Hem ne kaybederim ki? İstem dışı dönüp, yüzüne baktım. O da aynını yaptı. Önce iki gözünü kırparak uyku tutmuyor mesajını verdi, ardından iki avurdunu şişirerek, içinin sıkıntısını, boşalttığı nefesiyle uzaklaştırmaya çalıştı. Konuşmak… Hayır, hayır, olmaz ne kadar sessiz de davransak… Olmaz… Saygısızlık olur uyuyanlara… Belli ki, onun da garantisi yoktu işten yana. Aksi olsaydı, şimdi mışıl mışıl uyuyor olurdu kuşkusuz. İşten başka sorunları olamaz mıydı? Hey yavrum hey… Neler düşünüyorum ben, ağlanacak halimle? Yolun, her iki tarafı dik yamaçlı, daracık ve sık dönemeçli bölümü sonunda tükenmişti.
Lâlelerin, papatyaların, daha birçok kır çiçeğinin uyumlu dizilişiyle süslenmiş seyrek ağaçlı ve alçak tepelerle çevrili düzlüğün sonunu bulmaya koşuyorduk. Karşıda, nehrin öte kıyısında, güneşin ışıklarını durdurarak siyaha dönüşmüş söğüt korusu arkasında değişik ton ve yüksekliğiyle otlarla kaplı toprak, yeşil bir çarşaf gibi dalgalandıkça, her adımda farklı bir renge bürünüyor gibiydi. Güneşin ışıklarını çok yükseklerde yakalayan beyaz bulutlar altın rengine bürünmüş ayrı bir ahenk katıyor doğanın güzelliğine.
Gözlerimin önünde, yerle göğün sevgice kucaklaşıp bakışlarıma gömülmesi içimi ılıtıyor, bir hoş oluyorum. Sanki yürümüyorum, koltuğuma oturmuş penceremden –ön camdan, yan camdan- manzaralar seyrediyorum. Kapkara asfaltın gittikçe daralan ve bir yerlerde biten sivri ucu bile hoyrat durmuyor bu güzellik içinde. O sivri ucun yararak ilerlediği yeşilden en ufak bir itiraz iniltisi duyulmuyor. O kaçan, biz kovalayan oluyoruz avcının mızrağı gibi. “Ne güzel!” diyorum, kendi kendime “Bir canlıyı değil, bir çizgiyi kovuyoruz.” O mızrak arabanın her duruşunda yok olacak ve her hareketinde tekrar gelip takılacak en öne. Burada bitmeyecek bu kovalamaca. Kimi zaman daha hızlı, kimi zaman daha ağır ama hep koşacağız nefes nefese elinden tutamadığımız gerçeğin ve de gerçeğimizle hiç buluşturamadığımız düşlerimizin. “Hiç olmazsa satırlarda yer almalı anılarımda iz bırakacak bu günler,” diyerek çantamdan çıkardım hep yanımda taşıdığım defter, kalemi; “Kurduğumuz hayallerin, gördüğümüz düşlerin hiç değilse ufacık bir bölümü gerçekleşse yaşamın tadı ve rengi farklı olur… Az gelmez mi? hani olmuşken; her kişi, gönlünce mutluluğu doyasıya yaşasa… evet evet…” tümcelerini karalıyorum. “Ütopik” “Sanal, kurgusal, düşsel…” türünden ne varsa tıkayıp balona ağzını iki elimle gerip sızan havanın çıkardığı, aslında var olan, ancak benim şu an kurgulayıp da duyduğum o komik sese gülüyorum. “Canlan hey can çekişen, tükenen umut, gel mendil ol elime, türkü ol halayıma. Oynat ve de güldür şu küskün talihi başkalarını oynattığın, güldürdüğün makamlarla…”daha fazlasını yazmak istemiyor canım. Kalemi elime aldığımda neler geçmemişti içimden…
“Sayın yolcularımız, dinlenme tesislerine gelmiş bulunuyoruz. Kaptanımız yarım saatlik, ihtiyaç ve yemek molası vermiştir. Çaylar firmamızca ödenecektir, teşekkürler…” Koltuklarımızın üzerindeki hoparlörden duyulan bu sesle uyananlar, uyuyan yan ve yoldaşını uyandıranlar, hiç uyumayan ben ve gibiler… Arabadan uyuşuk hareketlerle iniyoruz. İner inmez dumanını savurmak için içerde hazırlığını yapanların yalnızca acelesi var. Anne-kız önümdeler. İniş kapısına yaklaşıyorum arkalarından;
“Siz önden inin, elinden tutun. İzniniz olursa yardım edeyim? İsterseniz ben de önden ineyim, daha iyi olur.” Dönüp yüzüme bakıyor, teşekkür dolu bir gülümseyişle. Kırk, kırk beş yaşlarında, kilolu ve ola ki ayakları uyuşmuş uzun süre daracık koltukta oturmaktan. Romatizmal bir sıkıntısı da varsayılabilir. Kısa kısa birkaç adım atıyor. Çok zorlandığı her hareketinden belli… Genç kız, omzundaki çantasını dirseğinden aşağı indirerek sarılıyor iki eliyle, koluna. Çok istememe karşın, koridor ölçülerinin azizliğinden, boşta kalan koluna girip yardımcı olamıyorum. Arka kapıdan, hızlıca yürüyerek ön kapıda bekliyorum onları. İndikten sonra ikimizin desteğiyle adımcıklarla tırmandık, bir dinlenme yeri için hiçte uygun olmayan yükseklikteki basamakları. Hareketlerinin ağırlığını kilosuyla ilintilendirirler sıkıntısıyla farklı bir davranış ve de ses tonuyla inler gibi dökülüyor az sayıda sözcük ağzından. Son basamakta durduk. Derin bir nefes aldı. Engelli koşunun finişine varmış gibiydi.
“Sağ ol, yav’rum, Allah mura’dını ve’re. Ah! Şu- kilo’lar yok- mu? Sen olma’say’dın… Gülcan… Ohh… off… Tek- baş’şına taşıyamaz’dı’ki!”
“Teşekküre değmez efendim. Ben olmazsam bir başkası mutlaka yardım ederdi size.”
Gülcan! Demek adı Gülcan. Canı, yani varlığı gül veya güllerin en calısı, en candanı. Adı da kendisi kadar güzel, Onun için koymuşlar bu adı… Yok, canım nereden bilecekler büyüdüğünde bu kadar güzel olacağını. Olsun, bu güzellik her ismi güzel eder. Gülcan; güzel gülen, şarkı söyler gibi konuşan anlamına da gelebilir… Hışşt! Ne oluyoruz, hey alo?
Daha masaya oturmadan, yanımızdan geçen garsonu çağırdım. Çayı çok sevdiğimden açlık derdine düşmeden, taze çay varsa bir yorgunluk çayı alıp almayacağımızı sordum. Bakışlarından, “biz açız” karşı duruşunu algıladım ve özürdileriyerek “Ben çok seviyorum da! Ne yersiniz?” düzeltmesini yaptım. “Aslında haklısınız bir çay daha iyi gelir.” Deyince Ayşe Teyze, garson uzaklaşmıştı bile.
“Garson gelesiye, neler yiyeceğimizi saptasak listeden?”
“Annem diyette. Hem size yük olmayalım.”
“Sağ ol yavrum. Biz hazırlıklıyız. Çaylarımız gelsin yeterli. Aa! Bak kızım unuttuk çabucak çıkını al da gel.” Gülcan kalkınca döndü bana; “Sen de bize katılırsın, değil mi?” Gülcan dönünce, istemdışı oturduğum yerden doğruldum. Kalkıp gidecek mişim zannıyla “Birlikte yeriz sanmıştım ben.” Annesinin yüzüne baktı. “Ben zaten söylemiştim senden öce, kızım.” Ayşe Teyze çok hanım efendi bir bayan. Her davranışında, sözünde kibarlık ve ağırbaşlılık var. Hiçbir şey yemesem içmesemde onlarla oturmayı istiyordum elbette. Ancak bu iki koldan ısrarı duymak daha da hoşuma gitti. Yüzüne baktım, ellerimi ve boydumu zor anlaşılır hareketle bükerek, “Eh, oturayım madem hatırınız için. Yoksa…” demeye getirsemde “Hadi ordan. Sahtekâr. Sen dünden razısın!” gerçeğini yüzüme vururcasına gülümsedi. Sanırım rengim biraz kızardı mı ne? Anne yalnız salataya yöneliyor. Haşlanmış tavuktan bir iki parça koparıyor. Börek, peynir, zeytin… İkinci çayları yudumluyoruz. Masada oturduğumuz sürece her fırsatta, çeşitli bahanelerle bakışıyoruz. Bazen; “Ayıp mı ediyorum?” diye geçiriyorum içimden. Nedensiz bakışlarımın süresi uzayınca yüzüme baktığında utancımın rengini görüyorum geceler kadar kara-lacıvert gözlerinde. Koyu dalgalı saçları gibi kıvranıyorum zavallılığımdan. Pembe çıkık yanaklarının, aşağıda buluştuğu çenesinde ki çukurluğa doğru kıvrılmış dolgunlukta alt dudağı, zayıflığımı haykırıyor çekiciliğine. Allah Allah, ne oluyoruz? Bunca ayrıntı ne oluyor? İstersen, kurşuni parlak gömleğini, çok cepli siyah pantolonunu… Yetmezse uzunca boylu, atletik yapılı de ve açık adresini, telefon numarasını da öğrenip yazmayı unutma da bitir şu işi.
En çok on beş- yirmi dakika sonra herkes uyuyacak. Sen uykudayken ve otogara girmeden onlar, her hangi bir durakta inecekler! Bir sor, sorgula; meslek filan
“Öğrenci misiniz?”
“Hayır. Eğitim fakültesini bitirdim üç yıl önce. Her yıl iyi puan alıyorum, eh bu yıl artık tamamdır diyorum, maalesef alım azlığından, tabanın yıldan yıla yükseliyor atanamıyorum. Seneye, diyorum tüm çabalarıma karşın yine boş…”
“Bu yıl olur inşallah!”
“Valla benden kaç yıl önce mezun olup da, heryıl, “İnşallah seneye” diyerek yıllarını yitiren niceleriyle karşılaştım. Daha fazla umutlanmaya ve kendimi kandırmaya ne gücüm ne zamanım kaldı. Eski mezunlar olarak ve bilgilerimiz zaman aşımına uğrarken yeni mezunların, taze bilgileriyle aynı kulvarda yarışmamız, yıldan yıla daha da güçleştiriyor işimizi. İlk yıllarda olmazsa sonrası çok zor, hele dershane yoksa…”
“Ah evladım!” diyor Ayşe Teyze, “Zaten ne güçlüklerle okuttuk. Kardeşi üniversite iki de okuduğu için bunu dershanelere veremedik. Tüm hayalleri yıkıldı yavrumun. Bakalım işte, şu iş ne olacak?”
“Açıkçası teyzecim tutulur bir tarafı yok. Eski mezunlara, yıllarına göre artı puanlar verseler okurken ve beklerken kaybettiklerimize yanmayacağız. Ziyanı yok, birkaç yıl daha yaşlı emekli oluruz, hatta ömür yetmezse bile gamdeğil. Gözümüz açık gitmeyiz ya, yeter.”
“Aaa! Diyorlar ikisi birlikte. Anne söze devam ediyor; “Zavallı yavrularım yolculukta olduğu gibi aynı kaderi paylaşıyorsunuz. Senin kaçyıl oldu oğlum? Bencillik ettik. Sen bizi tanıdın amma biz seni hiç sormadık, çok afedersin yavrum.”
“Adım, Akınsu A. Boşta gezerde Gülcan’dan bir yıl kıdemliyim. Okullar açılınca vekil öğretmenlik yapıyorum, tatilde ne iş bulsam çalışıyorum.”
“Sürekli uğraşabileceğin aile işleri yok mu?”
“Var da… Öğrenciliğim boyunca onlara yaşattığım sıkıntılar… Yüzlerine bakmaya utanıyorum.” Her sofraya oturuşta, o lokmaları hak etmediğimi düşünüyorum. Sofraya her uzanışımda sanki tüm gözler beni izliyor. Lokmalar boğazıma düğümleniyor. Anlayacağınız tüm gözlerden kaçıyorum. Açabildiğim ve açamadığım daha neler neler…
“Şimdi? Okullar tatile girmeden?”
“Yerime öğretmen atandı.” Gülcan, “ Ayy! Aynı şey.” Ayşe Teyze dönüp ona baktı acıyla gülümseyerek. O bakışı ve onu duyumsamanın acısını çok iyi bilirim; mutfakta soğan doğransa orada bulunanların tümü o acı kokusunu alır ve gözleri… “Kaçıyorum…” diye devam ettim. “Bir iş arayacağım ya, umutsuz vaka!” Ayşe Teyze hala soğan doğruyor! Gülcan dalıp gitti. Ben aynadaki o… İkimizin de nerede olduğumuz belirsiz, soluklarımız dışında. Eminim Ayşe Teyze daha da bir acıyla ikimizi süzüyordur. O bakışlar anne bakışı. Her sabah evden çıkarken ve her akşam eve girerken beni karşılayan ana bakışları. Sanki eve canıma kıymak için dönmüşüm, anam beni teselli etmeye, kararımdan caydırmaya çalışıyor… “Canın sağ olsun oğul, gendini bele per perişan etme. Şükür canın sağ ya!” dediği bakışlar. İşte kaçışım bundan. Beni acıyan bakışlardan, delireceğimi, bir delilik yapacağımı bana yakıştıran, hatta buna hakkım olduğunu düşünen beyinlerden, beni anlamayanlardan kaçıyorum. Ayşe Teyzenin sesiyle çayımın soğuduğunu, daha tek lokma kesmediğimi görüyor ve bulunduğum yere dönüyorum.
“Biz Gülcan’a iş sözü aldık bakalım, işte ona gidiyoruz. İş, Bursa’da, evimiz ve iletişim kurmamız gereken kişiler Ankara’da. Ya kısmet diyoruz.”
“Umarım olur. İçtenlikle istiyorum; birimizden birimiz kendini kurtarsın. Aynı sıkıntıyı yaşayanların, en içten istedikleri şeydir bu.”
“Sonunu boş göre göre, umudu, olmaza eşdeğer etti yaşam. Ufacık bir ışık parladı, beklentisiz ve gözü kapalı gidiyorum, bakalım.”
“Branşınız uygun, dershaneler falan?”
“Onca boşta gezen varken. Az ücret fazla iş; sırtımızdan para kazanma hesabındalar…”
“Ne yazık ki öyle!” bir süre sustuk. Deberttikçe açılıyor, deşiliyor yaralar ve hiç al kan akmıyor, irin boşalıyor her parmak bastığımız yerden…
“Ne kadar benzeşiyoruz?” dedim, dalıp gitmiş gözlerim, bitiş noktası görünmeyen donmuş umut atışlarının iflas ekranından görünen düz çizgisi boyunca. “Yalnız ikimizmi?” diyor, “Binlerce.” Diye, tamamlıyorum. İkimiz aynı anda bir “Offf!” çkiyoruz, çarpışan soluklarımızın şimşeksi ateşini görüyorum gökte vuruşan bulutlar gibi.
Garip bir rahatlamışlık belki bir sevinmişlik yayıldı içime. Benimle aynı koşullarda birisiyle konuşuyor olmanın, yolculuk yapmanın, aynı belirsizliklere koşuyor olmanın verdiği garip bir duyguydu bu. Yıllar önce doktora gitmiştim Ankara’ya. Tahlil sonuçlarımız aynı çıkan bir hastayla karşılaştığımda da hissetmiştim bu duyguyu. Sonuçta hastaydım ama bu hastalık yalnız bana özgü bir hastalık değil, başkalarında da olabilirmiş duygusu azaltmıştı sıkıntılarımı ve de korkularımı. İşte şu an ki öylesi bir rahatlık. Acılar paylaşıldıkça azalır-mış söylemini anımsıyorum. Demek, onun da yerine birisi atanmış ve benim gibi boşta kalmış. O evine kavuşacak, işini takip edecek, ben meçhule kalkan bir gemi… Ankara’da, Etlik’te oturuyorlarmış. Her açıdan, iş takibinde en büyük avantaj… Ablası ve eniştesi doğunun şirin bir köyündeki sağlık ocağında görev yapıyorlarmış. O köydeki okulda vekil öğretmenlik yaparken yerine öğretmen atanmış. Yakın yerlerde açık ararlarken telefonla çağırmışlar Ankara’ya. Burada faklılaşıyoruz ama aynı yoldayız işte!.. Masaya oturuncaya dek kaybettiğimiz zamanla gecikmemizi fark eden kaptan ararda bir bizden yana bakarak ağırdan alıyor. Diğerlerine ayıp olmasın diye açıkça muavinleri oyalıyor yalancıktan işlerle. Yaptın mı? Yaptım kaptan. Baktın mı? Baktım kaptan. Suları, matoru, tekerlekleri derken bakışıyoruz kaptanla ve anons;
“…gelen ve Ankara yönüne gitmekte olan… Turizmin sayın yolcuları aracınız kalkmak üzeredir. Lütfen yerlerinizi alınız. …dinlenme tesisleri teşekkürler eder hayırlı yolculuklar diler.” Uzun süre uyuyamıyorum. Gökte yıldızlar harman harman, dolunay tüm güzelliğini sergilercesine, beni içinize sindirin nazlanışıyla, ağır ağır yükseliyor ağaçları köpük yığını gibi göstererek dağların arkalarından. Yıldızlar ona yer açarcasına uzaklaşıyor, kimileri kayboluyor etrafından. O, en önde o kubbenin sahibiymiş gibi; “Bir kemlik düşünmeyin, beni karşınızda bulursunuz!” diyor. Teftişe çıkmış bir komutan gibi devan ediyior önlerinden, yoluna. Ayın ışığını tam alamayan uzaklarda dağ, ağaç, orman seçilmiyor, aynı renkte bir sürü şekil dizini… Seyrek ışıklı köyler yıldızlar gibi akıyor arkamıza. Bazen dalıyorum, bedenimin yolunu kesmeden güdüsel ve de düşünsüz, kıpraşan uzaktaki ışıklara. Merak edecek kadar bile düşünemeden savuşuyoruz, köy, küçük bir kasaba ya da bir petrol istasyonunu.
Yanımdaki yolcu nerede, ne zaman inmiş? Şimdi yalnızım iki kişilik koltukta. Bazen aracın hareketiyle birbirimize dokunduğumuzda uyanıp boşluktan kendime geliyordum. En azından kendimi dinlemiyor, ortama dönüyordum. Gülcan uymuş, sanırım. Işıklar çok loş, tamamen göremiyorum yüzünü. Arkama yaslandım, olmadı koridor tarafının kolluğuna başımı koyup cama doğru uzanmak ve uyumak istedim. Aç tavuk, düşünde kendini darı harmanında görür-müş… Uyuduğumu sanmıyorum; Gülcan ve ben düğün dernek… Hayal kurdum canım, ne rüyası… Aç tavuk düşü gibi bir şey. Yalnız ben değil, o da aç tavuk… Başımı dış koltukla cama yaslayıp şöyle bir rahat, yatağımdaymışım keyfi… Oradan bakışta, Gülcan’ın yüz hatları romantik kartpostallardaki resimleri andırıyor. Uyanıp da bakışlarımı üzerinde yakalarsa… Bu da olmadı… Belki uyanıktır, bakışlarımın üzerinde olduğunu, sinsice izliyordur…
Yardımcı kaptan, eline birkaç pet su ile önümden geçerken göz göze geldik. Yolculardan birine su vermiş dönüyor ya da su verecek. “İster miydin?” diyor, “Hayır, teşekkür ederim.” diyorum, geçip gidiyor. Bir süre sonra tekrar geliyor ve yanımdaki boş yeri göstererek, “Oturabilir miyim?” diyor, “Rica ederim, “Buyurun” deyip, oturması için kayıyorum cama doğru.
“Yuku (uyku) tutmadı zannedersem, belki konuşmak istersin?”
“Haklısın, tutmadı.” Fısıltı denecek kadar, sessiz olma özeniyle şurdan buradan, e, tabi, ilgi ve de bilgi alanı olan futbola, azcık da magazine değiniyoruz. İlgi alanı ve bilerek bir şeyler konuştuğu için beni sarmasa da sıkılmıyorum söyleşmekten.
“Çay mı, gehve mi? Ne istersin, abi?”
“Ya. Hiç zahmet etme! Derken, yanımdan uzaklaşmıştı bile. Birer bardak çay ve neskafeyle dönüyor. Ben çayı alıyorum, o kahveyi, yudum yudum söyleşiyoruz… Bir iki kıpırdıyor. Uykulu uykulu dönüyor sağına, soluna, sonra açıyor gözlerini. Ben, uyandırdık galiba sıkıntısına girerken gülümsüyor, gülümsüyorum. “İyi uyuyamamalar!” “Zaten pek tutmadı.” Muavin, dönüp bakıyor, bir şey söylemiyor. O, elimizdeki bardaklara bakıyor, “Ben de isterim” dercesine…
“Türkay, bir çay Gülcan hocahanıma, mümkünse…” Türkay, anlamlı anlamlı yüzüme gülümseyip, “Hay hay. Hemen.” Bir de göz kırpıyor, kırk yıllık ahbapmışızcasına…
Aaah ah! Keşke dediğin gibi olsaydı Türkay. Kadrolu olsaydım ve Gülcan çıksaydı karşıma… Aç ile çıplak kudurgan olur derler ama benden, ben gibilerden hiç bir şey olmaz. Gururumuz, kişiliğimiz alt üst oldu. Sefileştik, sünepeleştik, uyuştuk. Alıklaştık, alınganlaştık. Medeni cesaretimiz yok oldu, korkaklaştık… Okuma heveslisi olanlara bile zarar verir olduk. “Aha işte filancanın oğlu, öğretmen olmuştu güya! Taylolooo… Hani? Okuyup seme, efsana dolaşacağına hiç o zehmetlere girme boş gez.” diyenler haksız mı? Onlara verilecek yanıtın olmaması nasıl yakar insanı bilir misin? Hadi bir göz kırpış da benden, ancak sana ve seninkine eş değil, kör talihe, sap olamadığımız baltaya… Öğrencilik yaşamım boyunca üstün başarılarıma, o başarıları yakalamak için harcadığım zamana ve çabalarıma… Kırp gözlerini anasını satayım, sen daha anlamlı, daha net kırpıyorsun. Biz neredeee, o senin dediğin nerede. Biz nerdeee yuva kurmak nerde… Biz kutuplara atılmışız. Buyumuşuz, donmuşuz. Elimiz iş tutmaz, aklımız iş kesmez, aslanın ağzından alamadığımız ekmeğimizle komada, bitkisel hayat yaşarız. Ruh gibi dolaşırız ortalıklarda. Belirli bir eğitim yeterliliğinden aldığımız diplomalarımızın yetmediği yeterlilikte yetersiz kaldık her deneyişimizde! Dört yıllık verdiklerine yeter diyenler onca yıl kendi verdiklerine iki saatte, “Yetmez!” dediler. İlla ki yetmeyecek de kör talih yetmezler grubuna bizi ekledi hep.
Bu yıl, geçen yıl çalıştığım işe gidemeyeceğim, iş olduğunu ve beni isteyerek alacaklarını bildiğim halde! İşe başladığımda daha avantajlı olur diye Eğitim Fakültesi mezunu, yani öğretmen olduğumu söylemiştim. Söylemez olaydım. İstendik ve bilinçle, başına Öretmen, Örgetmen, Hoca, Örtmen –kasıtlı ve dalga geçtiklerini gizleme gereği duymadan- getirilerek verilen emirlerden, iş olsun, zaman geçsin diye takılmalardan uzak kalmak için yeni iş arayacağım. Ve çalışacağım yerde ilkokulu on yılda bitirdiğimi söyleyeceğim. Öğretmene iş buyurmayı, ezikliğine yama yapanlara fırsat vermeyeceğim. Ne yapalım, ekmedik bostan bitmedi karpuz…
Telefon…
“Çalıştığın o köyde, ağzına sahip olsaydın, işin kolaydı. Bizim için iyi şeyler konuşmamışsın. Ne yazık ki elimden bir şey gelmiyor.” dediler ve kapıyı gösterdiler.
“Çok üzüldüm. Ne diyeceğimi bilemiyorum Gülcan.”
“Eee, sen ne yaptın? Dün de aradım, telefonun ayrı sen ayrı mı iş arıyorsunuz?”
“hah hah ha” biliyorum gülmemiz bile gülmeye benzemiyor. “Garsonluk, inşaat… Boş ver. Ne sen sor ne ben söyleyim.”
“Akınsu, gücenmezsen…”
“Gücenmek mi? Kime?
“…”
“Sana mı? Neden?
“…”
“Anladım. Şöyle yapalım; hangimiz iş bulursak diğerini arasın. Sık sık yaramızı deşmektense…”
Artık Ankara’da kalmanın yararı yoktu. Yağmurlu bir günde indim İzmir’e. İnşallah cebimdeki para, dayıoğlunun çalıştığı çiftliğe götürecek taksiye yeterdi. Güvenemedim. Param çıkışmazsa rezil olmak vardı. İner inmez dayıoğlundan borçlanamazdım. Yağmur mağmur, en iyisi dolmuş ya da otöbüs beklemek. Evi çıkarabilecek miydim? Kolayı vardı. İner inmez telefon açar yerimi bildiririm, gelir beni alır Nihat. Yağmur daha da artmış. Para gibi kontür de suyunu çekmiş. Şuna sor buna sor derken vardık varacağımız adrese.
“Hani tilifon açacağdın endiğinde? Su dan çıkmış sıpaya dönmüşsün hala oğlu, bu ne hal?” hanımı ters ters baktı yüzüne.
“Birlikte büyüdük yenge, aldırma… Alışkınız” daha beterine diyemedim. Eşofman, çorap, çay, eh canımız kanımız ısındı. Benden daha irice olduğundan kol ve bacaklarınmı bayağı katlamak zorunda kaldım. Kendimi, köy de çemirlenip çamur çiyneyen duvarcı ustalarına benzettim, o halimle… Evlilikleri bir yılını doldurmamıştı daha. Bizim oralardan buralara ilk gelenlerden hanımının ailesi. Bir birimizi tanımıyoruz. Nihat’ın böyle bir inceliği olmadığını bildiğimden iş bana kaldı. Candan, samimi, sıcak biri, gelinimiz.
“Abi, banyo hazır, çamaşır da koydum.” Ne diyeceğimi bilemedim. Ne diyebilirdim ki? Banyoda iken kaygana (yağda yumurta) kokusu sardı ortalığı. Yorgunluk, ıslanmışlık, banyo, açlık… İyicene acıkmıştım açıkçası, hele kokuları da alınca… İvedilikle çıkmak istiyordum banyodan.
“Gel gardaş. Hele garnını doyur sonra giderik patrona.” Dilim dilim kızartılmış domateslerin üzerinde yumurtalar dağılmadan pişirilmiş. Nasılda severim öylesini… Yoğurt ve taze soğanda var sofrada. Peynir, çay… Biz sofrada iken ütüleyerek kurutmaya çalışıyordu ıslak elbiselerimi Gülce yenge. “Bunun elbiseleri sana olmaz, kusura bakma böyle bunları aceleyle.” derken sıkılgan bir gülüş vardı yüzünde.
“Ellerine sağlık bacım… Ne demek kusur… Asıl siz kusura bakmayın.”
“E dı haydi haydi, Hasankala’nın körleri kimin birbirizi şişirmeyin. Aramızda gusur mu olurmuş, ev senin. Geç kalmıyak. İşimiz olsun heyirlisiynen, daha çoook lafın gasnağına basarık.”
İşyeri Karşıyaka’da idi patronun… Yolumuz bayağı… “İstersen bir tilifon aç evdekilere de, sevinsinler…” Nesine sevineceklerdi ki evdekiler… Asgari ücret, çiftlik işi… Neyseki sigortalı. Sofradan bir kişi eksildiğine sevineceklerini sanmıyorum. Bulduğum işten, aldığım ücretten onlara yararım dakunamayacağı açık. Sevineceklerine üzüleceklerdir kuşkusuz. Telefonu çıkarırken… kontür… Tekrar koydum gerisin geri…
“Niye aramadın?”
“Aceleye gerek yok. İşe başlayayım da sonra ararım.”
“Ula başladın ya! Daha nasıl başlayacaksın?” Nasıl yanıtlayacağımı bilemez oldum. Hani param da yok, kontürüm de yok diyemiyorum. “Bilmez misin Nihat bizimkileri? Bir sürü soru soracaklar, neyi nasıl yanıtlarım? Bir kaç gün geçsin, şöyle her tarafı bir güzel tanıyayım, acelemiz ne?”
Günümün tamamı çiftlikte geçiyor. İstesem de çıkamam bir yerlere. Dağıtıma çıkmadığım zamanlarda benim sorumluluğumdaki işleri takip ediyor, bol bol kitaplar okuyorum. En çok bu yanı hoşuma gidiyor yeni işimin. KPSS’ yi de ihmal etmiyorum tabi fırsat buldukça. Elbet, sıkıldığım zamanlar da olmuyor değil… Tüm sıkıntılarımı çiftliğin şurasına burasına, köşesine, dipine gereksizce koşuşturarak bastırmaya çalışıyorum. Cep boş, telefon boş... Patrondan… olmaaazz… Nihat’tan… Ne yapmalı? Daha iyi tanımalı çalıştığım yeri. Bilmedik görmedik bir çakıl bırakmadan her tarafını tanımalı ki, yanlış yapmayasın… Beşinci günü aşırdık Kirizmal’dan. Marketlere veridiğimiz yumurtaların parasından kontür alsam… Birkaç kuruş cep harçlığı… Hesabıma yazar ücretimden kestiririm… Ona da olmaz diyor içim… Ne tarafından alsam sığmıyor bana… Yarın Pazar. Patron gelebilirmiş Nurettin’in dediğine göre. Eh, kaç gündür çalışıyoruz, sorar elbet, “Bir ihtiyacın var mı, sıkıntın var mı?” diye. Geldiğimden beri adamın evinde yiyip içip, yetıp kalkıyoruz. Bir gün olsun bir çöp alıp getiremedik. Sıkılıyor, utanıyor insan, çorbada tuzumuz olamayışından. Bu eve yeni geldik, gelinimizi yeni gördük bir hediye olsun… Patronun yanında yürürken tüm bunlar geçti aklımdan. İnsanoğlunun, karşısındakinin aklından geçenleri okuyacak yeteneği yok, böyle bir alet de yok ne yazık. Ancak bazı şeyleri anlamak o denli zor olmasa gerek… Ne o anlıyor, ne ben söylüyorum, arabasının kapısını açıyorum yüzüne bakarak. Bunu da anlamazsa vay onun da patronluğuna. Yarı yarıya oturacakken; “Akınsu beydi dimi?” Vay be! Adımı söyledi üstüne üslük bey dedi! Anaaa… “Evet, efendim.” O ara telefonum çaldı, yanıt vermedim. “Telefon.” dedi, sesinde “Ben beklerim, hadi aç.” anlamı vardı. Telefon da bizimle birlikte sustu. Patron konuşacakken tekrar çalınca sustu, açmamı bekledi.
“Alo!” tanımıştım sesi, o idi. Sanırım yüzümün görüntüsü değişmişti. Yusuf Sadık Bey anladı. Mimikleriyle rahat olmamı söyledi. Telefon tekrar, “Alooo!” “Alo o ım!” diye zoraki yanıtladım. Demek o bu gün iş buldu ve hemen beni aradı. Oysa ben, kaç gündür işe başlamışım ve de onu aramamıştım. Nasıl açıklaya bilirdim bunu? Daha iş bulamadım dersem, hem patron duyacak hem o üzülecek. Oysa ben ikimizin de sevinmesini, bir birimizin sevincini paylaşmamızı istiyordum.
“Oh oh çok sevindim.”
“…”
“Olsun. Boşluktan iyidir. Hem yeni işler takip etme olanağın olur, Ankara’dasın ya…”
“…”
“Ben daha iş bulamadım!” der demez patronun sorgular gibi yüzüme baktığını sezdim. Kim bilir, içinden “Bu müthiş yalancıya mı teslim edeceğim işimi?” diye geçirmiştir o an. Kızardım, bozardım, terledim… Utanılacaktan daha da utandım…
“Ya, özür dilerim. Seni kısacıkta olsa üzdüm. Tepkini almak istedim, iş bulamadım diye.”
“…”
“Hayır, hayır, buldum ve yedinci günümü çalışıyorum.”
“…………………….”
“Haklısın. Gülcan, anla işte açamadım.”
“…”
“Şu an kapasak, sen beni sonra arasan olu mu? Daha geniş konuşuruz. Kırılmazsın demi?” telefonu cebime sokarken dönüp patrona yaklaşmak istedim! Patron yanıma varmak için son iki adımını attı. Göz gözeydik. Onun gözleri de benim gözlerimden aşağı kalmıyordu, rahatı bozulmuş bakışta. Başını önüne eğdi, cebinden çıkardığı tomardan bir kaçını çekip bana uzatırken, bu ana kadarki gecikmesinin özürler dileyişi okunuyordu açıkça yüzünden.
“Bunlar benden. Harçlık. Öncelikle kontür al ve bir an önce ara.” Oturdu arabasına başka söz etmeden, sağa sola bakmadan bastı gaza ve uzaklaştı. Bu üçgenin içinde sanırım en belirsizlik donanımlı olandım, ben. Duygularıma bir kılıf biçemiyordum. Üzülmek dersen değildi, sevinmek dersen değildi, mayhoşu da yoktu ki duyguların… Öncelikle eve bir şeyler alıp da öyle girmeli, duygu ve düşüncesi şavkınca sevindiğimi anladım. Paranın duygu depolarıma yüklediği seviç yakıtıyla koptum çakıldığım yerden. Kontür alacağım, birkaç bir şeyler alacağım… Gülce’ye dondurma, Nihat’a iki sigara ala..a…. O sıgarayı bırakmış ama benim gibi. Sağlığa verdiği zarar bir yana cep, mangır olayı da vardı. Ne ile içecek ki? “Şu halıyı ve döşeği aylık cigara parasına taksitinen aldım.” demişti. Neyse ona da bir şeyler bulurduk elbet.
Kapıyı, Gülce Yenge açtı. Nihat daha gelmemişti. Aşırı neşeli görünmem dikkatinden kaçmamıştı. İki bardak çay içtim üçüncüsü doluyorken her zamanki o meşhur selamıyla selamlayarak girdi içeri Nihat. Poşetler öylece duruyordu… Hiç aldırış etmeden gelip oturdu kanepenin diğer ucuna. Bende güller açık, ağız kulaklarda…
“Hayrola halaoğlu. Maşallahın var, Allah gadim etsin.” Derken yüzümün ifadesini sorguluyordu. Gülce bizden yana dönerek, bana sitem edercesine Nihat’a konuştu:
“Bu gün eli dolu gelmiş ya.” göz ucuyla poşetleri göstererek.
“Ayıpsın halaoğlu, bunlar ne? Daha maaş bile almadın.” Sözü aldı ağzından Gülce:
“Bize yük oluyordu. Yüzümüzü, gözümüzü döktük ya, sanki bir şeyler bekliyorduk ya, sanki bize güvenemiyor ya…” Doğruydu, tümü doğruydu, beklenti ve güveni dışlarsak.
“Valla, heç ey etmemişin, üzürdilerim, ayıbetmişin Hemşo.”
“Ne ayıbı? Fark eder mi? Burası benim de evim değil mi?” gülerek; “Yoksa ev arayayım mı kendime?” yarenliğiyle sıcaklığına inandığım sitemlerin çöktüğü havayı değiştirdim. Hayat pahalılığını, geçim zorluğunu… Aldığı ücreti bildiğimi eklersek üzerine, daha çok katılma gereği duyumsuyorum. Çek yatlar iyi oldu, bir halı yeter şimdilik, ocak idare eder de masa, sandaliye… Başka şey konuşsalardı… Eksiklerini duymak, bir düğün hediyesi almak için, alacağımın istenen şey olması için durup dinlemiştim onları. Evet, ev kirası elektrik, su parası vermiyorlar ama alınan belli tüketilen belli. Taksit taksit taksit derken… Zaten o ücretle çalışmanın, çalıştırmanın ayrıntıları burada saklı. Evlilikleri yıla yaklaşmasına karşın, doğru düzgün masa ve sandaliyeleri dahi yok. Sayılacak en büyük kazaç, elektrik, su, bazı çiftlik ürünleri, sigorta. En gözalıcısı bu işin, sigorta. Ben de bunun için katlan mıyormuyum? Paronun verdiği paradan daha vardı cepimde. Ertesi gün yumurta ve tavuk dağıtımına çıktığımda yolumun üzerindeki mobilyacılara uğradım. Birisinde, defolu olduğu için maliyetinden çok aşağı, açılıp kapanan bir masa ile masaya uygun döşemeleri olan metal ayaklı sandaliyelerden altı tane aldım. Sandaliyeyi önce dört tane düşündüm ama fiyatı uygun ve de bir kısmını sonra ödeyebileceğimi önerince satıcı, sayısını artırdım. Aldıklarımı kamyonete attılar, bir usta-işçi ile geldik eve. Eşyaları taşırken eve Gülce yenge “Hoş geldiniz abi” demekle yetindi kapıyı açıp bize yol vererek. Masa monte edildi, sandaliyeler dizildi etrafına. Usta, cebinden çıkardığı kâğıt mendille alnını kurularken çaylar geldi. Gülce Yenge’nin yüzünden, beğenisi, sevinci okunuyordu. Usta gittikten sonra aldığım kitaplardan birini okumaya koyuldum. Telefonum çaldı. Yakın köyde çalışan, atanmış öğretmen arkadaştı arayan. Benimle aynı durumda olan bir arkadaşın, siyasi omuzla iyi bir işe kadrolu yerleştirildiğini söyleyince… Ne yalan söyleyeyim sevindiğim kadar da kıskanmıştım. “Aaah! Bir dayımız olsaydı!” dedim seslice. Yenge mutfaktan elleri ıslak, çıkageldi, “Hayırdır abi, ne oldu dayına? Telefonu azıcık uzaklaştırdım ve gülerek; “Yok, Dayıma bişey olmamış yenge.” Diye yanıtladım. Bu kez Çetin Hoca yanlış anladı;“…” “Yok, olum, sana demedim. Benim, yok dayım trafiği alt üst etmeyi becerdi de bana güzel bir iş bulmayı beceremedi. “ …” “Olsun diyelim. Başka ne denir ki? Nasıl sağlıksa?” Konuşmamız bitince, uzun süredir Gülcan’ı aramadığımı anımsadım;
“Merhaba. Nasılsın? İşler…”
“…………./………………..!.........................? )
“Vay vay vay”
“……………..?......................../……………!)
“Haklısın. Tabi de… Ayşe Teyze’yi sormadım”
“… Alış-veriş merkezinde kasiyerlik yapıyormuş. İlk telefonunda pastahanede çalıştığını söylemişti. Üç gün önce oradan ayrılmış, şimdiki işine başlamış. Bu iş için de az çakmemiş, niceleri girmiş devreye… Yorucu ama bana daha uygun, parası da fena sayılmaz. Önceki işimde yılışıklardan, öyle bir yerde çalışan bayana başka gözle bakıldığından, asılmalardan, laf atmalardan usanmıştım. Nasıl olsa da buradan yakamı kurtarsam diye düşünürken bu iş kurtarıcı gibi geldi, daha bir tomar yakunmalar sıralayıp içini boşalttı. Öğretmenler aç ve açıkta kalıyoy da sürücüler daha kolay iş bulabiliyor dediğimde güldü. Şaka gibi görünse ded gerçek bu idi. Sürücü belgem olmasaydı bu işi bulamayacak, varsay, iş arıyor olacaktım hala. Neo ne ben aldığımız eğitimle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir işle sürdürüyorduk yaşamı. Biz bile belki kadersizler içinde en iyi durumda olanlardık! İnşaat işçiliği yapanlar, tarım işlerinde ırgat çalışanlar, garsonluk yapanlar, kahve köşelerinde umudu karoyla maçayla karıp sigara dumanına üfleyenler az değil. Boş gözlerle, dağınık saç veuzamış şaçlarla, acı gülücüklerle, yaşlanmış gençlerle hergün her yerde karşılaşıp konuşulanları rutin geçmek ne erezyonlar yaratır insan yaqpısında? Ancak çekenler bilir. O ortamlardan uzaklaşıpta ne olursa olsuna koşmak patı pulu ikişnci plana itiyor. Dostlar pazarda görsün, sanki bu günler düşünülerek özdeyişten öte yaşamın gerçeği, alternetif yaşam felsefesi olarak söylenmiştir.
Dördüncü aya yaklaşıyoruz. Çiftlikte kalbileceğim Küçücük tam bana göre bir ev var. Patron evi bana ayırdığını söyledi. Orada oturan Gümüşhane’li işçi kalabalık nüfüsü ve de geçim sıkntısından meleketine döndü. Beşinci ayı aşarken Nihat’tan habersiz birkaç ev eşyası aldım. Gülce çocuk bekliyor… Artık onlarla kalmam yakışık almaz. Onlar aksini düşünsede ben de onların aksini düşünüyorum. Tek başıma kaldığımda kaptan kaba boşaltıp dolduruyorum, ya doldurmuyor, ya taşıyor, hiç kabı kabına olmadı düşündüklerim. Yine çok yakın ve iç içe olacak gibiyiz. Orası benim yatak hanem olacak, sofradan kovsanız da gitmem. Gülce’nin yemeklerine alıştım, derken aslında mutfak giderlerine katkımı düşünmüştüm. Onların giderleri azalıyor, ben az katılımla hamarat ellerden her öyün hazır sofraya konuyorum. En azından her dakika yanlarında olmam, kendilerine daha çok zaman ayırırlar… Eve tek başıma kapandığımda, aldığım elektrikli çay setinde çayımı denlerken uzanıp bol bol kitap okuyorum. Test kitaplarından sınavlara hazırlanıyorum… Isındıkça sevmeye, benimsemeye başlıyorum yeni yaşamımı.
Bu gün ürün dağıtmaya çıktım. Kavşakta, arkamdan aldığım darbeyle alnım rabanın ön camına çarptı. Benim arabam önüm deki arabanın arka sol lambalarını indirdi. Haliyle benim ön sağ far yok oldu. Hafif çöken arka kapı aralarından kırılan yumurtalar yere akıyordu. Arkadaki arabanın sürücüsü ortalarda yoktu. Öndeki arabanın sahibi beyefendi, geçmiş olsun diyerek yatıştırmaya çalıştı beni. Arabayı görünce; “Yusuf Sadık Bey’e geçmiş olsun dileklerimi ilet. Can kaybı yok ya gerisi önemli değil.” Polislere döndü; “Şikâyetçi değilim. Kartımı bırakayım gerekirse yardımcı olurum. İzin verirseniz… Acil toplantım var da…” diyerek arabasına atladı gitti. Patronu aramam gerektiğini düşündüm.
“Alo… Hayrola.”
“İyi günler Sadık Bey. Özürdilerim… Bir kaza oldu da haberiniz oldun diye aradım.”
“…”
“Arkadan vurdu efendim.”
“………………………”
“Evet, efendim, evet buradalar, ancak bize vuran arabanın sürücüsü yok ortalarda.”
“…”
“Tamam. Baş üstünme, bekliyorum.”
Bizim arabada pek hasar yoktu. Ancak kırılan yumurtalar ve yumurtaya karışan tavuk etleri… Patron, ilkin davacı olmamak, işimizi aksatmamak düşüncesindeydi. Sonradan değişti “Böylelri ceza almalı ki, akılları başlarına gelsin diyerekten davacı olduğunu, olası işle ilgili sıkıntılara bu nedenlerle katlanılması gerektiğini söyledi. Memurlar arabanın içerisini didik didik aradılar, ruhsat ve benzeri resmi evrak bulmak için. Parçacıdan alınmış bir faturadan başka bir şey bulamadılar. Kuşkular arttı; araba çalıntı olabilirdi. Ya da sürücü çok uyanık birisiydi ki, kaşla göz arasında ruhsat ve sürücü belgesiyle birlikte yok olmuştu. Plaka araştırıldı. Faturadaki isim ve adresle çakışıyordu. Bu gelişme tümümüzün yüzüne gülücüklerle yansıdı. Polisler telsizle iletişim kurarken bize, aradıklarında hemen karakolda olmamız koşuluyla işimize bakabileceğimizi söylediler. Patronun isteğiyle arabanın yükü yenilendi, dağıtım aksatılmadı. Akşam mangal partisi olacaktı çiftlikteki evimizde. Çiftliğe dönerken kola ve çiftlikte olmayan sebze ve meyvelerden almayı unutmadım. Semaver ve mangal için kömür bile aldım. Geçi bunlara Gülce, “Çiftlikte ot kök, kırık kırpık mı yok? Boşuna para harcamışsın.” diye karşı çıktı ama kömürle bambaşkaydı. Saat kulesinden Kordon’a geçtim. Ne için buralardayım, nereye gidiyorum, aklımdan neler geçiyor? Hiçbir bilgim yok. Yürüyorum öylesine… Hava güzel, etraf cıvıl cıvıl, göktekiler, yerdekiler, suyun üstündekilerle deniz harika. Her şey, gezmek için dört dö… Üçlük! Eksik ayak benim biryerlerimde. Aslında sıkıntılı değilim. İşimdeki yeni pozisyonun, olabilecek kadar veeskisinden iyi. Daha şimdiden taksitle beyaz eşyalar almaya başladım, yarın ne olacağı belli olmaz savıyla. Kendimi anlamadığım için, martıların neden öttüğünü, denizin neden dalgalandığını, gemilerin su üzerinde akışını, insanların neyi ve niçin konuştuklarını, neden oturduklarını, niye yürüdüklerini de anlayamadım. Anlam verememe gibi bir tutargam (saplantı, düşün kaybı, beyin durması) tutmuştu. Tat yok tuz yok, hadi doğru eve…
Günlerden Pazar… Yakın semtlerden birinde pazar vardı. Değişiklik olsun torba dolsun hesabı üçümüz kamyonetle çıktık evden. İçimizde en mutlu olanın Gülce olduğu açıkça görülüyor. Bazen önde, ikimizi untup gidiyor, bazen ikimizin ortasına, ikimizin koluna kollarını takıp yürümeye çalışıyorsa da çoğunlukla kalabalık bu sevincinin uzun sürmesine olanak vermiyor. Yaptığımız alış-verişin on katı etrafa bakındık, gezindik, çay içtik, dondurma dürüm derken…
“Dayıoğlu ya, inşallah sürücü belgeni evde koymadındır?”
“Yoo’oh. Üstümdee’e! Heyirdir? Yohsa gine satacan bizi?” bu oğlanın şu keskin zekâsı öldürü beni. Nasıl da anladı?
Arabadan indiğimde, Kordon her zamanki gibiydi… Banklarda kol boyun oturanlar, ele tutuşup deniz esintisine sevdasını parfüm edip efil efil, ince ince yürüyenler, martılar, düdükleriyle melodikal duygular sunup romantizme duygusal ezgileriyle ortak olan gemiler, suyun ve gök kubbenin aynı tonda buluşması… Kordon; bağ, bağlayıcı anlam içermez mi? Göz bebeklerine, girecekmiş gibi bakanlar, omuz omuza oyurmalar, bir birine kaynayacakmış gibi el ele tutuşmalar, çifter çifter gün batımına dnüp ayaklarını deniz suyuna daldırmalar, tüm sıkıntılarını unutup, duyguca tazelenmeler ve her yüzde görülen gülücükler birer bağlanmışlık değil midir? Kordon’da, Kordon’la bağlanmışlığı değimlidir her yaştan kişilerin? Gördüğüm kadarıyla bir ben tek başıma… Aslında yalnız değilim. Önceki gelişimin tersine dop doluyum, yüklüyüm. Kimler yok, neler gelip geçmiyor duygularımın ışıksız, kavşaksız her yöne çıkışı olan yolundan. El ele tuutşanlarla el eleyim, göz göze olanlarla göz gözeyim. Hatta şu anda nü pozisyonunda denizdeyim. Herkes bana bakıyor… Herkes atıyor üstündekileri, atıyor kendini serin sulara… Son girenler sonunda utanıyor ivedilikle kıyıya koşuşup el biselerini giyiniyor. Elbiseler karışıyor… Çoğu çekiştirmekten parçalanıyor. Kavga başlıyor… Ben diplere dalmış olanları izliyorum… Utanıyorum, suyun yüzüne çıkmadan giyinip kıyıda buluyorum kendimi. Bir ben ıslak… Herkes kupkuru elbiseleriyle yerli yerinde… Cebimden telefonu çıkarıp arama tuşuna dokunuyorum, “Alooo!” diyorum karşı açılmadan. Tele fonum kup kuru! Ben de öyle. Hayret! “Hem çağrı atıyorsun hem de konuşmuyorsun” diyor Gülcan. İşimdeki yeni konumumu söylersem şaşıracaksın diyorum, asıl ben son yaşadıklarımı söylersem sen şaşıracaksın, diyor. Merak edip nedenini sormamı beklerken başka dallara uzanıyorum. “Eee, sormadın?” diyor. Neyi? Diyorum. Dürüs duyguların sahtekâr yüzü korkularımı merakıma üstün kılıyor, dalgın ve unutmuş varsaysınıyla. “Alo! Orada mısın? Çok meşkulsen…” “Yok, yok.” Diyorum kesik kesik, yutkunarak. Boğazım kuruyor nedense… Sonunda kendime rest çekip “görüyorum1” Aşk olsun. Merak etmez miyim Gülcan, seni dinliyorum, diyorum. Korkular da sevinçler de boşa doğmaz doğması doğal olan güneşin her gün doğuşu gibi. “… Gün mutlaka beklerim.” Sızlayan göğüs kefesimi, düğümlenen soluğumu zorlayarak, “Ne?” diyorum. Ne yapsın denize düşen köpüğe sarılır. Belki köpük değil de kütüktür tutunduğu? Aynı iş yerinde çalışıyorlar, ne güzel? Olsun, denize düşmüş ya. Ama ben şu anımla bir kütük… Bırak oğlum saçmalama… Bir kere senin işin köpük! Bilmeyenler de bir şey sanacak; müdür, genelmüdür, en azından kadrolu odacı… Yarınından emin misin? İflaslar, beğenmemeler, istememeler, işten çıkarmalarla koyun koyuna düşler görerek getirdiğin sabahlar ne oluyor?
Evlenmek, yuva kurmak gibi şeyler usumdan geçtiğinde okul yıllarından tanıdığım, bir vekil öğretmenin anlattıklarını hep anımsarım. Arkadaş, merkeze yakın bir köyde vekil öğretmen iken haddini aşarak! Köyün muhtarının kızına talip olmuş. Şehirden ana baba gelmiş “Buyursunlar” yanıtına uyup. Okuldaki personelin de katılmasıyla varmışlar muhtarın kapısına. Gülüşüp konuşmalar, yiyip içmelerden sonra asıl mesele konuşulunca muhtar; “Asıl bile değil vekil ve ardından öğretmenliğe yakıştırmadığımdan açıklayamayacağım bir dizi övgülerle! Kapıyı gösterirken, “hepinizi kapıma toplayıp böyle yaptım ki bir daha aklızdan böyle bir şey geçirmeyesiz.” diyerek, verdiği dersin iyi bellenmesini istemiş. Olayın bu kısmında… İçimden en acıklısından bir uzun hava çekmek geliyor ama andır sesim getirmir… Hep beni bulur derler ya, hep bu arkadaşı bulur…
Aslın da boylu poslu, iki dirhem bir çekişrdek delikanlıdır kendisi. Mart ayında askere gidecek. Tren gişesine yanaşır elinde sigarayla bilet almaya. Bekleme salonunda ondan başkaları da tütütrmektedir tüttürgeci. Zaten öyle gördüğü için yakar sigarasını. Orada temizlik görevlisi olarak çalıştığını birdiği, tanışık olmadığı kişi yaklaşır yanına. Adam koskoca demir yollarını kadrolu elemanıdır. Oturlar yan yana, bankta sıra beklerken. Konuşurlar şurdan burdan, nezaketen bir sigara ikram eder ona da… Birlikteler haaa… Söz “Ne iş yaparsın?”a gelince adam çimdik yemiş gibi dik kalkar. Tepeden tırnağa bir güzel süzer, bir iki adım geri atar tekrar döner bakar… “Gırevet mırevet, bende bir p… sandım ola. O kıravet, o cigara ne? Konuşmasına hiç fırsat vermeden ne varsa silkeliyor dağarcığında, gülerek, açık açık alay ederek, “Vekil he? Vekil, milletvekili yoksa başvekil? Heh heh…” Gücüm yeterdi, istesem cücük gibi boğardım oracıkta amma… Açıkçası suçlayamadım da…
“Özürdilerim”
“Öskürecak mısın?
“Öksür, öskürde reçeteni yazim!” konuşulanlara, gülüşlere salondakilerden gülerek katılanlar ve öfke ile bakanlar oluyor… Ayağa kalktığında, adam kısacık boyuna rağmen dikleniyor bir iki adım öne atarak. “Ola ola dutun, bırakmayn, vekil beni kıracak.” Artık can lazım dayana. Sarılıyor gırtlağına… Gişenin önündeki kuyruktan iki kişi, “İki kolumdan kavrayıp beni dostça sözlerle dışarıya sürüklediler. Sinirim geçmiş değildi. Biri aldığı bileti bana vererek, sen buradan uzaklaş arkadaş, biz nasıl olsa yenisini alırız, diyerek beni uzaklaştırdılar oradan.” derken o günlerde yaşadığı sıkıntılar ve utanç ter olarak iniyordu alnından morarmış yanaklarına ve titreyen ellerinin tersine… Bu bir örnek bir eşantiyondu binler içinde. Bundan daha ağır, daha yüngül (hafif) neler yaşanmıştır kim bilebilir? İnsan her şeyini de herkesle paylaşamıyor ki. Denize döksen Nuh tufanı kopar…
Bebek, üçüncü gün yaşında… İkinci el satıcılarından, yenisinden seçilmeyen karyola beşik karışımı bir yatak aldım Muratcan’a. Orijinal kutusuna yerleştirdiler yeni görünsün diye. Bunu ben istedim, ikinci el aldığımı bilsinler istemiyordum. Aslında, ailece yenisini hak ediyorlardı ama… Nihat ve Gülce, zahmet, masraf deseler de çok hoşlandıklarını gizlemiyorlardı. Her akşam, daha ışığı, sesi tam olarak algılayamayan çocukla Nihat’ın söyleşisini dinyorduk. Bazen üçümüz kuşatarak beşiğin etrafını bebeğin uykudaki mimiklerini izleyip eğleniyorduk onunla. Evliliğin ürünü eve neşe getirmiş, sıkıntıları kederi alıp götürmüştü Ege’yi aşıp daha engin denizlere, daha uzak ülkelere. Ben da bayağı bayağı sevmiş ve alışmıştım kerataya. Boş kaldığımda, canım sıkıldığında soluğu bebeğin yanında alıyorum. Gülce ile bacı kardeş gibiydik. O bana abi, ben ona bacı diyorum hep. Muratcan’ı kucağıma aldığımda, “Abi, sanırım çok seviyorsun yeğenini?” der. Ben, “Yok canım sende, nesini sevecem bu çirkin yaratığın?” O, “Aşk olsun abi.”der, ben devam ederim; “Kucağıma almazsam sen onunla ilgilenmek zorunda kalacaksın olan bize olacak.” “Niyeymiş ki?”
“Valla haklısın halaoğlu. Anayla oğul bir olalı biz bayağı süzüldük, eriyip aktık. Bu gün tartıldım iki buçuk kiloya yakın kaybım var.” Konuşmamızın arasına düşen kalın ve gürses ikimizide korkutmuştu. Neyse ki alışkın algılarımız korkumuzu hemen ıraladı içimizden, gülüştük.
“Sahi, rengin de soluk bu günlerde dayıoğlu.” Dediğimde kırmızı, tombul yanaklarını ima ettim, gülüştük.
“Her oturuşta bir somuna ey vallah ettiğin yok, yine de sen zayıflamışsın he? Amaan nasıl üzüldüm, nasıl gözlerim yaşardı. Derken şaka yapıyor, hep gözlerinde olan ve hiç gizleyemediği ve ya gizleme gereği duymadığı içten sevgiyle bakıyor kocasının yüzüne… “Bak, beni desen, neyse… İki can doyuruyorum.”
Onları böyle gördükçe tanımsız ve tarifsiz bir sevgi duyuyor, mutlu oluyorum. Ancak her mutluluk, her izlence Gülcan’ı ve vekil öretmenin yaşadıklarını çağrıştırıyor… Birlikte yansıyorlar duygunun gerçeğine. Yaşamdan tüm beklentilerim, dileğim, arzum şu aralar dinginliğe ermiş nem varsa, devrimsel değişime erdiremediğim iç varsayımlarım talihsizliğin üzerime giydirdiği zırhla sıkılıyor, sıkıntıyla incelmiş, sıkışmış beden ve ruh ile çırpınıyorum bileği bükülmez ellerin avuçlarında. Bazı geceler uykularım kaçtığında açık havayı yavaş yavaş saran bulutlar gibi kâbuslar, sıkıntılar çörekleniyor üstüme. Bozulan havanın tüm örneklerini yaşıyorum duygularımda. Yarın ne olacağım korkusu hareketini gözlerimle takip ettiğim, bedenime dokunup delmek üzere saplanan mızrağın, görerek izleyerek acısından daha beter yakıyor içimi. Kalbimi burkanın, sızı mı, sancı mı, yangın mı olduğunu ayırt edemiyorum. Uygun olsa o an gidip Muratcan’ı uyandırmak onunla konuşup, eğlenip acılarımı unutmayı bile düşünüyorum. Hiç bir zaman gündüzün avuntusu gecelerin sıkıntısını alt edemiyor… Sabahın çabuk gelmesi umusuyla acılarımı, sıkıntılarımı koynuma alıp uykuyu bekliyorum yatağımda. Acaba Gülcan da benim gibi midir? Yok, yok eğer benim gibi düşünseydi evlenmek neyine… Güvencesi var demek… İşinden en ufak bir kuşkusu yok, demek! Kuş gribi söylentisi çıkalı neredeyse gülmeyi unuttum. Ulan kuş gribi, ne tavukları, ne yumurtaları nede onları tüketenleri tüketiyorsun, beni tüketiyorsun beni... Asıl hedefin benim. Eydi eydi deyip geveleme lafı ağzında. Bir kere, deydi deydi de de olsun bitsin.
“Senin gibi bir elemanı bırakmak istemem Akın’cığım.
Bana şimdiye dek hiç böyle hitap etmemişti patron. Bu pek hayra yorulur farlılık olmasa gerek. Bu cığım açıkça işine son veriyorumun yerine, kibarlık gereği kapı dışarı edilmenin ön eki olabilir mi? Senin gibi bir elemanı… Bırakmak istemem… De, körolsı şu grip… Kusura bakma Akın… Eh, cım…
“Şu krizi atlatana dek, ücretin biraz düşük olarak… Konuşuyor ama sözcülerin sıkıntı ile üzüntü ile tonlandığı alenen seziliyor.
“İşten çıkmam gerekiyorsa, size sıkıntı yaratacaksam hiç üzülmeyin efendim. Nasibimiz başka kapıda imiş der yolumuza devam ederiz. Sizi hep saygıyla anmam için şu an ve öceki yaptıklarınız… Konuşurken çektiğiniz sıkıntı bana olan sevgi ve içtenliğinizi ap açık gösteriyor. Bu benim için yeterlidir. Hiç üzülmeyin efendim.”Ben konuşurken yüzüme baktığında gözlerinin parladığını görüyordum. Bu onun da söyleyeceklerinin bitmediği anlamı oluşturdu bende.
“Ne demek? Ben sana seni bırakmak istemiyorum diyorum, sen gitmekten söz ediyorsun.”
“Ben… Sandım ki… Sözü ağzımdan aldı; “Sanmana gerek yok, açıkça söylüyorum.” “Tamam, da bu törene ne gerek vardı madem”…diyemedim. “Peki… Ne yapmamı istiyorsunuz efendim?” başparmağını çenesinin altına, işaret parmağını yanağına gömüp, masaya desteklediği dirseğini kamera ayağı gibi kıpırdatmadan bir süre baka kaldı, gözüne ilişen bir noktaya… Rahatlık tekrar sıkıntının köşesini kapmıştı. Bin bir sıkıntıyla anlattıklarından şu sonuç çıktı; Aldığım ücret yarıya inecek, sigortamı kesintisiz yarı yarıya ödeyeceğiz ve ben geretikçe çiftlikte kalmayıp büro işlerine yardıma gideceğim, kendisine. Kriz atlatılırsa, eski işime ve ücretime kavuşacağım… Bu süre içinde daha iyi bir iş bulursam hiç çekincem olmayacak, hatta Yusuf Sadık Bey’de arayış içinde olacak. Başka bir iş bulsam bile, nasılsa yeni çalışana gereksinim olmayacağından istersem çiflikteki evde ücretsiz kalabileceğimi vurguladı patron. Bunca iyimserlik, biraz acıma ve merhamet içeriyordu ve bir türlü sığdıramıyordum kendime. Nihat’la, Gülce ile bir raya geldikçe hep bunu konuşuyoruz… “İkiniz umurumda değil, Muratcan’ı çok özleyeceğim. Onu arada bir görmeye gelirsem… Gülce, gözyaşlarını tutamıyor, suskunluk kaplıyor odayı. Yapay, ancak inandırıcı bir kahkahayla bozmak istiyorum suskunluğu, “Bulacağım iş yakınlarda olursa yine evimde kalacağım, yine hep bir arada olacağız.” Gülücükleri gülmeye kahkahaya dönüştürmek için devam ediyorum; “ Dua edin kriz bitmesin! Biterse yine başınızın belasıyım.” Bu espri gibi olmadı, tutmadı.
“Ya halaoğlu, ücretin azalacak amma dişeriden eydir. İnşahat minşahat sehen göre degil, boş ver.”
“He vallah abi, kardaşın doğru söylüyor.”
“Biz aç sen de aç, biz tok sen de tok. Hem niye aç olsun ki, iki maaş üç nüfusu doyuramaz mı?”
Dünler ve yarınlar buharlaşıveriyor belleğimde. Geçmişin ve geleceğin yoğunluğuyla bulutlanıyor düşünlerim, dağların doruklarını kaplayan bulutlar gibi sarmalanıyorum.Küçük ve tek penceresinden yıldızlara bakarak görmeye çalışıyorum odayı kaplayan sessizliği.Cırtlak sesli iki karga bozuyor çifliğe kümelenmiş sessizliği… Geçmişten üretilen, bugünlerden umutsuz yığıntılar zamanın yıkıntıları altında can çekişiyor… İnlemeden kurtarmaya çalışıyorum kendimi o enkazdan. .Cankurtaran geliyor sanıyorum baykuş ötüşlerini siren sanıp. Uyanık kaldığım sürece şansımın dahada artacağı savıyla uyanık kalmaya çalışıyorum. Uyuyamadığım, uyumadan sabahladıklarımın nededi demek ki bu imiş gecelerce...
Muratcan ateşler içinde. Saatlerdir sesi soluğu çıkmadı. Annesi tekrar elini alnına koydu, “İnmemiş hiç” dedi. Biz gelesiye ıslak tülbentler koymuş, sirkeyle ovmuş boynunu, koltuk altlarını. Normal su ile banyo yaptırdıktan sonra uyutmuş ama bunca süre uyuması… Nihat beni çağırdı. Yanlarına yaklaştığımda çocuğun ateşi soba sıcağı gibi uzaktan karşıladı beni. “Üstündekileri çıkar. Çeşmeyi aç ve bol su ile bir daha yıka ben arabayı alıp geliyorum.” Para filan laflarına aldırmadan, hızla uzaklaştım. O ay ve sonraki aylar taksitini ödeyemeyeceğim çamaşır makinesinin birikmişleri bize yeterdi. Mağazanın yeri uygun ve de yakındı, fazla geç kalmayacaktım. Durumu açıklayınca, sorgulamadan anlayış göstererek, ivedilikle ikiyüz ellilik verdiler, “Gerç kalma, Sonra gel hesaplaşırız” dedi mağazanın sahibi. Döndüğümde Gülce, bebeğin çamaşırlarını henüz giyindiriyordu. İncecik bir beze sarıp sarmalayıp koştular arabaya. Hastahaneye girer girmez havale geçiriyor diye bekletmeden aldılar içeriye. Hepimiz birlikte içeriye girmek isterken; yalnız anne gelsin, dediler. Benle Nihat salonda kaldık. Tüm zorlardan daha zormuş beklemek… Her ayak sesinde kalbimiz küt küt vuruyor. Merak ediyoruz ama sormaya korkuyoruz. Önümüzden geçerken yüzümüze bakan herkesten iyi bir haber umuyoruz.
“Git de bir bak Nihat.” Avuçlarının arasındaki başını kaldırdı,
“Niye sen gitsen?” koluna girip sürüklüyorum odaya doğru. Kapıyı tıklatınca Gülce, içeriye girmemizi engelercesine, ağzında maskeyle bizi ittirerek yanımıza geldi. Ağzındaki maskeyi aralayıp; “Yarım saat kadar daha beklemeliymişiz…” nedenini sorgulayınca, “Kesin konuşmak için serumun biraz gitmesi lazım vücuda dedi doktor.”
“Korkulacak durum yok mu yani? Başka bir şey dedi mi doktor?”
“Öyle demeseydi ben bu kadar rahat olabilir miydim? Yıkardım ortalığı.”
“Nefesi nasıl oğlumun Gülce? Ateşi düştü mü?”
“Düştü düştü”… Neyse “Ben gireyim” derken, birlikte girmek isteyen Nihat’ı eliyle engelledi. Kuyuda gibi, ışıksız bir odada kalmış gibi… Bekle… Bekle… Dayanabildiğince… Dakikalar saat, saatler gün kadar…
Gecenin iki buçuğunda tam mevcut eve döndük. Çok yorgun ve bitkin görünmesine karşın “Bir şeyler atıştırır mıyız?” diye sordu Gülce. İksi birden yüzüme bakıyor, bu soruyu benim yanıtlamamı istiyorlardı. Aslında soru yalnızca bana sorulmuştu. İkisinin de tek lokmayiyecek hali yoktu. Tek isteğimiz uyumaktı. “Gecenin bu saatinde, bu yorgunlukta!” dedim. Sabah kalktığımda giyinme gibi bir sorunum yoktu. Muratcan, iki ağacın arasına bağladığımız salıncakta uyuyordu. Yan taraftaki masada bardaklar ve poşetten çıkarılmamış ekmekler… Semaverden yayılan buhar iştah kabartıyor… Nihat ortalarda yok! Belli ki, uyuyor içeride. Ağır ağır o tarafa yürüdüm, taze dem kokusunu sindire sindire. Demliği semaverin tepeliğine koyarken beni fark etti Gülce,
“Kör olayım abi, acıktın he mi?”
“Günaydın. Bebek iyi uyudu mu?”
“O hepimizden daha yorgunmuş… Sabah bir uyandı, karnını doyurdum bir iki evildendi tekrar uyudu dayısı.”
“Diğer bebek? Uyuyor mu? Ya, bacı bir bak bayılmış olmasın?”
“Sen otur, bir çay al, ben bir soluk bakayım.” O içeriye girince saatlerdir uykusunu izlemediğim Murat’ın yanına gittim. Çayımı yudumlarken o günahsız, suçsuz, her şeyden habersiz temiz çocuk yüzü, sıcak sıcak seyrettim. Acaba akşam yaşadıklarının, hastalandığının, hastahaneye götürüldüğünün, orada saatlerce kaldığının, ağrılarının ve acılarının farkında mıydı? Ne kötü! Ateşler içinde yanıyorsun, acılar çekiyorsun kimseye söyleyemiyorsun. Şimdi daha çok acıyorum ağzı, dili olduğu halde derdini, sorununu söyleyemeyen o küçücük can parçalarına. Her şeyleri analarının, babalarının, bakıcılarının insafına ve bilgilerine kalmış. Tabi ki doktorlarında…
Açım, susuzum diyemiyor. Yanıyorum, donuyorum da diyemiyor. Şuram acıyor, hiç diyemiyor. Yalnızca ağlıyor ve gülüyor. En iyi konuştuğu, kelime dağarcığını dolduran bu iki sözcük –denemez- tepki. Keyifler yerinde ise hakaret etseniz güler, havasında değilse “can” deseniz yeri göğü inletir.
Kendi aile ortamına uzak ülkelerden gelmiş bir turist gibidir çocuk. Nereden ses gelse dönüp o yana bakar. Ne söyleneni anlar ne yanıtlar. İhtiyaç duydukça o ikiliden birini devreye sokar. Ha, birde kendi kendine konuşması vardır kendi diliyle, büyükler buna bayılır. Bir de büyüklerin çocukla çocuk dili konuşması vardır çocuklar buna bayılır… İşte burada cinliği tutar çocuğun. Büyüklerin çocuklaşmasını maskaralık olarak yorumlayıp, sözlerini anlıyormuş gibi davranarak onları dakikalarca, saatlerce yanlarında tutup üstelik gülerek dalga geçerler. Bebekler, en komik en maskara büyükleri çok iyi tanırlar. Onları görür görmez kollarını ayaklarını oynatıp gülerler. Bunların tümünü Muratcan’dan öğrendim. O babasını çok komik buluyor…
Bu aralar iş aramalarım oldu. Çoğunlukla inşaatları dolaştım. Ücreti bayağı iyi bir iş buldum. Ev kiralarını öğrenince… Diğer giderler derken elimde şimdikinden pek fazla olmayan bir miktar kalıyordu, vaz geçtim. Buradaki rahat ve huzurlu ortamı oralarda bulamayacağım kesindi. Bir aile gibiyiz burada. Kendimi, öz evimdekinden daha huzurlu duyumsuyorum. Hiç değilse, dokunaklı sözlerden ve batıcı bakışlardan uzağım. Artık sofraya çekinerek elimi uzatmıyorum. Rahat yutuyorum lokmaları. Su boğazımda kalmıyor. “Madem bizimle yatıp kalkacaktın, bizimle yiyip içecektin, bizim gibi yaşayacaktın onca mesarifi neye yaptırdın bize a oğul? O parayla koyun ya da inek alsaydık şimdi sürülerimiz vardı.” Sözleriyle uykularım zehirlenmiyor artık. İster aç, ister tok, canım rahat kulağım dinç ya yeter bana.
Yatağıma uzandığımda, içimden geçenler nini gibi geliyor, uyuyorum. Elbet bu ninni öyle hemen uyutanlardan değil. Tüm yaşantın koynunda giriyorsun yatağa. Filmin nerede, hangi saatte kopacağı belirsiz ve devamı rüyalarda… Rüyamda gelinlikler içinde Gülcan’ı gördüm. Bizim devreden ataması yapılan tüm öğretmenler oradaydı. Tek tek büyük bir sevgiyle yanıma geldiler. Hala atanamamış olduğumu öğrenince bir daha yanıma uğramadılar. Yanlarına giderek konuşmak istediklerim –ki, en çok sevdiklerim, en samimi olduklarım- yüzüme bakmadan uzaklaştılar benden. Ğülcan elimden tutmuş çekiştiriyor “İlk dansı seninle yapmak istiyorum.” diyor, ben “Hayır, olmaz. Canım oynamak istemiyor.” diyorum. O an, en az kendisi kadar güzel olan bir başkası geliyor yanımıza. “Bu benim kardeşim, Müjgan.” diyor. “Beni kaçırdın, öyleyse al bununla dans et ve evlen onunla. Kazancı ikinizi gül gibi geçindirir, korkma!” Beyaz gelinlikler içinde süzülüp damatla dans ederken yüzüme bakıyor, kardeşini işret ederek gülüyor. “Ben nasıl evlenirim? Ne ile evlenirim? Olmaz evlenemem ben!” diyerek yerimden fırladım. Gözlerimi açtığımda Nihat tepemde dikilmiş kahkahalar atıyordu.
“Periler padişahının gızını verdiler almadın he?”
“İstemiyorum!” diye bağırdığımda artık rüyada olmadığımı anladım. Nihatla birlikte kendime bastım kahkahayı.
Gün boyunca bu rüya hiç çıkmadı aklımdan. Arkadaşların davranışları, Gülcan’ın gelinlikler içinde periler gibi süzülüşü, Müjgan! Gerçekten böyle bir kardeşi var mıydı Gülcan’ın? Bir iki kez arayıp hal hatrını sormak istedim, vaz geçtim sonra.Hepsi neyse de, Müjgan’ı nasıl soracaktım..Bunu yalnızca, rüyamın gerçeğini öğrenmek için merak ediyordum. Okuyan kardeşi vardı da Müjgan adını hiç duymadım… Kazancı demişti, demek okumuyor çalışıyor… “Oğlum, gördüğün bir rüya, ne abartırsın?” diyerek gülüyorum kendime. Hani kaç kez tayininin çıktığını görmüştün rüyanda ne oldu? Çıktı mı? Evlilikler, çoluk, çocuk gördün, hani evlevdin mi? Güzel rüyalarla geçen zifiri geceler, gün ışığıyla üryan gündüzlerden daha yaşanmışlıktır. Ondandır ki, akşamlar hep kederle, sancıyla başlar gün boyu birikenlerle. Bazen unuttuğunu sandığın, unutmayı çok istediğin ne varsa geçelerde dikilir başucuna. İşte öylesi gecelerde, ya bir an önce uyuyabilsem, ya bir an önce sabah olsa diye kıvranır durursunuz. Her zaman melekler inmez ya düşlerinize, bazen şeytanlar, öcüler cirit atar tavanda fareler gibi. Ne geceyi ne gündüzü özlemez olursunuz zaman olur. Yaşamın bile anlamı yoktur bir bakıma. Ama dünya çok güzel, yaşamak çok güzel, hayat sevilir her koşulda derler. Diyenlerle yan yana olmak, dediklerini onlarla tartışmak gelir içinizden. Kimine göre yaşam buzlu camlarda çıplaklığı silinmeyen güzellik, kimine göre o güzelliğin karanlıkta çekilmiş resmidir. Bazıları, elle tutulur gözle görülür, sımsıcak canlı derler! Biz, küskün ve utanmış yüzümüzle geceleri bile aynadan görmeye çekiniriz kendimizi. Yıkılmış, zedelenmiş umutlarımızla bakarsak ne görürüz korkusu ayaklarını zincirlediği onurumuzu herkesin gittiği yoldan alıkoyar. Sizi yansıtan, sizi size anımsatan ve gösteren ne varsa soğuktur aranız onunla. Dikenli çalılar, kara kediler barikat kurmuştur, aşılması olanaksız setler vardır önünüzde. Mıhlanır, put kesiliriz. Ve bizce dünyanın güzelliği, yaşamın tadı; ağlayan, gülen bir bebeği beşiğinde izlemektir. Eh, bu da azdeğildir yoklar içerisinde. Keçi yok, oğlak olsun Abdurrahman Çelebi…
“Birkaç yılın kaldı otuza. Bir an önce ikibaş dört ayak olman lazım. Tayindir çıhmadı, bekâr ölecaksın?”
“Kimin günahına gireyim? Kim benimle aç yaşamak ister? Samanlığın seyran olduğu sevdalar masal konusu artık.”
“Durmadan okuyup yazdın. İnşallah bu sene gazanırsın. Onca kitap okusam tohtur olurdum. İnşallah bu sefer…”
“Bakalım, inşallah. Bırak doktoru, kadrolu odacılığa razıyım. O bile ele geçmiyor…” Durmadan çıta yükseliyor, setler kalınlaşıyor. Okumadan bu günü bulsaydım en az senin kadar mutlu olurdum. Okuyup da bu günlere düşmek… Durmadan okullar açılıyor, habire öğrenciler tıkılıyor içine ve durmadan artıyor sokalar dolusu beklediğini bulamayan boynu bükükler. Sen artık kuş oldun uç dediler. Kanat vermediler yere çakıldık. Yetmez gibi belimiz kırıldı sürünmeye mahkûm olduk. Nihat’a nesini söyleyeyim? Yapması gerekenler, vebalimizi taşıyanlar, sorumlu olanlar ne yapıyorki, -onca yetkiye karşın -o ne yapsın… Leylek gibi lak lakla geçireceğiz yılları. Mevsimi erdiğinde herkes leyleğin gelişini dört gözle bekler, bizim ise gitme zamanımızı. Bizim için her mevsim sonbahardır, göçme mevsimidir, hadi; kışş kışş!...
Eren’in yıllık izni varmış. Yeni evli olmaları nedeniyle Gülcan’a da izin vermişler. Diğer bayanı hemen tanıdım. Hepsiyle tektek, ismiyle görüşürken ona da; “ Hoş geldin, Müjgan” dedim. Şaşkınlıkla yüzüme baktılar.
“A aa…” eli ağzındaydı. Şaşkındı ve de gülüyordu Gülcan!
“Şimdi, sizden duydum ya!” dedim ama rengimin attığını kulaklarımla duyumsadım. Sanırım terledim de. Müjgan oralı olmadı bile.
Üçünün bir valizi vardı. Kalıcı değillerdi.
“Gerçekten çok güzel burası… Her gününüz tail gibi geçiyordur.”
“Ben sana söylemiştim Eren. Akın o kadar detaylı anlatmıştı ki. Nasıl bir yere geleceğimizi biliyordum.”
“Eğer uygunsa birkaç gün kalmayı isterdim ben.” Dedi Müjgan.
“Yeterli yerimiz var. Çok seviniriz. Değil mi?” bir şeyler ima eder gibi yüzüme bakıyordu Gülce. Yoksa rüyamı anlatmış mıydı Nihat? Gördüğüm rüyayı şaşkınlıkla geçirdim aklımdan. Nihat, hemen ötemizde havuzu temizliyor, bir an önce bitirme çabasıyla kan ter içinde kalmış, yazık. Tulumuyla gelip misafirlerle görüştükten sonra izin isteyerek işine dönmüştü. Misafirler gelmeseydi ikimiz şimdiye bitirmiş olurduk. Eğer beni yardımına bırakırsa tabi! Gülce’in sözüne:
“Hele sen bir semaveri yak. Şöyle keyifle içak çayımızı, o zaman konuşuruz. Misafirin gelmesi kendi elinde, gitmesi ev sahabının elindedir.” Diyor Nihat. Ben, “havuzdan gelen sese kulak verin.” Diyorum, ilk gülen Müjgan oluyor.
Hepsi de çok mutlu neşeli görünüyorlardı. Muratcan salıncağından doğrulup ağlamaya başladı. Müjgan’ın kucağına oturup onca kalabalığı görünce sustu. Bir süre kimin kucağında olduğunu merak etti. Ağzının önündeki yanağı anasını memesi sandı. Şapur şupur sesler geliyordu.
“Ay, abla şuna baksana.”
“Benim yeğenim güzelden an…”
Müjgan, “teşekkür ederim.” Derken diğerleri bana bakarak kahkahalar attılar. Tüm ceasretim, serbestliğim, içtenliğim, Gülcan’ı biliyor olmamdandı. Gülüşmelerden utanmadım değil. Belki gördüğüm rüyanın gerçek gibi belleğime işlemiş olmasıyla da ilintili olabilirdi. Ne bileyim, karışık bir şey işte.
Parmağında yüzük vardı Müjgan’ın. Gözüm öylesine takıldı işte.
“Eniştemin” dedi. “Tatilde rahat etmem için aldım.” Açılımını yapması gereksizdi. Ben sorgulamamıştım. Gözüm takılmıştı o kadar. Hem neyi… ve niçin sorgulayacaktım?
Havuz işi bitmiş, yanımdan geçiyordu; “Eyi gız bu Müjgan!” derken otuz iki dişi görünüyordu. İşaret parmağımla “sus, ayıp olur” işareti yaptım gizlice. Nihat, “Tekrar hoşgelmişsiz” diyerek oturuyor sofraya. Evde ne varsa önümüzde. Semaver çayı, çevre yemyeşil, sofra dolusu yeşillik… Biz alışkınız da onlar felekten bir gün çalmış gibiler. Aslında bizim için de alışkın olduğumuzdan farklı sayılır bazı ayrıntılarıyla.
Ben neyim şimdi? Öğretmen mi? Ha, hah ha… Sıkmayın sıkmayın, gülün… Öğretmen aday adayının adayı… Öğretmen… Öğret-i tam da men-i ayrık. Evet, evet başında da bir men var ayrık yazılmış… -men öğret- men… Hah şöyle doğruyaz, yoksa bilgisayar kırmızı çizik atar altına… Kökü mü? Men edilmekten gelir. Niçin mi? Yeterli-lik/sizlik!............. “Valla bilmem ki?” Acaba Gülcan’ın içi, yüzü gibi mi? Unuttu mu, aldırmıyor mu? İkisinin de çalışıyor olması pembeleştiriyor mu güneşi? Zayıf umutlarını Abdurrahman Çelebi ile mi besliyor?
Adı Müjgan’dı, doğruydu. Bankada çalışıyordu, doğruydu. Banka müdürünün onu kırmayacağına inanıyordu, o söylüyordu. Banka müdürü genel müdürün yakınıydı, o söylüyordu. Bir deneyelim… o, söylüyordu.
Tatilleri bitmiş, dönmüşlermiş Ankara’ya. Gülcan aradı, “Gel” dedi.
“Tamam, geleyim de Müjgan müdürle konuşmuş mu ki?”
“Bilmiyorum. Ancak, seni çağırmamı o istedi. E, mutlaka konuşmuş ki… Dimi yani?”
“Ya Gülcan ya… Akşam sen bir sor, ters yüz olmayayım, eşekten düşmek… O bir konuşsun, gelmek sorun değil. Uçarım Alim Allah.”
Eh artık yarını bekleyeceğiz. Bir yandan işiyle uğraşıyor, bir yandan da müdürün bir an önce gelmesini bekliyorken telefon… “Babam çok hastaydı ani haber vediler akşam. İzin yazım masamda… Hemen meille…” gitti bilmem kaç gün.
Sayılı gün çabuk geçer! Sayan bilir saatlerin, günlerin süresini… Artı, yine yarını beklemek… Dönmesine dönmüş de kocaman bir yarın var ortada.
“Müjgan Hanım, bu arkadaşın, yarın nişanlın. Olmuşken doğacak çocuklarınızı da ön kayıda alalım da.”
Tavuk boku koklamaktan gözlerim sulanıyor, görenler ağlıyor diyecek. Çocuk çocuktur. Civciv de çocuktur. İnsan civcivlerini eğiteceğimize, tavuk civcivlerini büyütelim ne var? Leylek gibi lak lak geçeceğine günler, tavuk işi gıt gıdak… “Yani?” yanisi, manisi yok. Hala anlamadınız mı? Zaten bozuğum, iyice bozmayın kafamı. Her şey şekil A’da açık. Şu kuş gribi de durup durup tazeliyor, bahar yağmuru gibi… Ya, tavukbank ta iyi iş be. Çifliğin girişinde böyle bir tabela olsa, ben de olurum banka çalışanı! Folluğu vezne ederiz. Banknotları, tüm tavuk, kanat, but, göğüs, sakatat, yumurta diye işleriz. Ozaman burada durur muyum hiç, Ankara şubesine atanmamı isterim...
“Çok çalıştım, çok iyi hazırlandım.”
“Bir de dershaneye gitseydin?”
“E şimdi ne diyeyim sana… Tavuk diyeyim… Ekmek diyeyim… Para diyeyim. Nasıl anlatayım?”
“Sınav sistemi değişmiş!”
“Sen o türküyü bilir misin?”
“Dılo dılo yaylalar/ Dala konmuş kargalar’ı mı?”
“Yok”
“Ya?”
“Devem üskek atamadım urganı/ Üşüdüm ana, üşüdüm bacı,/ Çek başıma yorganı…”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.