- 427 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
12 EYLÜL SONRASINDA CEZAEVİ GÜNLERİ (2)
Burası garaj lokantası mı?
Canınız istediğinde, vakitli, vakitsiz geleceksiniz, yemeğinizi yiyeceksiniz.
Yok öyle yağma, defolun gidin.
Askerliğin en zor tarafı, birini boğazlamak isteyip de yapamamaktır.
Yemekhanede nöbetçi astsubayı derdimizi dinlemeden bizi kapı dişarı edivermişti.
Bir dakikalığına bizi dinlemiş olsaydı, gece 6 saat nöbet tuttuğumuzu, nöbet bitiminde açık arazide uyuduğumuzu, yemeğimizi yedikten sonra tekrar 6 saatlik nöbete başlayacağımızı söyleyecektik, ama dinleyen kim?
Aç karnımızı doyuramadan yemekhaneden kovulmak zorumuza gitmişti.
Sanki biz istiyerek gecikmiştik.
Biz fabrika işçisi değildik ki, askerdik.
Fabrika işçisi olsaydık, yemek saati geldiğinde şaaaak diye makineyi durdururduk, karnımızı doyururduk.
Elimizde fırsat olsaydı, yemeğe zamanında gelmek istemez miydik?
Bir gün önce, darbenin ilk günü, Merzifon’da 10 saat devriye atmıştık.
Oradaki vazifemiz bittiğinde, üsse dönmüş, bölüğe bile uğramadan cezaevine götürülmüş, 6 saat sürecek nöbete dikilmiştik.
10 saat Merzifon’da, 6 saat de cezaevi nöbeti, toplamda 16 saat nöbet tutmanın sonunda açık arazide 5 saat ancak uyumuştuk, kalktığımızda da aç karnımızı doyurmak için gittiğimiz yemekhaneden kovulmuştuk.
Bu kadarı da çok fazlaydı.
Bizi 16 saaat nöbet tutmaya zorlayanlar; aç mısınız, tok musunuz, yorgun musunuz, üşdünüz mü? Diye sormamışlardı, nöbetten nöbete yollamışlardı.
O kızgınlıkla bölük binasına gittik.
Bölük komutanımız evine gitmemişti, odasındaki sandalyede yarı uyur vaziyetteydi.
Kapıyı çaldık, içeri girdk, selam verdik.
Yüzbaşı gözünü açtı, bizi gördü, hayrola çocuklar dedi.
Durumu olduğu gibi izah ettik.
Bölük komutanımız Hadi Yüzbaşı bizi dinledikçe renkten renge giriyordu.
Siz dışarı çıkın, bekleyin; ben bu işi çözeceğim dedi, o hırsla telefona sarıldı.
Arka arkaya 2-3 yere telefon etti, bize seslendi, meseleyi hallettim, gidin yemeğinizi yiyin dedi.
Hakikaten de mesele hallolmuştu, bizi kovan Astsubay ortalıkta gözükmüyordu.
Yemekhanedeki erler bizim servis tabağımıza dolu dolu çorba koydular.
Masaya da bolca ekmek getirdiler.
Bir yemek yedik ki o kadar olur.
Sanki kıtlıktan çıkmıştık.
Yemeğimizi yedik, karnımızı sıkıca doyurduk, bölük binasına gittik, ikişer, üçer çay içtik, silahlıktan tüfeklerimizi aldık, doldur- boşalt istasyonunda mermi bastık, cezaevine yollandık.
İki arada gezinmekten biraz gecikmiştik, durumu izah edince bize hak verdiler.
Biz işi halledemeseydik, o’nlarda aç kalacaklardı.
Bir daha da yemekhanede sorun yaşamadık.
Üstelik hep fazla fazla yemek yedik.
Yediğimiz sıkı kahvaltı, bizi kendimize getirmişti.
Karnımız tok, sırtımız pekti.
13 Eylül sabahı Merzifon’a doğan güneş, az da olsa bizi ısıtıyordu.
Karnımız tok olduğu müddetçe, içmeye su bulabildikçe ve diğer insani ihtiyaçlarımızı karşıladıkça 10 saat de olsa nöbet bize koymazdı.
Muhafız bölüğü demek; eğitim demekti, ders demekti, nöbet demekti.
Yeri ve zamanı geldiğinde de Merzifon ve havalisinde meydana gelen mezhep çatışmalarında anarşi ve terörü önleme görevi yapmak demekti.
11 Eylül 1980 sabahı terör varken, nasıl olur da 12 Eylülde terör biter diye ahmakça soranlar bizim neler çektiğimizi bilmiyorlardı.
Evet 11 Eylül de var olan terör bir gün sonra nasıl bıçak gibi kesilmişti.
Bu sorunun cevabı çok basittir.
Gece 03.00 da kışladan çıkan asker, polisle birlikte önceden belirlenen adreslere yıldırım baskınlar yapmış, bir çok mimli şahsı yatağında yakalamış, gözaltına almıştı.
Yakalanamayanlar ise sokağa bile çıkamamıştı, çünkü bütün sokaklar tutulmuş ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti.
Terör yapmak için ilk şart sokağa çıkabilmektir.
Sokağa çıkmaktan aciz insan nasıl terör yapabilir?
O adam yapsa yapsa evinde terör estirir, o da bizi değil de eşini ve çocuklarını ilgilendirir!
Kaldı ki bir de işin psikolojik boyutu vardır.
Bir gün önce, devleti, sinik, sünepe, eli, kolu bağlı, adı var, kendi yok bir varlık sanılırken, tam aksi olmuş, devlet aygıtı bir anda şahlanmış, kendini matah zanneden sağlı, sollu terör odaklarını bir tokatta yere sermişti.
Kimin haddineydi ki devletin tankına, uçağına kafa tutabilmek?
O Devlet ki, şimdi, kendisine kafa tutabilme küstahlığını göstermeye yeltenenin kafasını koparmaya azimde ve güç yettirebilecek konumdaydı.
Bizim vasıtamızla yakaladığını içeri almış, henüz yakalayamadığının da peşine düşmüştü, hiç bir biçimde af göstermeyi de düşünmüyordu.
Tabii ki olan bu arada bize oluyordu.
Devlete isyana kakmış zavallılardan da biz sorumluyduk.
O’nları yakalamış, mapus damına tıkmış, kaçmasınlar diye de saatler boyu nöbet tutmuş, bu gidişle de daha da tutacaktık.
Bizim ekip nöbeti devralınca, diğerleri yemeğe gittiler, yemekten gelince de tıpkı bizim yaptığımız gibi isatirahata çekildiler.
Gece 6 saat, gündüz 6 saat olmak üzere 12 saat nöbet tutuyor, iki etap halinde de 12 saat dinleniyorduk.
3. gecenin sonunda hava bozmuştu, yağmur başlamıştı.
Açık arazide yatmamış zorlaşmıştı.
Bunada pratik bir çöüzüm bulduk!
Cezaevi binasının arkasındaki tahtadan inşa edilmiş kömür deposundaki kömürleri düzelttik, yatakları yanlamasdına sıraşladık, battaniyeleri üzerimize çektik, uykuya daldık.
Burada uyku uyumanın tek zorluğu, olur-olmaz zamanda bizi uyandırarak yataklarımızın altından kömür almaya çabalayan gözaltındaki şahısların çalışmadıydı.
Biz soğukta yatarken, o’nlar koğuşta kömür sobası yakıyorlardı, bu da bizim canımızı sıkıyordu.
Bu işi de bir kurala bağladık, kömür alacaklrsa o da gündüz gözüyle, bizim uykudan uyandığımız saatte olmalıydı.
Ve kömürler öyle bir usturuplu alınmalıydı ki, yatağımızın altı oyuk oyuk olmamalıydı.
Kömürün parası bizden çıkmadığına göre istediği kadar kömür alabilirlerdi.
Tabii ki kömür aldıktan sonra kalan kömürleri düzewltmek şartıyla.
Zaten bizim gözümüzün önünde yemek yemeleri canımızı sıkıyordu.
Bir de kömür dalgasına bizle papaz olsaydılar o işten o’nların zararlı çıkacakları kesindi.
Bizim yemek saatimiz düzensizken, o’nların yemek saati dakikti.
Günde 3 defa aynı saatte yemek geliyordu.
Devlet, kendisine kafa tutanlara bile müşfik davranıyor, aç karınlarını günde tam 3 defa doyuruyordu.
Karınları toktu, yattıkları koğuşta kömür sobası yanıyordu, bu da bizim gözaltındakileri kıskanmamıza sebep oluyordu.
’’Adamlar terörist, kırallar gibi bakılıyorlar, biz askeriz, çile çekiyoruz’’ diye dertleniyorduk.
O şartlarda en az 20-25 gün görev yaptıktan sonra nihayet bizi değiştirdiler, bölükte başka görev verdiler.
Bu süre zarfında ayağımızdan postal hiç çıkmadı, hiç banyo yapamadık, hiç çamaşır değiştiremedik.
Böyle olunca ne olur?
Zaten altımızdaki yatak belki de yıllarca gün ışığı görmemişti, üzerimize örttüğümüz battaniye de bir o kadar tozlu ve kirliydi.
Bu kadar olumsuz şartlar bir araya gelirse ne olur?
Evet aynen öyle oldu, bitlendik.
Anlı, şanlı Muhafız bölüğün askerleri minnacık bitlere teslim olmuştuk.
Ben Bursa’da doğmuş, büyümüştüm, bit nedir bilmiyordum.
Biti asker ocağında gördüm, tanıştım.
Meğerse bit ısırığı kurşun yarası gibi acı veriyormuş, onu da askerde öğrendim...
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.