GELECEĞE GİDİŞ
Karlı bir kış günüydü. Etrafın beyaz örtüsü, uzaktaki dağlarla ufukta kavuşarak doğa harikalarından bir benzersizi dokuyordu. Heybetli dağlar, göz dolduran ak katmanlı doruklarıyla göklere ulu bir selam verircesine yükselmekteydi. Hayranlık uyandıran bu dağlar, çevreledikleri düzlüklerin bereketine siper olarak onları, güzelliğinin ve vericiliğinin vakur sırlarıyla kuşatarak sanki himayesine alıyordu. Uzun süren kar fırtınaları, sonunda dinmişti. Haftalarca beklenen güneş, iç ısıtan ışınlarını karlar üstüne sere serpe yayarak göz alıcı gümüşi yansımalarıyla eşsiz bir manzarayı, gözler önüne sermekteydi. Günlerce dışarıya çıkamayan küçük çocuklar, kat kat giyinerek kendilerini tam da karın ortasına atıvermişti. Kahkahaları, bağrışıp çağrışmalarıyla ortalığı çınlatıyorlardı. Karlarda yuvarlanarak, birbirlerine kartopu atarak ve şakalaşarak kendilerini izleyenleri, keyiflerinin tadına imrendiriyorlardı. Biraz daha büyük olanlarıysa bu gıpta edilir şenliği, evlerinden hayli uzaktaki okullarının bahçesinde, teneffüslerde yakalamışlar; son ders zilinin çalmasını, yerlerinde duramayarak bekler olmuşlardı.
Gün, akşamüstüne dönerken aniden görülen bir ışık topu, ufukta belirdi. Hâlâ dışarda oynayan çocukların meraklı çığlıkları, kendilerine doğru hızla gelen nesneye odaklandıkça kontrolden çıkıyordu. Şaşırtıcı bir hızla yer değiştirmesi, kendine odaklanmış meraklı gözlerin fal taşı gibi açılmasına neden olmuştu. Ani bir dönüşle gökyüzünden alçaldıkça devleşen parlak ışık, evdekilerin de dikkatini üzerine çekmişti. Bugüne dek görülmüş hiçbir şeye benzemeyen bu sıra dışı gök aracı, göz açıp kapayacak kadar kısa bir zaman sürecinde, şiddetli olduğu kadar da değişik uğultulu bir motor sesiyle çevreyi inleterek yaşam alanının az uzağına inişe geçti. Yere yaklaştıkça kar örtüsünü titretircesine zemine yakın bir mesafede hız keserek kendini sabitledi. Tozutan karlar, görüş mesafesini, kalın bir sis tabakasının ardına sır gibi saklamıştı. Evlerinden fırlayan insanlar, çoluk çocuk, yaşlı genç, gürültünün koptuğu tarafa doğru koşarak güvenli bir mesafede ağaçların ardına mevzilendi. Olanı biteni, akıl sır erdiremeyerek merakla izlemeye koyulmuşlardı. Korku, heyecan ve belirsizlik, had safhadaydı. Kalabalık, ne olduğunu seçemese de yeni bir şiddetli sarsıntıyla irkildi. Hayal meyal, uzay aracından gürültüyle çıkmakta olan parlak metalden dev kolların, karı delerek toprağın alt katmanlarına doğru çakıldığını hayretle gördüler. Hepsinin nefesleri kesilmişti. Küçük dillerini yutmuş gibi sus pus oldular. Yerden kalkan kar bulutunun dağılmasının ardından dikkat kesildiklerinde, uzaklarına yerleşenin, çepeçevre pencereleriyle ve aşırı parlayan gövdesiyle bir uçan daire olduğunu düşündüler. Bazıları, bir anda gerisin geriye kaçmayı aklından geçirdiyse de yaşadıklarıyla donup kalmış, olduğu yere âdeta çakılmıştı. Birbirlerini, ne yapılacağı konusunda süzen asık ve endişeli çehrelerde, kararsızlığın karanlık izleri gölgelenmekteydi.
Kalpler, göğüsleri parçalarcasına gümbür gümbür atarken görünür zaviyedeki ön alandan, büyüleyici bir müzik sesi eşliğinde kapıyı çağrıştıran bir kitle hareketlendi. Sessiz ve zarif bir inişle yere doğru açılmaya başladı. Üzerinden, sadece ışıklarıyla merdiven olduğunu hissettiren bir oluşum, seyredenleri, yanıp sönen renkli aydınlatması ve havada asılı kalmasıyla sihirlice etkisi altına alarak öne doğru uzandı. O esnada kısacık boylu; göz alıcı parlak gri renkli, ayaklarına kadar kapanan uzun kostümü içinde tuhaf görünümlü biri, kapıda hayal gibi görünüverdi. Cildi, kül renginde ve mattı. Kaşı ve kirpiği hiç yoktu. Türümüz gibi burnu ve ağzı da yoktu. Burnu, sadece iki kara delikten, ağzı da yayvan karanlık bir açıklıktan ibaretti. Yürüyüşü, merdivenden inişi, adım atmaktan ziyade bir süzülüş gibiydi. Kısa kollarını yana açtıkça onları sararak dalgalanan şeffaf kanatlar, görenleri büyülüyordu. Elinde, kılıcı andıran fakat ondan daha kısa, küt bir çubuk tutmaktaydı ki silaha hiç benzemiyordu. Diğer eliyse boştu. Bunu fark edenlerin içine biraz olsun su serpilmişti. Görünüşü, duruşu ve tavırlarıyla bu yabacı, ürkütücü olmak yerine, etrafına güven telkin etmekteydi. Nedense herkeste, hipnotize olmuşçasına benzer bir ortak kanaat oluşmuştu. Bu bir uzaylı olmalıydı. Merdivenin son basamağından aşağıya kayarak ayaklarını kara değdirdiğinde aniden duran bu ziyaretçi, estetik bir dans gösterisini andıran zarif hareketleriyle madeni uzantısını, göğe doğru yükseltti. Bu esnada nesneden, lazeri andıran ve gözleri kamaştırarak fışkıran mor ışık, semayı deler gibi ışıdı ve oraya bir takım şekiller çizmeye başladı. Acaba uzaylı, bir harita mı çizmek istiyor, onlara bir şeyler mi anlatmaya çalışıyordu? Boşta olan elini şakağına zarifçe dokundurduğunda uzaylının uzun parmaklı, çıkıntılı kemikli, iri ve kuru elleri, dikkat çekti. Yabancı şakağına her dokunuşunda, yüzünde dikey doğrultuda yer alan, kara zeytini andıran kocaman sempatik gözlerini, topluluğa doğru odaklıyordu. Böylece uzaylı, konuşmadan aklından geçirdiklerini, telepati yoluyla ilerisindekilere aktarabilme yetisine sahip olduğunu ortaya koymaktaydı. Çizdiği haritayla geldiği yer olan Andromeda’yı vurgulamak istemiş, karşısındaki topluluğa, “işte yuvam, sizden iki milyon ışık yılı uzakta yer alan bu galaksi içinde yer alıyor!” demeğe getirmişti. Karşısındakiler, haritayı tam olarak kavrayamasalar da uzaylının, havsalayı zorlayan çok uzaklarda bir yerden geldiğini algılamışlardı.
Zihinlerdeki telepatik akım devam ederek aralarındaki sessiz anlaşmayı derinleştiriyor ve detaylandırıyordu: Uzaylı, dünya gezegenini uzun yıllardır izlediklerini, insanları çok ilgi çekici bulduklarını; onlardan, analiz edemedikleri ve çözemedikleri duyguları öğrenmek istediklerini önemle iletiyordu. Topluluktan biri, “ne gibi duygular bunlar, pek anlayamadık?” diye cesaretlenerek sesini yükseltti ve öne doğru birkaç adım attı. Uzaylı, “belki çok şaşıracaksınız ama bizim ırkımızda hiç olmayan fakat sizin hepinizde çeşitleriyle ve dereceleriyle var olan özellikli bir duygu bu. Sizde fark ediyor ama bilemiyoruz, anlayamıyoruz.” Diye, hararetle devam etti. “Yaşam alanlarınızın her parçasına yayılıyor ve kaynağından beslendikçe güce güç, hayata anlam katıyor. Bu benzersiz duyguyu, geliştirip derinleştirenler, daha dirençli ve yenilmez oluyor. Sosyal bağ ve empati kuruyor. Böylece bağışıklık sistemini güçlü kılarak ömrünü, birlikteliklerle ve değerli paylaşımlarla zenginleştirerek, haz alarak uzun yıllar sürdürebiliyor.
Yabancı: “Yumruk kadar yüreklerinizde beslediğiniz ve yücelterek devleştirdiğiniz bu eşsiz duyguya siz, ‘sevgi’ diyorsunuz.” Diye anlattıklarına açıklık getirdi. Ahali, derin bir merak içinde uzaylıya kenetlenmiş, onu anlamakta zorlanmıştı. Toplu olarak öne doğru biraz daha ilerleyerek “Yani siz, bu kadar şaşalı teknolojiniz yanında hiç mi sevgiyi tatmadınız?” diye şaşkınlık sesleriyle uğuldanırken uzaylı, başını önüne eğerek “evet” ifadesiyle ezilişini hissettirdi. “Biz, güçlü sevgi bağlarınıza, inançlı oluşunuza hayranız!” diye, çaresizliğiyle aktarımına devam etti. “Bizler, en ufak bir olumsuzlukta, bağışıklık sistemimizin çökmesiyle o anda ölüveriyoruz. Aramızda yaşlanmayı başaran hiçbir kimse bulunmuyor. Teknolojimiz, sevgisizliğin yarattığı kara boşlukla, hiçbir şekilde baş edemiyor. Negatif bir şeyle her karşılaşmamızda genetik zincirlerimiz gevşiyor, kopuyor, dağılıyor ve evrende, tozuyarak siliniyoruz. Sizin sevgi ve aşkla birbirinize ve yaşama sıkıca bağlı olmanıza gıpta etmemek ne mümkün?”
Topluluğun arasından sözcülüğü ele alan biri: “Peki, Anadolu topraklarına inmenizin özel bir nedeni var mı, yoksa burayı rastgele mi seçtiniz?” sorusunu ön plana çıkardı. Uzaylı, “evet, uzun uzun gezegeninizi inceleyip aramızda tartıştıktan sonra bu topraklara inmeye özellikle karar verdik.” Diye cevabını hissettirdi. Sözcü devam ederek “o zaman bize basitçe açıklayabilir misiniz bunun belirgin nedeni, sadece sevgi ve inanç mı?” Yabancı, “tabii” diye, havada harp çalıyormuşçasına oynattığı buruşuk parmaklarını, tekrar şakağına iliştirerek iletisine devam etti: “Siz, binlerce yıllık bir medeniyeti ve kültürü, geleneklerinizi hiç bozmadan geliştirerek nesilden nesle aktarıyor ve sürdürüyorsunuz. Ayrıca, topraklarınızdaki farklı kültür ve dinlere, asırlardır hoşgörüyle kucak açıyorsunuz ve onlarla iç içe, barış içinde yaşamayı beceriyorsunuz. İnançlı, fedakâr, yardımsever, anlayışlı ve sımsıcaksınız. Misafirperver ve alçak gönüllülüğünüzün böylesi, başka hiçbir ülkede göze çarpmıyor. Kendinizde kıt olanı dahi, hiç düşünmeden paylaşıyorsunuz. Kabul etme onurunu gösterirseniz sizlerden gönüllü yüz kişiyi, bunları öğretmesi için erkekli dişili, kilit birimlerimizin başına getirmeye karar aldık. Biz de karşılığında onlara, sizden çok ileri derecede üstün olan teknolojimizi öğreteceğiz. Salyangoz koridorlarını kullanabilmemize rağmen gezegenlerimiz arasında aşırı bir mesafe olduğundan bizimle gelenler, hemen dönemezlerse bile, nesillerini devam ettirecek ve yuva gezegenlerine kavuştuklarında, ülkelerine çağlar atlatarak dünyaya örnek ve önder olacaklar. Biz şimdi, Gezegenimizle Dünya arasına özel olarak kurduğumuz uzay üssümüze çekilerek kararınızı bekleyeceğiz. Uzay üssümüz ve gemimiz, görünmez olduğundan yetersiz teknolojinizle bizi Dünya’dan fark etmeniz mümkün değil. Sizlerden, bizimle karşılaştığınızı kimseye açmayacağınıza dair söz vermenizi istiyoruz. Çünkü söz verirseniz ‘sözünüzün eri’ olduğunuzu biliyor ve size güveniyoruz. Gelmek isteyen gençler, buluştuğumuz bu alanda toplanarak bizi kuvvetlice düşünsünler ve beklesinler. Çok geçmeden gelip onları alacağız” dedi.
Uzaylı, dairesel hızlı bir dönüşün rüzgârıyla eteklerini havalandırarak merdivenler üzerinde uçarcasına yükselmeye başladı. Geminin kapısı, özgün yumuşaklığıyla kapandığında müzik sesi bir anda durdu. Etraf kısacık bir süre de olsa, sütlimana döndü. Metalik gürültülerle yere kapanan kollar, geminin içine doğru geri çekilmeye başladığındaysa mekanik gürültü, yine kulakları tırmalamaya başladı. Geminin bulunduğu yerden yükselmesiyle altından pörçük pörçük düşen beyaz döküntüler göze çarptı. Bunlar, uzaktan hiç kara benzemiyordu ama inanılmaz bir hızla deşilen kraterin izlerini yamıyordu. Dev çukurun gözden silinmesi, sadece dakikalar içinde tamamlandı ve eksantrik gemi, bir varmış bir yokmuş gibi zamandan kayarak yok oldu.
Uzay aracının indiği yere merakla doluşanlar, ısrarla ve inatla etrafta kalmış bir ipucu aradılar. Uçan dairenin ardında kalan hiçbir izi göremeyince şaşkına döndüler. O alanda yürüdüler, hopladılar, zıpladılar, hatta bir iki kişi boylu boyunca yatarak kar bozuntusu örtünün üstünde ne olacağını deneyip görmek istedi. Evet, üstünde yapılan her türlü hareketin izi kalıyordu. Ağza dokundurulduğunda kar gibi soğuk ve yumuşaktı ve su tadındaydı. Kaplama alanını saran nesne, tıpatıp karın özeliklerindeydi ama kar olamazdı. Kar, bu kadar hızlı ve sadece belli bir yöreye ve isteye yönelik yağmaz ve bu kadar da büyük parçalardan oluşmazdı. Bu akıl sır ermez yağış, kısa sürede bir mucize yaratarak uçan dairenin açtığı devasa çukuru kapatmayı başarmış, ardında, yaşananların izinden eser bırakmamıştı. “Gerçekten teknolojileri mükemmel” diye birbirleriyle söyleştiler. O halde uzaylılardan öğrenilecek çok şey vardı. Yöre halkının içinde, yeniliğe, bilgiye, teknolojiye yönelik karşı konulmaz bir heves şahlandı. Bir de kendilerinden kutsal bir duygu için yardım istenmişti. Nasıl reddedilebilirdi ki?
Akıl sır erdiremiyorlardı. Sevgisiz, nasıl yaşanabilirdi? Zaten sevginin ilk tohumu, aşk ve beraberliğin ürünü değil miydi? Acaba bunlar nasıl çoğalıyorlardı? Gezegenlerinde erken ölüm olduğuna göre, nüfusları aşırı derecede kalabalık olmalıydı ki yaşamlarını sürdürebiliyorlardı. Sevgi ve aşkı hiç tadamadıklarına göre, tohum hapları mı geliştirmişlerdi? Belki nesillerini devam ettirebilmek adına onları, sık sık alma mecburiyetindeydiler.
Yabancılara gerçekten çok yazıktı. İnsanoğlu, daha ana rahmine düşmüşken anneliğin derin sevgisiyle tanışıyor, onun şefkat kozasında itinayla korunarak güvenle an be an gelişiyordu. Doğduktan sonra, her an annesinin sevgisini, minicik, saf yüreğine her nefeste soluyordu. Yaşam için oksijen almak kadar gerekli doğal bir ihtiyaçtı bu. Anneler, benzersiz duygu akımlarıyla kollarına sardığı bebeğini ılık sütüyle beslerken, karşılıklı duyumsanan ve yaşanan sihirli demler, belleklere ve ruhlara, sevgi şifrelerinin özünü işlemekteydi. Yavrularını, huzurlu uykulara teslim etmek için ana yüreğinden yükselen lirik ninnilerin dokunaklı sesi, nesiller boyu hiç kesilmezdi. Babalar, evlatlarının güvenli sığınağıydı. Onların, yemesi, içmesi, serpilmesi, eğitimi için kader eşiyle el ele, yürek yüreğe her türlü fedakârlığa adanmışlardı. Anne-baba, sevgisi, şefkati ve özeni olmadan çocukların gelişmesi; yapraklarını ve çiçeklerini hiç açtıramadan büyüyen kupkuru bir ağacın dallanması ve boy atması gibi değil miydi?
Ya kardeşlerin sevgisi? Doyamadıkları oyunları, şakalaşmaları, beraberlikleri, paylaşımları, hiç mi hiç yaşanmayacaktı? Aralarında zaman zaman saflıkla kapışmaları, onları, olumsuzlukla mücadeleye hazırlanmanın ilk sendeleyen adımları olmayacak mıydı?
Ya arkadaşlıklar? Bir mutlu haber coşkusunun gem vurulamaz taşkınlığını paylaşmak için yerinde duramadığımız o özel anlarda, kime başvurulacaktı? Kimselere içlerini hiç açamayacak, dökemeyecekler miydi? Acıda, kederde, kahredici duygularını, kiminle rahatlatacak, dengeleyecek, bastıracaklardı?
Ya öğretmenlerimiz? Senelerce gıpta edilir bir sabır ve hoşgörüyle ellerinde yoğrulduğumuz o değerli varlıklar… Sıra sıra, çocukluk ve gençlik evrelerimizde emekleriyle kişiliklerimizde karakter geçitleri açanlar… Anılarımıza eşsiz ve eksilmez tatları, petek petek dokuyan ve bize aşıladıklarını, karşılıksız, koşulsuz armağan eden o özverili saygıdeğer insanlara sınır tanımayan dupduru sevgimiz...
Sevgide emekleyip, aşkla tanışıp ruh ikizlerini seçerek eşleşenler… Yıllarca süren sevginin bahtını, yaşamın güzellikleriyle beraberce birleştiren, her türlü zorluğa birlikte göğüs gerenler… Çattıkları yuvalarda evlat sevgisiyle yüreklerini evrimleştirenler…
Vatan sevgisiyle destan yazan kahramanlar…
Akraba ağıyla sevgilerini, sorumluluklarını perçinleyenler…
Felaket anlarında, birbirlerine sıcacık ellerini uzatan, kalplerini açan, acılarını paylaşarak olgunluk merhalesinde bir kademe daha yükselenler…
Yaşlılık evresinde, kurumuş ömür pınarlarını sevgiyle yeniden çağlatarak yaşamın en seçkin ödüllerinden torun sevgisine kavuşanlar…
Bir çiçeğe bakınca güzelliğiyle gönlü titreyenler…
Rüzgârın her tonunun sesiyle değişik perdelerde tınılanan doğanın her dem başka müthiş senfonisinin büyüsünü kaçırmayanlar…
Ulu dağlara kapılan bağırlarda, doğanın vakur güzelliğiyle ruhlarını yıkayanların, gözlem ufuklarını, hayranlığın ve güzelliğin seçkin doruğuna tırmandıranlar…
Çimenlerde yuvarlanıp papatya ve gelincik toplayanlar… Her baharda, tazelenen, yenilenen güzelliklerin en ince ayrıntısına kadar gözlemleyen beyinlerden, yüreklere ve ruhlara; ilgi duymanın, değişmenin, öğrenmenin, yenilenmenin coşkusunu, bir minik kartopundan çığa devleştirenler… Yaşlı bir çınarın serin gölgesinde huzur bulur insanoğlu! Yağmurda, fırtınada, karda, tipide, borada, acılarını, coşkularını, doğayla özdeşleştirir engin yürekli dünyalı. Ne ağıtlar, ne türküler yakar. Ne tesirli besteler, resimler, heykeller yapar. Eğitimin devleşen kalkanıyla bilim sanat ve edebiyat doğar, her yana doğru hayat bulduran huzmelerini yayar da yayar.
Bir başkadır kuşların cıvıldamasını, kendinden geçerek dinlemek. Tabiatın benzersiz dilini ve müziğini onlardan öğrenmek. Narin gövdelerinin olağanüstü yaradılışına değer katan renklerin, güzelliğine ve uyumuna odaklanmak. Göçmen kuşların, göklerde tek bir organizma misali imrenilen bir ahengin ezgileriyle hedeflerine kanat çırpışlarını izlemek. Cami avlularında, pencere kenarlarında bir avuç yemle etrafımıza üşüşen güvercinlerin mutluluğunu, huzurunu kalplerde paylaşmak.
Bir köpeği, kediyi sevgiyle okşadığımızda ruhumuzu yumuşatarak ve rehabilite ederek yayılan tılsımlı duyguyu özlemeyi analiz etmek ne özgün bir duygudur.
Bazıları için su altı dünyasının fantastik güzelliğine dalmak, birbirinden güzel nadide bitkilerin, ince, renkli uzantılarıyla sudaki narin danslarını merakla seyretmenin uyandırdığı duyguların zaferini ilan etmek, ne engin bir histir! Masalları andıran bir resmigeçitle, rengârenk müstesna gövdeleriyle dalgalandırdıkları ışıltılarıyla çeşit çeşit balıkların ve deniz canlılarının, kayaların arasında ve içlerinde dolaşmalarına büyülenerek şahit olmak, yüreklerde kabaran hayranlığa ve sevgiye, kana kana susamak değil midir?
Sevgi evrende, her köşede, her zerrede, izlenmeyi, bulunmayı, görülmeyi ve yaşanmayı bekleyerek özlemle gülümsüyor bizlere.
…Sevginin nice türleriyle emekleyerek ve sendeleyerek devre devre, inceden inceye ruhunu işleyen ve derinleştiren insanoğlunun önünde bundan sonraki aşama, ‘gerçek sevgiye’ doğru adım atmanın upuzun, meşakkatli, ince ve keskin yolunun bilinci ve yanık isteğinin kapısını aralamak olacaktır belki de…
İnsanoğlu düşündükçe: “meğer ben, farkında olmadığım ne gözde duygulara sahipmişim!” diye şükranla göğsünü kabartıyordu. Topluluk, kendi aralarında konuştukça uzaylılar için bayağı içlendiler ve yardım etmeye aşırı derecede istek duydular. Yabancı diyara hayırseverlik, artık onların boyunlarının borcu olmuştu. Hemen oracıkta kararlarını verdiler: Belki yüz kişi değil ama aralarından gözü pek, sevgi dolu birilerini seçecekler ve gözlerini kırpmadan dost gezegene göndereceklerdi.
Yaşamları o saatte, hiç beklemedikleri sürpriz bir şekilde değişiveren iyi yürekli bu insanlar, o güne dek yaşadıkları sevgiyi aşılayacaklarının derin huzurunu, ruhlarında doyasıya yaşadılar. Kaldıkları alana doğru yavaş yavaş geri çekilmeye başladıklarında, söz birliği ederek başlarından geçeni, hiç kimseye söylememeye ant içtiler.
Ayşe Yarman Öztekin
’’An Akar Zaman Kayar’’ 2012
YORUMLAR
Kimim sordum perişan oldum soldum aşka doğdum,
İnsan arayıştır, değeri neyi aradığına bağlıdır,
İnsan dalgalar aleminde yüzmektedir, ses, ışık, düşünce, deniz dalgası gibi, deniz olamıyacağına göre, dalgaların keyfini çıkar, gönül güzelliğini hissettiren öykünüzü kutlarım.