Barones'in Kızı
YAZAN: Feyza Altay
Ünlü aktris Audrey Hepburn’ün hayatını konu alan "Barones’in Kızı" adlı romanımın ilk bölümü hakkındaki düşüncelerinizi belirtirseniz sevinirim. Teşekkürler..
1. BÖLÜM
BARONES’İN AŞKI
1919 yılının sıcak bir yaz günü, Hollanda Kraliyet Deniz Yolları’na ait bir buharlı yolcu gemisi, Atlantik Okyanusunun serin sularında ilerliyordu. O gün havada tek bir bulut yoktu, okyanusun mavi suları ise güneşin altın ışınlarıyla parıldıyordu. Ella güvertenin korkuluklarına yaslanmış, boş gözlerle önünde uzanan koskoca okyanusa bakarken, onu bekleyen geleceği düşünüyordu. Birkaç ay içinde sevmediği bir erkekle evlenecek ve hem ailesinden hem de vatanı Hollanda’dan ayrılarak, müstakbel kocasının subay olarak görevde bulunduğu Java Adası’na gidecekti. Oysa Ella evlenmek istemiyordu. Henüz çok gençti, evlenmeden önce görecek güzel günleri olmalıydı. Her partide boy göstermeli, her erkeğin kalbini çalıp hiçbirine yüz vermemeli ve sonunda illa ki evlenmesi gerekiyorsa, bir ömür boyu aynı yastığa baş koyacağı erkeği kendisi seçmeliydi.
Ama ne yazık ki Ella’ya hayattan beklentilerini kimse sormamış, kararlarını onun yerine her zaman ailesi ve toplumun değer yargıları almıştı. Şimdi de ondan beklenen ailesine yakışacak soylu bir erkekle evlenmesi ve bir düzine çocuk doğurmasıydı. Bu mühim meselede de ailesi kızlarının fikrini almaya bile gerek duymadan damat adayını seçmiş ve tüm diretmelerine ve onca gözyaşına rağmen onu Gravenhage’deki yazlık evden komşuları Baron ve Barones Quarles van Ufford’ların oğulları Hendrik ile nişanlamışlardı. Aynı zamanda Ella’nın en yakın arkadaşı Henriette’in ağabeyi olan Hendrik, yirmi dört yaşında, esmer, uzun boylu, yakışıklı sayılabilecek, hatta Gravenhage’deki bazı kızların uğruna deli olduğu bir gençti. Üstelik geleceği parlak bir subaydı ve ihtiyar babasının pek de uzak görünmeyen ölümüyle, ailenin tek erkek evladı olarak baronluk unvanına sahip olacaktı. Tabii Ella da onunla evlenerek müstakbel bir barones olacaktı.
Fakat Ella’nın gelecekte barones olmak gibi bir hayali yoktu. Ne de olsa annesi de bir baronesti ve hiç de ilginç bir hayat sürmüyordu. O her zaman aktris olmak istemişti. Çocukluğundan beri kardeşleri ve arkadaşlarıyla birlikte tiyatro oyunları tertipler, annesinin eski kıyafetlerinden harikalar yaratır, piyes metinlerini bile kendisi yazardı. En büyük hayali de oyunculuk eğitimi almak ve bir gün Alla Nazimova gibi ünlü bir aktris olmaktı. Fakat ne yazık ki bunun tatlı bir hayalden öteye geçmesine imkân yoktu. Babası aktris olmak istediğini duyduğunda ona aynen şöyle demişti:
“Ne yaparsan yap, o pisliklerden uzak dur. Aile şerefimizi beş paralık etme!”
Ella uzaklara dalmış umutsuz bakışlarla bunları düşünürken, biraz ileriden geçen ve suya bir dalıp bir çıkan iki yunus gördü ve gözleri bir anda sevinçle ışıldadı. Küçük bir kızken büyükannesi ona hep yunus görmenin iyi şans getireceğini söyler, yunusları gördüğünde mutlaka bir dilek tutmasını öğütlerdi. Ella, hemen ellerini birleştirip gözlerini sımsıkı yumdu ve içinden, “Umarım bir gün aktris olurum, her zaman şimdiki gibi zayıf kalırım ve yakışıklı bir İngiliz’le evlenip İngiltere’de yaşarım,” dedi.
Yüzünde küçük bir tebessüm, gözlerini bir süre daha kapalı tutarak dileğini garantiye almaya çalışan Ella, “Merhaba,” diyen bir erkek sesiyle daldığı hülyalardan uyandı. Gözlerini açıp başını hemen sesin geldiği yana çevirdiğinde, yanı başında korkuluklara yaslanmış, gülümseyerek ona bakan genç adamı gördü.
Ella da “Merhaba,” diye karşılık verdikten sonra bakışlarını hemen önüne çevirdi. Ama o bir iki saniyede genç adama göz atma fırsatı olmuştu. Uzun boylu, kumral ve son derece şık giyimli bir erkekti. Üstelik çok da yakışıklıydı.
Genç adam, İngiliz aksanıyla konuştuğu Hollandacasıyla, “Ne kadar güzel bir gün, değil mi?” deyince, Ella içinden “Hem de İngiliz,” diye geçirdi ve az önceki dileğini hatırladı. Yoksa dileği şimdiden gerçekleşmeye mi başlamıştı!
Ona İngilizce olarak karşılık verdi. “Evet, harika bir gün!”
“Ah, İngilizce biliyor musunuz? Bu harika, Hollandaca konuşmak zorunda kalmayacağım. Peki, şimdi bana isminizi bağışlar mısınız, küçük hanımefendi?”
“Ella… Ella van Heemstra.”
“Çok memnun oldum, Ella. Ben de ‘Anthony Victor Joseph Hepburn Ruston’ gibi uzun ve sıkıcı bir isme sahibim. Ama sen bana kısaca Joseph diyebilirsin.”
“Memnun oldum, bayım… şey… Joseph.”
“Peki, Ella şimdi bakalım İngilizcen ne kadar iyi. Bana az önce yunusları gördüğünde ne dilek tuttuğunu İngilizce olarak söyleyebilir misin?”
“Üzgünüm, bayım size bunu söyleyemem çünkü bir dilek sadece ve sadece onu tutana özeldir ve kimseye söylenmediği takdirde gerçekleşir. Ama size şu kadarını söyleyebilirim ki, bir yunus gördüğünüzde bir dilek tutarsanız dileğiniz gerçekten gerçekleşir derler. Bu yüzden bence yunuslar uzaklaşmadan siz de bir dilek tutmalısınız.”
“Hey, İngilizcen gerçekten çok iyiymiş ama lütfen bana bayım demeyi bırak. Benim adım Joseph ve bana bu şekilde hitap edilmesinden hoşlanırım. Anlaştık mı?”
Joseph bunu söylerken insanın içine işleyen o derin bakışlarıyla Ella’yı süzüyordu. Ella, genç adamın bu dikkatli bakışlarından utanarak yüzünü yine hemen okyanusa çevirdi ve “Anlaştık Joseph,” dedi.
“Güzel. Şimdi söyle bakalım Guyana’ya niçin gidiyorsun?”
“Babamı ziyarete gidiyorum.” Ella bir an durakladıktan sonra “Ablam ve eniştemle birlikte…” diye ekledi.
“Demek baban orada yaşıyor. Peki, orada ne yapıyor?”
“Görev icabı.”
Ella bu sorunun cevabını kısaca kestirip atacaktı ama Joseph biraz fazlaca meraklı çıkmıştı.
“Demek görev icabı. Hmm, eminim üst rütbeli bir subaydır.”
“Hayır, subay değil.”
“Altın madeni mi var?”
Ella kıkırdayarak “Hayır, altın madeni de yok,” dedi.
“Hollandalı bir beyefendinin Guyana’da başka nasıl bir görevi olabilir ki?” Joseph bakışlarını yine okyanusa çevirip, güneşin sulardan yansıyan altın ışıklarına karşı gözlerini kısarak bir süre düşündü. Ella da bu sırada yandan bir bakışla onun düzgün profilini inceliyordu.
Sonra Joseph bir anda parmağını şıklatarak “Buldum!” dedi heyecanla. Aniden kafasını çevirince Ella’yla burun buruna gelmişlerdi.
“Soyadım ne demiştin?”
“Van Heemstra.”
“Sen valinin kızısın. Baron van Heemstra’nın.”
“Siz… babamı nereden tanıyorsunuz?”
“Herhalde şu gemide kime sorsanız, Paramaribo Valisi meşhur Baron van Heemstra’yı tanır, küçük hanım. Aslında şu hanım hanımcık konuşmalarınıza ve üzerinizdeki pahalı kıyafetlere bakıyorum da, ben bunu soyadınızı ilk duyduğumda nasıl anlamadım acaba?”
Ella şaşkın şaşkın Josph’e bakınca, Joseph bir elini göğsüne koydu ve küçük bir reverans yaparak “Lütfen beni bağışlayın, Bayan van Heemstra,” dedi.
Ella ise kızarmaya başlayan yüzünü Joseph’in görmesinden korkarak telaşla yine okyanusa çevirdi ve hasır şapkasından sarkan kurdeleleri huzursuzca çekiştirerek “Benim adım Ella ve bana bu şekilde hitap edilmesinden hoşlanırım,” diye cıvıldadı.
“Yoo, siz bir asilzadesiniz. Sizin gibi birine kimse ilk adıyla hitap etmemeli.”
Joseph’in bu konuşmaları, küçüklüğünden beri diğer insanlardan farklı olduğu yüzüne vurulan ve bunun sonucunda son derece alçakgönüllü biri haline dönüşen Ella’yı utandırmaya başlamıştı. Bu yüzden konuyu değiştirmek için Joseph’e aklına ilk gelen soruyu sordu.
“Peki, siz Guyana’na niçin gidiyorsunuz?”
Bu sefer bakışlarını okyanusa kaçırma sırası Joseph’deydi. “Ah, şey, Amsterdam’da çalıştığım banka Paramaribo’ya yeni bir şube açtı da. Hollanda’dan sıkılmıştım, değişiklik olsun diye beni oraya göndermelerini istedim.”
“Ama siz İngiliz’siniz, değil mi?”
“Aslında İrlandalıyım ama…”
O sırada yanlarına Ella’nın ablası Mies ile eniştesi Otto geldiler.
(Henüz yirmi ikisinde olan Mies’in maşayla kıvrılmış bukle bukle kızıl saçları, elmacık kemikleri çıkık kalp şeklinde bir yüzü ve meraklı kadınlarınki gibi fıldır fıldır dönen buz mavisi gözleri vardı. İnce yapılı ve uzun boyluydu. Otto ise ondan bir baş daha uzun boylu, iri yapılı, gözlüklü ve yüzünde her daim inci gibi bembeyaz dişlerini meydana çıkaran bir gülümse yapışık olan, sevimli bir gençti.)
Mies, kız kardeşine gözlerinden kıvılcımlar çıkaran bir bakış attıktan sonra abartılı bir ses tonuyla, “Ella, burada mıydın? Biz de seni arıyorduk,” diye haykırdı. Sonra Joseph’i yeni fark etmiş gibi ona döndü. “Ah, merhaba Bay…”
“Joseph Hepburn.”
Mies, Joseph’i tepeden tırnağa süzerek “Memnun oldum, Bay Hepburn,” dedi. Sonra her zamanki kendini beğenmiş tavrıyla tanışma merasimine devam etti. “Ben Kontes van Limburg-Stirum, Ella’nın ablasıyım. Bu da eşim Kont van Limburg-Stirum.”
Otto ile Joseph el sıkışırlarken Mies konuşmaya devam ediyordu. “Küçük kız kardeşimle birlikte Guyana’ya babamızı ziyarete gidiyoruz da. Kendisi Paramaribo Valisi’dir. Baron…”
“Van Heemstra,” diye tamamladı Joseph.
“Ah, demek onu tanıyorsunuz. Elbette bir yere seyahat ederken ilk önce valinin adını duyarsınız.”
Joseph, gülümseyerek başını salladıktan sonra tekrar Otto’ya döndü. Onlar ayaküstü bir sohbete dalarlarken, Mies de kız kardeşinin koluna girerek, onu erkeklerin yanından uzaklaştırdı ve ağır adımlarla güvertede yürürlerken, sorguya çekmeye başladı.
“Hey, kim bu adam? Ne konuşuyordunuz öyle fısır fısır?”
“Hiç… Orada durmuş denize bakıyordum, yanıma gelip merhaba dedi, hepsi bu.”
Mies, kardeşine bir dirsek atarak “Sen de hayat hikâyeni mi anlatmaya başladın?” diye sordu.
“Bunu da nereden çıkarıyorsun?” diye haykırdı Ella.
“Birkaç dakikadır sizi izliyoruz, konuşmanızın bitmeyeceğini görünce yanınıza gelmek zorunda kaldık.”
Ella bir yandan ablasının meraklı sorularını yanıtlamaya çalışırken, aklı hâlâ az önce tanıştığı genç adamdaydı.
“Ne kadar yakışıklı, değil mi?” diye birden ağzından kaçırıverdi.
“Ella!” diye haykırdı, ablası. “Bir nişanlın olduğunu unutuyorsun galiba.”
“Unutmak mı? Hıh! O ahmağı unutmaya imkân mı var.”
“Hendrik hakkında böyle konuşmamalısın. O çok düzgün bir genç. Hem yakışıklı, kibar, soylu… Üstelik çok parlak bir geleceği var. Bu zamanda ondan iyisini mi bulacaksın?”
Ella bir an içinden Bu da kendini yine annem sanmaya başladı, diye geçirdikten sonra yine her zamanki isyanına başladı. “Ama ben onu sevmiyorum. Düşünsene, o Henriette’in ağabeyi. Çocukluğumuz birlikte geçti. Küçükken ne kadar aptal olduğunu hatırlasana! Hep burnunu karıştırırdı. Şimdi beni onunla evlenmeye nasıl zorlarlar. Bir kızın evleneceği erkeği kendisinin seçmesi gerekmez mi?”
“Otto Enişteni de ben seçmedim ama bak şimdi ne kadar mutluyuz. Bence Hendrik’e bir şans tanımalısın, Ella. Hem öyle ya da böyle, onunla evlenmek zorundasın. Maalesef başka seçeneğin yok, kardeşim.”
Ella yandan bir bakış attığı ablasının yüzünde, bu sefer anlayışlı bir ifade buldu ama sonuçta onun da elinden bir şey gelmeyeceğini bildiği için, üzgün ve düşünceli bakışlarla önüne bakmaya başladı. Ablası ise, “Hem zaten nişanlı olmasaydın bile, babam bir İrlandalıyla evlenmene hayatta izin vermezdi,” dedi gülerek.
Ella, “Onunla evlenmek istediğimi de nereden çıkarıyorsun? Daha demin tanıştık,” diyerek, ablasının koluna bir çimdik attı. Sonra iki kız kardeş, beraberce gülüşmeye başladılar ve Joseph’le konuşmayı bitirip, yanlarına gelmekte olan Kont’la beraber kamaralarına döndüler.
♠ ♣ ♥ ♦
♠ ♣ ♥ ♦
O akşam geminin yemek salonunda Joseph’le tekrar karşılaştılar. Kont onu masalarına davet etti, Joseph de memnuniyetle kabul etti. Tek başına seyahat ediyordu ve onların yakınlıklarından duyduğu memnuniyeti açıkça belirtmişti. Ondan sonraki günlerde de, Ella ve Joseph geminin güvertesinde ve yemek salonunda sık sık karşılaştılar. Güvertede beraberce uçsuz bucaksız okyanusa karşı oturup saatlerce sohbet ederler; birlikte sanattan, ekonomiden, politikadan, savaştan ve aşktan söz ederlerdi.
Ella bu sohbetlerinde Joseph’in hayatıyla ilgili pek çok şey öğrenmişti. Otuz yaşındaydı, İrlandalı bir ailenin tek çocuğuydu ve Dublin’de doğmuştu. Babasının bir şeker fabrikası vardı, bu yüzden oldukça rahat bir çocukluk geçirmişti. Ama babası erken yaşta kalp krizinden hayatını kaybetmiş ve annesi başka bir adamla evlenmişti. Hikâyenin bundan sonraki kısmı, tıpkı Dickens’ın karakteri David Copperfield’ın hayatını andırıyordu. Üvey babası, annesine kötü davranır, Joseph’i her fırsatta döver, babasından kalan serveti de har vurup harman savururdu. Joseph’i on üç yaşındayken Londra’da bir yatılı okula göndermişlerdi, burayı bitirince ise Cambridge Üniversitesi’nde ekonomi eğitimine başlamıştı. Ama babasından kalan tüm servetin tükenmesi ve öğrenimine devam edebilecek paralarının kalmamasıyla, Joseph, üniversiteyi bırakarak hayata atılmak zorunda kalmıştı. Birkaç yıl Londra’da bir bankada çalışmış, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle askere yazılmış ve orduda planör pilotu olarak görev yapmıştı. Savaştan sonra ise Birinci Dünya Savaşı’na katılmayan tek Avrupa ülkesi olan, dolayısıyla ekonomisi en az zarar gören Hollanda’ya gelerek Amsterdam’da bir bankada çalışmaya başlamıştı. İşte şimdi de o bankanın Paramaribo’da yeni açılan şubesinde çalışmak üzere Surinam’a gidiyordu.
Ella ise onun sorularına kaçamak cevaplar veriyordu. Hayatı hakkında konuşmayı pek sevmezdi. Çünkü anlatmaya kalksa, hep abartılı şeyler anlatmak zorunda kalacaktı ve hem alçakgönüllü kişiliği hem de aldığı sıkı terbiye buna mani oluyordu.
Ella 1900 yılında, Hollanda’nın Utrecht şehrine bağlı Doorn kasabasındaki Huis Doorn Şatosu’nda dünyaya gelmişti. Baron ve Barones van Heemstralar’ın beş kız ve bir erkekten oluşan altı evlatlarından üçüncüsüydü. Ella, etrafındaki su dolu hendeklerde kuğular yüzen, dönümlerce yeşil arazisi ve çevresinde geniş bir korusu olan, elli yatak odalı bu şatoda büyümüştü. Burada aileye bir düzine hizmetli eşlik ederdi. Ayrıca Ella ve kardeşlerinin dadıları ve özel öğretmenleri de şato sakinlerinden sayılırdı.
Baron van Heemstra’nın soyu on altıncı yüzyıla kadar uzanıyordu. Büyük büyük büyükbabaları, servetlerini koloni ticaretinden kazanmışlardı. Ama Baron, hukuk okumuştu. Avukatlık, hâkimlik ve Arnhem’in Belediye Başkanlığını yapmıştı. Daha sonra ise Surinam valiliği görevine atanmıştı.
Baron bu göreve atanmadan önce, iki büyük kızını birer kont ve baronla evlendirmiş, Ella’yı da Hendrik’le nişanlamıştı. Surinam valiliğine atanmasıyla ise Ella’nın düğününü bekleyemeden Surinam’a gitmek durumunda kalmıştı. Zira bu görev çok ani olmuştu ve düğün tarihi öne alınsa bile, Hendrik’in Endonezya’dan dönmesi uzunca bir vakit alırdı. Böylece Baron, ailesini Hollanda’da bırakarak Surinam’a gitmişti.
Ella çaresizce kaderine boyun eğmiş, düğün hazırlıklarına devam ederken bir gün ablası Mies ile bir sene önce evlendiği kocası Otto çıkagelmişler ve Surinam’a Baron’u ziyarete gideceklerini, isterse Ella’nın da onlarla birlikte gelebileceğini söylemişlerdi. “Hem evlenmeden önce senin için güzel bir değişiklik olur” demişti Mies. Ella, annesinin onayını aldıktan sonra bu teklifi mutluluktan havalara uçarak kabul etmişti. İşte böylece kader, ablası ve eniştesiyle birlikte çıktığı bu yolculukta, onu Hendrik’i sevmesini ebediyen engelleyecek erkek olan Joseph’le karşılaştıracaktı.
Ella, Joseph’ten her geçen gün daha fazla hoşlanmaya, hatta ona âşık olmaya başlamıştı. Joseph yakışıklıydı, kibardı ve kadınların kalbine nasıl girileceğini çok iyi biliyordu. Daha önce hiçbir erkekle yakınlaşmamış olan Ella, kendini kolayca onun büyüsüne kaptırmıştı.
Görüşmeleri Paramaribo’da da devam etti. Ella, vali konağından her akşamüzeri, Joseph’in bankadan çıkış saati olan beşte çıkar ve Joseph’le Surinam nehri kenarındaki küçük kafelerden birinde buluşurlar, bazen de nehir kenarında uzun yürüyüşler yaparlardı. Ella ona nişanlı olduğundan hiç bahsetmedi. Zaten kendi bile hâlâ kabullenmek istemiyordu nişanlı olduğunu.
Ablası Mies, Joseph’le görüştüklerinin farkındaydı ve onu sürekli hareketlerine dikkat etmesi için uyarıyordu ama Ella yeni kavuştuğu özgürlüğünün tadını çıkarmaya bakıyor, ne kendinden yalnızca üç yaş büyük olan ablasına, ne işlerinden başını kaldıramayan babasına, ne de her zaman neşeli ve hoşgörülü bir adam olan ve kimseye karışmayan eniştesine aldırmıyordu. Üstelik onu burada Doorn kasabasındaki gibi herkes tanımıyor, sokağa çıktığında özgürce gezebiliyordu.
Ella, gemide ilk karşılaştıkları günden beri bütün düşüncelerini, hayallerini ve rüyalarını esir alan Joseph’e artık çılgıncasına âşıktı. Ondan önce hiç yaşamamış gibiydi. Bundan sonra da onsuz bir hayat düşleyemiyordu. Yakında tekrar Hollanda’ya dönmek zorunda olduğunu aklına bile getirmek istemiyordu. Hele evleneceği düşüncesi içini kemiren bir kurt gibiydi. Her gece yatağında çaresizce ağlarken, bir yandan da bir çıkar yol düşünmeye çalışıyordu. “Bir yolu olmalı,” diyordu. “Beni sevmediğim bir erkekle evlenmeye zorlayamazlar. Bir şeyler yapmalıyım. Belki de… belki de ona her şeyi anlatmalıyım. Belki o bir çare bulur.”
Evet, Joseph’e anlatsaydı, o mutlaka bir çaresini bulurdu. O çok zekiydi, hatta ilah gibiydi Ella’nın gözünde. Ancak sorun şu ki Joseph ondan çok hoşlanıyor gibi görünmesine rağmen, o zamana kadar ne onu sevdiğini söylemiş ne de evlilikten bahsetmişti.
“Belki de,” diye düşündü Ella, “ben bir Baron’un kızı olduğum için onu geri çevireceğimi düşünüyordur.” Evet, böyle konuları kızların açmasının yakışık almayacağını biliyordu ama bir gün konuyu evliliğe getirmek için konuşma arasında şöyle bir laf etti:
“Eğer bir gün evlenirsem, bu yalnızca sevdiğim için olacak. Yalnızca sevdiğim bir erkek olursa evlenirim.”
Joseph, “Yoksa şu an sevdiğin biri yok mu?” dedi.
Ella kızararak başını önüne eğdi.
Joseph’se parmaklarıyla Ella’nın çenesini hafifçe yukarı kaldırdı ve heyecandan titreyen dudaklarına küçük bir buse kondurdu. Bu onun ilk öpücüğüydü.
O gece içinde pır pır eden yeni heyecan, Ella’yı hiç uyutmadı. Sabaha kadar yatağında bir o yana bir bu yana dönerek, ertesi güne dair planlar yaptı durdu. Artık Joseph’e her şeyi anlatma vakti gelmişti. Evet, Joseph onu anlayacaktı. O zeki, anlayışlı, hoşgörülü ve aydın bir insandı. O ailesi gibi değildi. O dünya görüşü olan bambaşka bir insandı. Şimdiye kadar tanıdığı kimseye benzemiyordu. Üstelik Ella ona bir asilzade olmamasının kendisi için hiç önemli olmadığını da ima edecekti. Yirminci yüzyılda yaşıyorlardı, değil mi? Soyluların diğer insanlardan tek farkı, yalnızca her hareketlerini kısıtlayan aptalca bir unvana sahip olmalarıydı. Üstelik ailesi artık eskisi kadar zengin de değildi. Evet, Joseph onu çok iyi anlayacak, ona hak verecekti. İçinde olduğu çıkmazı görecek, ona yardım edecekti. Birlikte kaçıp evleneceklerdi. Sonra belki Amsterdam’a ya da İngiltere’ye giderlerdi. Kim bilir, belki de Amerika’ya giderlerdi. Joseph yanında olduktan sonra nereye olsa giderdi. Birkaç sene sonra kucağında çocuğuyla ailesini ziyarete gider, onlar da kendisini affederlerdi. Böylece her şey tatlıya bağlanırdı. Ella, yatağında son dönüşünü yapıp son kararını verdikten sonra, yüzünde bir gülümsemeyle derin bir nefes aldı ve sabaha karşı derin bir uykuya daldı. Ertesi gün ona her şeyi anlatacaktı.
Fakat o gün yine nehir kenarındaki aynı kafeye gittiğinde Joseph orada değildi. Orada yarım saat kadar oturdu, birkaç kez yanına uğrayan garsona bir arkadaşını beklediğini söyledi, ama Joseph gelmedi. Ella o gün yüzünde üzgün bir ifadeyle vali konağına döndü. Sonraki gün yine oraya gitti, ama Joseph yine yoktu. Bu sefer eve dönerken, “Belki hastadır,” diye düşündü. “Tabii ya, belki hasta ve eğer öyleyse bunu mutlaka öğrenmeliyim.” Böylece, bir sonraki gün Joseph’in çalıştığı bankaya giderek neler olduğunu öğrenmeye karar verdi.
♠ ♣ ♥ ♦
Banka, iki katlı bir binanın alt katındaki küçük ve karanlık bir yerdi. Yalnızca iki çalışan vardı, biri gişede biri de veznede duruyordu. İki memurdan başka bir de diğerlerinden bir paravanla ayrılmış ve üzerinde ‘müdür’ yazan özel bir bölmede oturan bir adam vardı. Adam durmadan puro içtiği için dumanlardan yüzü dahi görünmüyordu.
Ella gişedeki memura yaklaştı ve incecik sesini iyice alçaltarak, “Merhaba, Joseph Hepburn bugün işe gelmedi mi acaba?” diye sordu.
“Hepburn mü dediniz, bayan?”
“Evet.”
“Öyle birini tanımıyorum.”
“Nasıl olur, kendisi burada çalışıyor.”
“Hayır, burada o isimde biri çalışmıyor.”
Ella, şaşkın gözlerle memurun yüzüne bakıp ne diyeceğini bilemezken, adam “İsterseniz bir de müdürle görüşün, hanımefendi,” dedi.
Ella da çekine çekine puro içen adamın bölmesine gitti ve ondan Joseph Hepburn diye birinin bankalarında hiç çalışmadığını ve Hollanda’dan yeni gelecek bir memur beklemediklerini öğrendi.
Bankadan üzgün bir şekilde çıktı ve vali konağına döndü. Kendini yatağına atıp ağlamaya başladı. Joseph ona en başından beri yalan söylemişti, üstelik artık ortalarda görünmediğine göre çekip gitmişti. Akşama kadar hiç durmadan ağladı ve odasından hiç çıkmadı.
O akşam vali konağında bir yemek daveti vardı ama Ella bunu düşünecek halde değildi. Mies odasına gelip kapıyı çaldı, ses alamayınca da kapıyı açıp içeri girdi.
“Ella! Daha giyinmemişsin bile. Ella… Sen… Sen ağlıyor musun?”
Mies yatağın kenarına oturup kız kardeşinin başını okşamaya başladı. Ella ise gözlerini sımsıkı yummuş, sessizce hıçkırıyordu.
“Ella, ne oldu sana güzel kardeşim? Kim üzdü seni, haydi söyle.”
Ella cevap vermiyordu.
“Gemideki şu adam değil mi? Neydi adı… Joseph. Her akşamüstü onunla görüşmeye gittiğini anlamıyorum sanma. Ne yaptı sana, haydi söyle.”
Ella birden yatakta doğrulup ablasının boynuna atıldı ve yüksek sesle hıçkırmaya başladı. Hıçkırıklarının arasında durmadan “O gitti!” diyordu. “Gitti! Gitti!”
“Kim gitti, Ella? Lütfen anlat bana.”
Ella biraz sonra gözyaşlarını kuruladı ve ablasına her şeyi bir bir anlattı. Mies sessizce sonuna kadar dinledi. Sonunda Ella konuşmasını bitirdiğinde, “Ben sana söylemiştim, sen nişanlısın, başka bir erkekle görüşmemeliydin,” dedi.
Ella, “Anlamıyor musun, Hendrik’i sevmiyorum, istemiyorum,” diye tekrar hıçkırmaya başladı.
“Nişanlı olmasaydın bile Joseph’le aranda bir şey olamazdı ki. Görüyorsun işte yalancının teki. Üstelik haber bile vermeden çekip gitmiş.”
“Belki mantıklı bir açıklaması vardır,” dedi Ella.
“Bence bunun tek mantıklı açıklaması, onun beş parasız ve maceraperest bir İrlandalı olduğu. Bir yerlerde onu bekleyen bir karısı ve küçük çocukları olduğuna da adım gibi eminim.”
Mies’in bu son söyledikleri, Ella’nın kalbine bir anda bıçak gibi saplandı. Böyle bir ihtimali daha önce hiç düşünmemişti ama evli erkekler tarafından kandırılan genç kızların başlarına neler geldiğini daha önce defalarca duymuş, romanlarda bile okumuştu. O henüz çok genç ve tecrübesizdi ama Joseph otuz yaşında yetişkin bir erkekti. Evli olmasa bile kim bilir başından kaç macera geçmiştir, diye düşündü. Ben onun için yalnızca basit bir eğlenceden ibarettim. Birkaç gün benimle gönül eğlendirdi, sonra da haber vermeye bile gerek duymadan çekip gitti.
♠ ♣ ♥ ♦
Bir süre sonra Ella, ablası ve eniştesiyle birlikte babasına veda ederek yine uzun bir gemi yolculuğuyla Hollanda’ya döndü. Bu seferki yolculuk ona çok yorucu, sıkıcı ve uzun gelmişti. Her gün korkuluklara dayanıp okyanusu seyrederken, Joseph’le ilk karşılaştıkları günü ve diğer anıları düşünüyordu.
Belki o da Hollanda’ya dönmüştür, Amsterdam’a, diyordu kendi kendine. Ama hayır, hayır, belki de dönmemişti. Surinam’daki bankada hiç çalışmadığına göre, Amsterdam’daki bankada da çalışıyor olamazdı. Belki Mies’in dediği doğruydu, bir karısı ve küçük çocukları vardı. O da ailesinin, karısının ve çocuklarının yanına dönmüştü.
Ella içini yiyip bitiren bu düşüncelerle, üç haftalık bir yolculuktan sonra nihayet evine döndüğünde tam derin bir oh çekecekti ki, maalesef bu mümkün olmadı. Çünkü oraya döndüğünde onu kötü bir sürpriz bekliyordu. Hendrik, Endonezya’dan izne gelmiş ve düğün o arada çıksın diye düğün tarihi erkene alınmıştı. İki hafta içerisinde Hendrik’le evlenmesi gerekiyordu. Oysa o, Hendrik’le evlenmek istemediği konusunda annesine açılmayı düşünüyordu.
“Evlenmeyip de ne yapacaksın,” dedi Barones Elbrig, Ella tüm cesaretini toplayıp konuyu annesine açtığında. “Hendrik’ten iyisini bulacağını mı zannediyorsun? Hele şu durumumuzda!”
“Ne varmış durumumuzda, anne?” diye sordu, Ella.
“Ah, tabii senin haberin yok. Burası artık bizim değil. Baban Surinam’a gitmeden önce burayı Alman Kayzeri’ne sattı. Kayzer, şatoyu bir an önce boşaltmamızı istiyor. Senin düğününden sonra biz de hemen Surinam’a gideceğiz.”
Ella doğup büyüdüğü yerin satıldığını ve artık orada yaşayamayacak, hatta belki orayı bir daha ziyarete bile gelemeyecek olduğunu işte bu şekilde öğrendi. Ve ıstırabı ikiye katlandı. İki hafta içinde sevmediği bir erkekle evlenecek, hiç bilmediği bir ülkeye gidecek ve doğup büyüdüğü eve bir daha hiç dönemeyecekti. Üstelik Joseph’i de bir daha hiç göremeyecekti. Bütün bunlar onun için çok fazlaydı. Ama annesinin de dediği gibi yapılacak başka bir şey yoktu.
Böylece iki hafta sonra Hendrik’le evlendi ve düğünden birkaç gün sonra da, onu tıpkı bir bavul gibi yanına alan kocasıyla birlikte, yine upuzun ve sıkıcı bir gemi yolculuğuyla, Endonezya’nın Java Adası’ndaki başkenti Batavia’ya gitti. (Doğu Hint Adaları) (11 Mart 1920)
Uçsuz bucaksız kumsalları ve yemyeşil bitki örtüsüyle cennetten bir köşe olan Java Adası, o sıralarda tam üç asırdır Hollanda egemenliği altındaydı.
Hollandalılar Jayakarta şehrine ilk geldiklerinde, kent merkezine son derece güzel ve planlı bir yerleşim kurmuş, etrafını ise surlar ve derin kanallarla çevreleyerek yoksul Jayakarta halkını bu surların dışına sürmüşlerdi. Fakat Batavia adını verdikleri kentin, hızlı gelişmeye paralel olarak süratle artmakta olan nüfusu, zamanla bu surların aşılması ihtiyacını doğurmuş, böylece varoşlarla iç içe geçmiş çarpık bir kentleşme ortaya çıkmıştı.
Ella Batavia’ya ayak bastığında, şehir merkezinde bu çarpık kentleşmenin ürünü olan son derece garip, bir o kadar da renkli bir görüntü hâkimdi. Caddelerde otomobillerle at ve kağnı arabaları yan yana ilerliyor, melon şapkalı beyefendiler, mallarını bir değnekle omuzlarında taşıyan yalınayak seyyar satıcılardan alışveriş ediyorlardı. Hollandalı hanımlar çocuklarını okuldan almak veya kocalarıyla lüks bir lokantada öğle yemeğinde buluşmak üzere bir kaldırımdan telaşlı telaşlı yürürlerken, kaldırımın hemen yanından geçen kanalda yerli kadınlar çoluk çocuk çamaşır çitiliyor, daha sonra aynı suda çocuklarını yıkıyor, hatta kendileri yıkanıyorlardı.
Caddelerde yürüyenlerin sırtlarındaki çeşit çeşit kıyafetler, bir festival dolayısıyla bir araya gelmiş dünya milletlerinin geçit törenini andırıyordu. Bir yanda düşük belli elbiseleri ve başlarında küçük şapkalarıyla her biri birer moda ikonu gibi görünen Hollandalı kadınlar, diğer yanda rengârenk desenli batik elbiseleriyle yalınayak yürüyen Javalı kadınlar. Bir yanda melon şapkalı Hollandalı beyefendiler ve İngiliz tüccarlar, diğer yanda fesli Javalılar ve koni şapkalı Çinliler.
Ella, başlarda yadsıdığı kocasını ve Batavia’yı sevmek için elinden geleni yaptı. Joseph ablasının dediği gibi büyük ihtimalle evli bir erkekti, hem öyle olmasa bile onu bir daha sonsuza kadar göremeyecekti. Bu yüzden Joseph’i aklından tamamen çıkararak kendisini kocasına adamaya karar verdi. Onunla birlikte davetlere katılıyor, yeni çevreler ediniyor, sürekli bakımlı ve güzel kalmaya, kocasını memnun etmeye çalışıyordu. Evliliklerinin ilk yılında Alexander adını verdikleri bir oğulları oldu. Ella, artık Joseph’i tamamen unutmuş, kendini annelik heyecanına kaptırmıştı. Hendrik’i sevmeden evlendiği ne zaman aklına gelse, “O çocuğumun babası,” diye telkin ediyordu kendine. “Benim de kocam. Onu sevmek zorundayım.” Üstelik ihtiyar Baron’un kısa bir süre önceki ölümüyle, Hendrik artık bir Baron olmuştu. Ella ise bir barones. Gittiği her davette artık kendini barones unvanıyla takdim ediyor ve bundan gerçekten gurur duyuyordu.
Hendrik görünüşte karısından memnun gibiydi. Hiçbir zaman birbirlerine çok yakın olamasalar da, ona hep nazik davranıyor, bir dediğini iki etmiyor, onu sık sık iltifatlara boğuyordu. Ancak Ella’nın ikinci kez hamile kalmasıyla, Hendrik’in ona karşı tavırları değişmeye başladı. Çoğu geceler eve geç geliyor, incir çekirdeğini doldurmaz şeylerden tartışma çıkarıyordu. İkinci oğulları Ian’ın doğumundan sonra da bu tartışmalar şiddetlenerek devam etti. Hendrik başka kadınlarla ilgileniyordu, Ella da bunun farkındaydı.
Bir gün kocasını karşısına alıp “Beni aldatıyor musun?” diye sorduğunda, “Senin gibi soğuk nevaleye hangi erkek katlanır?” cevabını almıştı. Ella o gün tüm uğraşlarının boşa gittiğini, kocasını memnun etmek için yaptığı hiçbir şeyin işe yaramadığını, Hendrik’e sevgisini gösteremediğini, belki onun da kendisini sevmediğini ve tıpkı Ella gibi Hendrik’in de onunla ailesinin zoruyla evlendiğini düşündü. Bundan sonraysa her şey için çok geçti. Beş senelik bir evlilikte kocasına kendini sevdiremediyse, bundan sonra da evliliği için çabalamanın anlamı yoktu. Böylece Ella, Hendrik’e tamamen kayıtsız kalmaya başladı ve kısa sürede aynı evi paylaşan iki yabancı olup çıktılar.
Hendrik, Ella’nın kayıtsızlığıyla artık karısının gözleri önünde bile başka kadınlarla flört eder olmuştu. Çoğu geceler eve bile gelmiyordu. Ella ise gittikçe derinleşen bir mutsuzluğun içine gömülüyor, kendini nasıl çekip çıkaracağını bile bilmiyordu.
O sıralarda bir arkadaşından Hıristiyan Bilim İnancıyla ilgili bazı şeyler öğrenmişti. Bu yeni akım dinin taraftarları tıbba ilaca inanmıyor, tüm hastalıkların yalnızca inanç ve dua yoluyla iyileştirilebileceğini savunuyorlardı. Ayrıca pozitif düşüncenin gücüne inanıyor, her şeye ve herkese iyi yanından bakmanın işleri yoluna koyacağını, insanın asla geriye bakmayarak ve hiçbir şey için pişman olmayarak, yalnızca ve yalnızca inanarak istediği her şeyi başarabileceğini söylüyorlardı. Ella’nın arkadaşı Maaike’nin dediğine göre, Batavia’da bu din akımı hızla yayılıyordu ve küçük bir kiliseleri bile vardı. Ella, Maaike ile birlikte birkaç kez o kiliseye giderek orada yapılan sıra dışı konuşmalar ve mucizevî bir iyileştirme gösterisinden son derece etkilendi ve sonunda bu dinin ateşli bir taraftarı olup çıkıverdi.
Artık o da geriye dönüp bakmayacak, yaşadığı hiçbir şey için pişmanlık duymayacak, yalnızca içinde bulunduğu duruma bakacak ve bir çözüm bulmaya çalışacaktı. O sırada içinde bulunduğu durumsa, Hendrik’le çok ama çok mutsuz olduğuydu ve bu durumdan ancak ondan boşanarak kurtulabilirdi. Ancak o devirde boşanma, hele onun pozisyonundaki bir kadın için toplumda hiç de hoş karşılanacak bir olay değildi. Hem ya ailesi onaylamazsa, onu tekrar yanlarına istemezlerse?
Ella, bir yandan aklında bu düşüncelerle boğuşur bir yandan da düzenli olarak Hıristiyan Bilim Kilisesi’ne giderken, bir gün başına hiç ummadığı, ancak romanlarda veya filmlerde olabileceğini sandığı bir olay geldi.
Bir gün Maaike’ye dertleşmeye gitmiş ve bir iki saat oturmuştu. Oradan ayrılmak üzere Maaike’yle birlikte ön verandaya çıktıklarında ise, bahçe kapısında bir araba durduğunu gördüler. Bu Maaike’nin kocası Peter’in arabasıydı. Ama Peter yalnız değildi. Yanında uzun boylu bir erkek vardı. Peter ve yanındaki adam, bahçe kapısından geçip de taşlık yoldan verandaya doğru gelmeye başladıklarında, Ella’nın kalbi bir an duracak gibi oldu, yüzüyse kâğıt gibi bembeyaz kesildi. Peter’in yanındaki gerçekten seneler önce kaybettiği aşkı Joseph miydi, yoksa hayal mi görüyordu?
“Hayatım, işte sana bahsettiğim dostum Java Joe,” dedi, bir çırpıda verandanın basamaklarını çıkan Peter. “Joe, bu da karım Maaike.”
Maaike “Ah, sizinle tanıştığıma çok sevindim. Hakkınızda o kadar çok şey duydum ki,” dedi.
Joseph ise “O şeref bana ait hanımefendi,” diyerek, aşırı bir incelikle Maaike’nin elini tutup dudaklarına götürdü. Daha sonra ise gözleri Ella’ya takıldı. Önce Ella’nınki kadar belirgin olmayan küçük bir şaşkınlık atlattı, sonra da gözlerinde muzip bir ışıltı belirdi.
Maaike, Ella’yı Barones Quarles van Ufford olarak tanıttıktan ve Joseph Ella’nın titreyen elini aynı şekilde dudaklarına götürdükten sonra, Ella kekeleyerek gitmek için izin istedi. Maaike de onu geçirdikten sonra diğerlerinin yanına döndü.
Ella eve döndüğünde dosdoğru yatak odasına gitti. Hemen üzerini çıkarıp kendini genç kızlığındaki gibi yatağına attı ve o gün akşama kadar Joseph’i düşünerek yastığına sessizce ağladı.
Ertesi gün öğleden sonra çocuklarla meşgul olduğu bir vakit, evin işlerine bakan yerli kadın gelerek, bir beyefendinin onu görmek istediğini söyledi. Ella salona girip de karşısında onu görünce bayılacak gibi oldu. Joseph hemen ayağa kalkarak “Merhaba, Ella,” dedi.
Ella, “Merhaba,” diye kekeledi. Sonra da “Burada yaşadığımı nereden biliyorsun?” diyebildi.
“Adresini Peterler’den aldım.”
Ella birden yutkununca, Joseph, “Merak etme, onlara kocan Hendrik’in çok eski bir arkadaşım olduğunu söyledim,” dedi.
“Buraya neden geldin?”
“Yalnızca seni tekrar gördüğüme ne kadar sevindiğimi söylemek için.”
Ella, Joseph’i seneler sonra gördüğüne için için seviniyor olsa da ona karşı içinde hâlâ büyük bir kırgınlık vardı. “Evet, söyledin. Artık gidebilirsin,” diye bir laf etti; bir an sonra da bunu söylediğine pişman oldu.
“Ella, bana kırgın olduğunu biliyorum ama hiçbir şey sandığın gibi değil, izin ver de sana her şeyi açıklayayım.”
“Artık bunların bir önemi yok,” dedi Ella. “Ben artık evli bir kadınım. Üstelik iki oğlum var. Bana geçmişte yaşanıp bitmiş şeylerin açıklamasını yapmak zorunda değilsiniz.”
“Peki, öyleyse birkaç dakika yalnızca iki eski dost gibi konuşamaz mıyız?”
Ella, kendini toparlayarak buz gibi bir sesle, “Peki, lütfen oturun,” dedi.
“Demek evlendin,” dedi Joseph, oturur oturmaz.
“Evet.”
“Duyduğuma göre eşin bir subay ve baronmuş. Tam da sana yakışacak bir eş. Ne zaman evlendiniz peki?”
Ella “Birkaç yıl önce” dedikten sonra hizmetçi kadını çağırarak Joseph’e içecek bir şeyler ikram etmesini istedi.
Hizmetçi kadın çıkınca da konuyu değiştirmek için, “Eee, sizin karınızla çocuklarınız nasıllar?” diye lafa girdi.
Joseph, “Karım ve çocuklarım mı!” diyerek bir kahkaha attı. “Bunu da nereden çıkarıyorsun, Ella. Benim karım ve çocuklarım yok ki. Aslında bir karım vardı ama hiç çocuğumuz olmadı.”
“Karınız neredeler peki şimdi?”
“Cennette,” diyen Joseph’in yüzünde üzgün bir ifade belirdi.
“Üzüldüm,” dedi Ella. Ve bir süre hiç konuşmadı. Joseph’in cennetteki karısını düşünüyordu. Demek ki Joseph ilk tanıştıklarında ablasının da öne sürdüğü gibi evliydi.
Joseph’se konuyu altı sene öncesine, Surinam’a getirdi.
“Seninle Paramaribo’da son görüştüğümüz günü hatırlıyor musun?” diye başladı sözlerine. “O gün eve döndüğümde bir telgraf aldım. Üvey babamdan geliyordu. Annem İspanyol gribine yakalanmış, durumu ağırmış. Anneme nasıl düşkün olduğumu anlatmıştım sana. Tahmin edersin, haberi aldığımda çok telaşlandım. Tam da aynı gün limandan bir gemi kalkıyordu. Hemen eşyalarımı toplayıp o gemiye atladım.”
Ella burada Joseph’in sözünü keserek, “En doğru olanı yapmışsınız,” dedi. “Anneniz için çok üzüldüm. Başınız sağ olsun.”
“Hey, hey, dur da anlatayım. Annem ölmedi, hâlâ hayatta.”
“Öyle mi? Çok sevindim. Ama o hastalığa yakalanan kimsenin kurtulamadığını sanıyordum.”
“Kurtulanlar da var. Çoğu da İrlandalı. İrlandalılar kolay kolay her hastalığa yenilmezler.”
O sırada yerli kadın tekrar gelerek Ella ve Joseph’in sıcak çikolatalarını getirince, Joseph anlatmaya ara verdi. Kadın geldiği gibi sessizce gidince ise devam etti.
“Ne diyordum… Sana haber bırakmak aklıma gelmedi değil. Ama nasıl haber bırakırım, bilemiyordum. Ablandan çekindiğini biliyordum, bu yüzden evinize gelemezdim.”
“Bankaya da bir not bırakamazdınız, çünkü o bankada hiçbir zaman çalışmadınız. Bana yalan söylediniz.”
“Evet, yalan söyledim. Çünkü insanlar bana ne iş yaptığımı sorduklarında, onlara gerçek mesleğimi söyleyemeyeceğim için yalan söylemek mecburiyetinde kalıyorum.”
Bu cevap Ella’yı birden meraklandırdı. “Peki, gerçek mesleğiniz nedir?”
“Ella lütfen artık bana sen der misin?”
“Sorumu hâlâ cevaplamadınız.”
“Sorunu benim istediğim şekilde sorarsan, cevaplarım.”
“Peki, Joseph; asıl mesleğin nedir? Altın hırsızı falan mısın?”
Joseph bir kahkaha daha attı. “Ah Ella, nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri. Çok roman okuyorsun galiba.”
“Evet, mesleğinin ne olduğunu duymayı sabırsızlıkla bekliyorum.”
“Aslında bu çok gizli bir konu, bunu sana hiç söylememem gerekirdi. Ama aramızda kalacağına söz verirsen…”
“Yoksa ajan falan mısın?” dedi Ella, şaşkınlığını belli etmemek için alaylı bir tavır takınarak.
“Tam üstüne bastın. Ben İngiliz İstihbarat Teşkilatı’ndanım. İngiliz hükümeti adına, Hollanda ve sömürgelerinde casusluk yapıyorum. Sana savaşta planör pilotu olduğumu söylediğimi hatırlıyor musun? Planör pilotları casusluk eğitimi alırlar. Savaştan sonra bu eğitimimi değerlendirmek için İstihbarata katıldım.”
Ella’nın gözleri fal taşı gibi açılmış, dikkatle Joseph’i dinliyordu. Duydukları çok heyecan vericiydi. Sanki karşısındaki Edgar Wallace romanlarının başkahramanlarından biriydi. Ella ona bir kez daha hayran olmuştu.
Joseph, “Her neyse,” dedi. “Bırak da sana her şeyi anlatayım. Annemin hastalığını duyduğumda çok telaşlandım ve sana haber bile veremeden o günkü gemiye atlayıp İrlanda’ya döndüm. Huis Doorn’da oturduğunuzu biliyordum, bu yüzden nasıl olsa sana Hollanda’da ulaşabileceğimi düşünmüştüm. Döndüğümde, Tanrı’ya şükür annem sağlığına yeniden kavuşmuştu. Bir süre sonra Hollanda’ya, Huis Doorn’a gittim ama orada artık Kayzer Willem’in yaşadığını öğrendim. Bana kapıyı açan hizmetçi ailenin şatoyu Kayzer’e satarak Surinam’a gittiklerini söyledi. Senin de onlarla gidip gitmediğini sorduğumdaysa, bana senin bir subayla evlenerek Endonezya’ya gittiğini söyledi.”
Joseph burada konuşmasına ara vererek bir süre düşünceli gözlerle elindeki boş bardağa baktı. Sonra bardağı sehpanın üzerine bıraktı. “Bu benim için çok büyük bir şok oldu, Ella. Eğer o telgrafı alarak Surinam’dan o şekilde ayrılmak zorunda kalmasaydım, sana evlenme teklif etmeyi planlıyordum. Ama senden kısa bir süreliğine ayrılmak zorunda kaldım ve sonra da başka bir erkekle evlendiğini öğrendim. Herhalde tanıştığımızda da nişanlıydın. Bana bunu niçin söylemedin, Ella? Niçin bana yalan söyledin?”
Ella ne diyeceğini şaşırmıştı. Yıllardır kâh sevdiği kâh kendisini kandırdığı için nefret ettiği biricik aşkı karşısına geçmiş, her şeyin yalnızca büyük bir yanlış anlamadan ibaret olduğunu anlatıyor; üstelik asıl suçlunun, asıl yalancının o olduğunu söylüyordu. Doğruydu. Asıl Ella nişanlı olduğunu gizleyerek ona çok büyük bir yalan söylemişti. Gerçi o gün habersiz gitmeseydi ona gerçeği anlatacaktı ama… Her neyse artık bunların ne önemi vardı ki. Joseph de onu sevmişti, hiç unutmamıştı ve hâlâ seviyordu. Kim bilir evlendiğini öğrendiğinde ne kadar ıstırap çekmişti.
Aklında bu düşüncelerle boğuşurken birden feryat etti: “Onu hiç sevmedim! Beni onunla zorla nişanladılar, zorla evlendirdiler! Ben yalnız seni sevdim…”
♠ ♣ ♥ ♦
Bunu takip eden günlerde Ella ile Joseph sık sık görüşmeye başladılar. Joseph ona hikâyesinin kalanını da anlattı. Ella’nın evlendiğini öğrendikten sonra İstihbarat Teşkilatı’ndan onu Java Adası’na göndermelerini istemiş, onlar da onu Batavia’ya birkaç yüz kilometre uzaklıktaki Semarang’a göndermişlerdi. Aslında ilk geldiği sıralarda Ella’yı bulmayı, onunla görüşüp ona her şeyi açıklamayı düşünmüştü. Ama onun izini sürüp de bir oğlu olduğunu öğrendiğinde bundan vazgeçmişti. Sonra da Semarang’da tıpkı Ella’ya benzeyen Hollandalı bir kızla tanışmış ve yalnızlığından kurtulmak ve kendini avutarak birazcık mutlu olabilmek için onunla evlenmişti. Ama bu mutluluk uzun sürmemişti. Cornelia, evlendiklerinden bir yıl sonra tropik bir virüs kapmış ve Tanrı onu Joseph’den almıştı. Joseph bundan sonraki seneleri diğer Endonezya adalarında dolaşarak ve İngiliz Hükümeti adına istihbarat toplayarak geçirmiş, arkadaşı Peter’in daveti üzerine de birkaç gün önce Batavia’ya gelmişti.
“Bitmiş, hayattan bıkmış bir erkektim ben, Ella,” demişti Joseph. “O gün seni yeniden bulduğumda, kendimi adeta yeniden doğmuş gibi hissettim.”
Joseph, kadınların kalbine nasıl girileceğini hâlâ çok iyi biliyordu. Ella, ona olan kırgınlığını kısa sürede tamamen unuttu ve kendini yeniden Joseph’in büyüsüne kaptırdı. Joseph, yine genç kızlığındaki gibi günlerini, gecelerini, tüm hayal ve rüyalarını işgal ediyordu.
Bir yolu olmalı, diyordu kendi kendine. Bu hayata bir defa geldim ve onu sevdiğim erkekle birlikte yaşamak istiyorum. Ah, keşke… keşke bir yolunu bulup Hendrik’le evlenmeseydim. Hayır, hayır, artık bunlar için pişmanlık duymamalıyım. Pişmanlığın kimseye bir faydası dokunmaz. Bir çare düşünmeliyim. Bir yolunu bulup Hendrik’ten kurtulmalıyım. Boşanmalıyım, evet ondan boşanmalıyım.
Ella, boşanma istediğini Hendrik’e açmaya kararlıydı. Ama ondan önce, Joseph’le konuşması gerekiyordu.
“Joseph,” dedi bir sonraki görüşmelerinde, “ben kocamdan boşanmaya karar verdim.”
Joseph’in ağzı bir an sanki bir şey söyleyecekmiş de son anda vazgeçmiş gibi açık kaldı. Sonra ağzını kapatarak yutkundu ve öksürerek sesini açtı.
“Bu çok cesurca bir karar, Ella,” dedi. “Bunu kocanla görüştün mü?”
“Hayır, henüz görüşmedim. Ona bu kararımı bildirmeden önce seninle konuşmam gerekiyordu.”
Joseph’in yüzünden tekrar şaşkın bir ifade geçti. Bir süre Ella’nın gözlerinin içine baktı ve “Yani, sen…” Joseph bir an sustu ve sonra devam etti: “Eğer kocandan boşanırsan gerçekten benimle evlenir misin?”
“Tabii ki Joseph. Seni seviyorum, hep sevdim… O gemide ilk karşılaştığımız günden beri.”
Bunun üzerine Joseph, Ella’nın ellerini avuçlarına alarak “Ben de Ella, ben de seni seviyorum. Lütfen o adamdan bir an önce boşan da benimle evlen. Onunla aynı evde yaşamana daha fazla katlanamam,” dedi.
Ella o gece geç saatlere kadar uyanık kalarak Hendrik’i bekledi ve gelir gelmez de ona boşanmak istediğini söyledi. Hendrik gecenin bir yarısı böyle bir şey duymayı hiç beklemiyordu.
“Ne saçmalıyorsun sen bu saatte. Yine şarabı fazla mı kaçırdın yoksa.”
“Hayır, ben gayet ciddiyim. Bu evliliğe bu şekilde devam edemem. Senden boşanmak istiyorum.”
“Benim de sana bayıldığımı sanma hayatım, ama böyle bir şey söz konusu bile olamaz. Ailen izin verir mi zannediyorsun? Ya ben elâlemin yüzüne nasıl bakarım? Benim sana katlandığım gibi sen de bana katlanmak zorundasın.”
Ella her şeyi göze alarak “Hayatımda başka bir erkek var,” dedi.
Hendrik o an beyninden vurulmuşa döndü. Dehşet içinde bir yüzle Ella’ya bakıyordu. “Seni lanet olası fahişe!” diye tısladı. “Hayır, bu doğru olamaz. Bana yalan söylüyorsun. Hadi yalan söylüyorum de! Hadisene!”
Ella tam karşısında durmuş, kendinden emin bir yüzle ona bakıyordu. Hendrik, gözlerinin içine bakarak bir işaret aradı; ama aradığını bulamayınca, feryat eder gibi bir sesle, “Lanet olsun sana!” dedi. Sanki bir an karısının üzerine atılacakmış gibi yumruklarını sıktı ama sonra yere tükürdü ve evden çıkıp gitti.
O günden sonra eve hiç gelmedi. Birkaç gün sonra Ella’ya bir boşanma ilamı geldi. İki tarafın da rızasıyla kısa sürede boşandılar. Mahkeme iki oğullarının refakatini Ella’ya verdi. Zaten Hendrik hiçbir talepte bulunmamıştı. Kendini mahvolmuş, rezil rüsva olmuş hissediyordu. Bir daha insan içine çıkamayacağını, kimsenin yüzüne bakamayacağını düşünüyordu. Karısı onu aldatmıştı. Gerçi bunu kimse bilmiyordu. Aralarında anlaşarak mahkemeye boşanma isteklerine şiddetli geçimsizliği sebep göstermişlerdi. Ama yine de Hendrik, gerçeği herkesin anladığını düşünüyordu. O devirde boşanma görülmüş şey miydi? Bir erkek karısını ya çocuk doğuramazsa ya da… ya da onu aldatırsa boşardı.
Hendrik sonunda bu utanca daha fazla katlanamayacağına karar verdi. Mahkeme sonuçlandıktan birkaç gün sonra ordudan istifa etti ve üç beş parça eşyasıyla bir gemiye atlayıp Amerika’ya gitti. Bir daha ne oğullarını görecekti ne de memleketi Hollanda’yı ve ailesini. Kendince alnına bir damga yapışmıştı ve ölünceye kadar orada kalacaktı.
Ella ise bambaşka duygular içindeydi. Boşanma gerçekleştiği gün sanki omzundan ağır bir yük kalkmış gibi hissediyordu. Artık özgür bir kadındı ve sevdiği erkekle birlikte olması için arada hiçbir engel kalmamıştı.
“Hemen evlenelim,” dedi Joseph’e. “Kimsenin ne düşüneceği umurumda değil.”
“Olur mu hayatım, bir süre beklemeliyiz. Zaten benim acilen İngiltere’ye gitmem gerek, İstihbarattan çağırıyorlar. Dönünce evleniriz, hem o zamana kadar da boşanmanın üzerinden biraz zaman geçmiş olur.”
Ella bir an yüzünde korkmuş bir ifadeyle Joseph’e baktı. “İngiltere mi!” diye haykırdı. “Yine mi…”
Joseph, “Merak etme, döneceğim,” diyerek sözünü kesti. “Yalnızca birkaç ay sonra geri döneceğim, o zaman seninle evleneceğiz ve bir daha hiç ayrılmayacağız.” Joseph ona teminat verir gibi gözlerinin içine bakıyordu.
“Söz mü?” dedi Ella, yüzünde uysal bir ifadeyle.
“Söz!” dedi Joseph ve sonra onu uzun uzun öptü.
Böylece Joseph sözünü tuttu ve gidişinden altı ay sonra onu bekleyen Ella’ya geri döndü. Ama İngiltere’den değil, yalnızca Batavia’dan birkaç yüz kilometre uzaklıktaki Semarang’dan dönüyordu. Orada karısı Cornelia’dan boşandı ve döndüğünde de söz verdiği gibi Ella’yla evlendi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.