- 556 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
12 EYLÜL SONRASINDA CEZAEVİ GÜNLERİ (4)
Adı gündüzden okunanlar, akşam yemeğinden sonra bölükten ayrılmayacaklardı.
Bazı arkadaşlar, yeni görev yerlerini merak ediyorlarsa da bana vız geliyordu.
Hangi görev olursa olsun, bir öncekiyle mukayese edilirse çocuk oyuncağı sayılabilirdi.
Bektaşi babasına 3-4 şişe şarap vermişler, bunları tadar mısın demişler.
Bektaşi şişenin birini açmış, bir fırt çekmiş, diğerlerini için demiş.
Sonucu bekleyenler; ama baba erenler; ötekileri tatmadın bile, nasıl olur da bunları önerirsin deyince Bektaşi lafı yapıştırmış:
Benim tattığım şişedeki şarap o kadar kötü ki, imkanı yok diğerleri bunun kadar kötü olamaz...
20-25 gün müddetle cezaevinde yaptığım görev o denli zorluydu ki, o’nun yanında bir başka görevin zor geleceğine ihtimal veremiyordum.
Gazinoda çayımızı içerken laflıyorduk.
Nöbetçi Onbaşı, elindeki listeyi okumadan önce, ’’adı okunanlar dışarı çıkacaklar’’ dedi.
Adım okunmasaydı çok şaşardım.
Adım okundu, tüfeğimi aldım, bölük binasının önüne çıktım.
Akşam karanlığı çökmüştü, kuru bir soğuk çıkmıştı.
Yeniden mermi dağıtıldı.
’’Ben almıyorum’’ deme lüksüm olmadığından, kütüklük ve parkamın cepleri mermi dolu olduğu halde, dağıtılan mermilerden 3 bağ aldım, birini tüfeğe bastım, ikisini parkamın iç cebine koydum.
Kapının önüne gelen üstü tenteli kamyona bindik, nizamiyeden çıktık.
İstikametimiz Merzifon’du.
Merzifon’a vardığımızda sağa döndük, karayolundan ayrıldık, şehre yöneldik.
Merzifon şehir garajının tam karşısında, yolun sağındaki iki katlı ahşap bina İnzibat merkezi’ydi.
Merkez Komutanlığı’nın önüne geldik, araç durdu, başımızdaki Astsubay sağ ön kapıdan çıktı, siz bekleyin diye emretti.
Siz bekleyin...
Yeni görevimizin ilk emrini almıştık, bekleyecektik, bekledik.
Belki bir saat, belki de 2 saat aracın içinde bekledik.
Beklerken, soğuktan ayaklarımız uyuşmuştu.
Araçtan aşağı inip, nöbet tutuyormuş gibi yapsaydık, yürürken ısınabilir, en azından fazla üşümezdik ama, araçta durduğumuz yerde beklerken üşüyorduk.
Nihayet, Komutan Merkezden çıktı, araca bindik, hareket ettik.
Merzifon Şehir stadının önüne geldik, bir daha beklemeye başladık.
Sonradan öğreneceğimiz üzere, Merzifon şehir stadının önü bizim görev bölgemizdi.
2 Saat kadar burada duruyor, hareket ediyor, yarım saat kadar şehir içinde turluyor, tekrar aynı yere geliyorduk.
Bu işin en cazip tarafı, aracın ön ve arka tarafında iki askerin nöbet tutmasıydı.
Soğukta araç içinde beklemektense, ben nöbete razıydım.
Hiç değilse, nöbet esnasında sağa- sola, öne-arkaya 10-15 metre yürüyebiliyordum.
Dışarıda bulunmanın bir cazip tarafı daha vardı ki o’nu da hiç yabana atmıyordum.
Merzifon bölgesi 12 Eylül öncesinde çok yoğun mezhep çatışmalarının yaşandığı bir bölgeydi.
Buradan, sağcı ve solcu olmak üzere pek çok kişi gözaltına alınmıştı ve büyük bir bölümünün bizim üsse götürüldüğü de biliniyordu.
Gözaltına alınanların yakınları ya da bizim yakaladığımız örgütçülerin henüz yakalanamamış unsurları bizden intikam almak isteseler, işleri çok kolay olurdu.
Karanlıklar içinden otomatik silahlarla açılacak bir ateş, araç içinde bekleyenlere büyük zayiat verdirebilirdi.
Ben, biraz da bu düşünceyle gönüllü nöbetçi olmaya razıydım.
Galiba o noktada 3. gecemizdi.
Vakit bir hayli ilerlemişti.
Ben yine nöbetteydim.
Birden elektrikler kesildi, bulunduğumuz mıntıka karanlıklar içinde kaldı.
Benim aklıma gelen ilk ihtimal, bize salkdırı yapılacağı olmuştu, bu nedenle ben en yakındaki beton bir direğin arkasına yatmış, mevzi almıştım.
Korkudan! Mevzi aldığımı gören arkadaşlr, akılları sıra benimle kafa buldular, yuuuuuuh,
Bursalı korktu; falan dediler ama, alaylı gülüşler benim hiç umurumda olmadı.
12 Eylül öncesinde bir sabah işe giderken çok sağlam kurşunlanmıştım, kurşunun acısını, yakıcılığını ve ölümcüllüğünü çok iyi biliyordum.
O yüzden bir daha vurulmamak için her türlü tedbiri alacaktım.
Kim isterse gülebilirdi.
Ne demişler?
Yolu gidene, derdi çekene, kurşunu yiyene sormalı...
Her ne kadar ben aşırı temkinli de olsam, şehirdeki nöbetimiz (üşümemizi saymazsak) rahat geçiyordu.
24.00 dan sonra sokağa çıkma yasağı başlayınca, karanlık sokaklar bize emanetti.
Tarihi Merzifon kenti, gecelerini 12 Eylül sayesinde huzur ve sükun içinde geçiriyordu.
Merzifon huzurluydu, biz huzurluyduk, görevini en iyi yapan insanların gönül rahatlığını yaşıyorduk.
Tek sıkıntımız, saat 18.00 gibi yediğimiz akşa yemeğinin haricinde yanımıza erzak veyak umanya verilmemesiydi.
Gece karnımız acıkıyordu, cebimizde para olsa bile, Merzifon uykuda olduğundan, yiyecek satın alma imkanından mağrumduk.
Bu sıkıntıyı da bir arkadaşımızın tesadüfen akıl ettiği bir yöntemle çözdük: stadın tam karşısında bir ekmek fırını vardı.
Bizim arkadaşlardan biri bir sabah fırına gitti, ekmek almak istedi.
Henüz ekmek pişmedi, beklemeniz lazım demişler.
Bizim arkadaş da, ince falan olsa da pişiremez misiniz? demiş.
Fırıncılar ilk ateşte pişecek lavaş türü ekmek üretmişlerdi, yapıp bize sattıklarında dünyalar bizim olmuştu.
Ertesi akşam göreve giderken aramızda para topladık, kantinden bir paket margarin satın aldık.
Margarini de sıcak lavaşın üzerine sürdük, tuz serptik, afiyetle yedik.
Fırıncı da kendilerine demlediği çaydan birer bardak ikram edince, kendimizi evimizde gibi hissettik.
Gün ışırken üsse geri dönüyorduk, sabah yemeğimizi yer yemez yataklarımıza uzanıyor, öğle yemeğine gitmek istemezsek, akşama kadar uyuyorduk.
Cezaevinde nöbet tutanlarla mukayese edilirsek, kırallar gibiydik...
Rahatımız devam edecek gibi görünüyordu; yanılmışız...
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.