- 574 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
12 EYLÜL HAREKATININ İLK GÜNÜ
...Uykudayken darbe yaptığımızı kantinci erden öğrenmiştik!
Haber bizi sarsmıştı, o an için ne yapacağımızı bilmiyorduk.
Bölük binasına gitmekten başka yapacak bir iş yoktu, bölük binasına gittik.
Bölük binasında, koğuşların önündeki silahları bekleyen nöbetçiden başka kimse yoktu, o da fazla bilgi sahibi değildi.
Gazinoya geçtik, içeride, çay ocağına bakan askerden başkası yoktu; parasını verdik, çaylarımızı aldık, masalardan birine oturduk.
Bekleyecektik, beklemekten başka çaremiz yoktu.
Derken, bizim gibi geceyi cezaevini! korumakla geçiren arkadaşlar birer ikişer düşmeye başladılar.
Bir kaç kişi de başka görevlerken çıkıp geldiler, sayımız 20-25 kişi olmuştu.
Tam techizatlıydık, o günler de bizde M- 1 Piyade tüfeği vardı, üzerimizde bir kaç bağ mermi bulunuyordu.
Tüfeğimizi tüfekliğe bırakmıştık ama mermileri teslim edecek kimse olmadığından, kütüklüğümüzde duruyordu.
Çay bardağımız boşaldıkça doldurduk içtik, doldurduk içtik.
Bir bardak çay 25 kuruştu, parası olan peşin ödüyordu, olmayan da defterre veresiye yazdırıyordu.
Çay ocağına borcu olan bazı arkadaşlar evden parası geldikçe çay borçlarını ödüyorlardı, bir bölümü ise parası gelse bile ödemekte nazlanıyordu.
Bu durum da ise çay ocağına bakan askere bir paket filtreli sigara alınınca, borçlar buharlaşabiliyordu.
Böl, parçala, yok et; en geçerli slogandı.
(Söyleyenlerin yalancısıyım; bölük idare astsubayımız Tokatlı Ali Duman Başçavuş, çay ocağına kimi koysam, adam kısa zamanda paralanıyor diye dert yanmış)
Birden dikkat sesiyle irkildik.
Bölük komutanımız HV. P. Yüzbaşı Hadi Sandıkçıoğlu sert adımlarla gazinoya girdi,silah al, mermi bas emri verdi.
Doldur-boşalt istasyonun başında bize bir kaç bağ daha mermi dağıtılmıştı.
Kimse bize, mermin var mı? Diye sormuyordu.
Sorulsaydı, doğruyu söylerdik, yeni mermi almazdık, üzerimizde yük yapmazdık.
Kütüklükte yeni dağıtılan mermilere yer olmadığından, ben, mermileri ceplerime doldurmuştum.
Tüfeğe mermi bastıktan sonra gelen kamyona doluştuk, nizamiyeden çıktık, 1 KM Kadar ötedeki anayola çıkıp sola dönünce, Merzifon’a gittiğimizi anladık.
Merzifon’a vardığımızda sağa döndük, şehir merkezine yöneldik, Hükümet binasının önüne gelkince araçtan indik, hizaya girdik.
Bizi ikişer kişi ayırdılar, Hükümet binasına çıkan yollarda nöbet bekleyen arkadaşlarımızın yanına götürdüler.
Komutanlarımız; karşı koyan olursa; ’’vurun’’ dediler.
Emir kesindi, kendimizi koruma adına, gerekirse çekinmeden vuracaktık.
Biz, geceden beri Merzifon sokaklarında beklediğini bildiğimiz arkadaşlardan nöbeti devraldık.
O’nlar, bizim geldiğimiz kamyona bindiler, dinlenmek için üsse geri döndüler.
Biz nöbeti devraldığımızda sokağa çıkma yasağı vardı, sokaklarda in- cin top oynuyordu.
Şehir dışındaki kırsal alandan devamlı silah sesi gelse de Merzifon sokakları sakindi.
Halk evlerinin önünde toplanmış, gelişmeleri takip ediyordu.
Benim nöbet tuttuğum sokak, Hükümet binasının batısına düşen geniş sokaktı.
Aylardan eylüldü, hava soğuktu, sırtımızda parke olmasına rağmen üşüyorduk, bu nedenle hem devriye atmak hem de ısınmak için sokağın iki başı arasında devamlı geziniyorduk.
Bir ara, galiba öğle saatleriydi, halkın ekmek vs. ihtiyacını karşılaması için sokağa çıkma saati bir kaç saatliğine kaldırılmıştı.
Halkın sokağa çıktığı o bir iki saatlik zaman diliminde olay çıkmasından tedirginlik duysak da, korktuğumuz olmamıştı, halk büyük bir sükunetle kurallara uyuyordu.
Devriye atarken, evlerden birinin kapısına çıkan orta yaşlı bir kadın; çay içip içmeyeceğimizi sordu.
Ben arkadaşa baktım, arkadaş bana baktı, çay bulmıuştuk, kaçıracak kadar enayi değildik.
Kadın çayı demlemiş, demliği ve bardakları sokak kapısına çıkarmıştı.
Çayın yanında çörek türü yiyecek de vardı.
2 bardak çay içtik, sokağın öbür başına gittik, geldik, bir daha içtik.
Bilmiyorum demlikten kaç bardak çay çıkmıştı, demliği bitirmiştik.
Bir daha demlesem içer misiniz dedi, soruyu ikiletmedik.
Çayın demlenmesini beklerken, sokakta devriye atıyorduk.
Vakit ilerlemişti, sokağa çıkma yasağı tekrar başlamıştı, hava kararıyordu.
Şehir merkezinden Hava hastanesine çıkan yolla, Hükümet binasına çıkan geniş sokağın arasındaki dar ve karanlık sokağın başındaydık.
Birinin bize yaklaştığını fark ettiysek de önce aldırmadık.
Öyle ya, bu şartlarda sokağa çıkmak cesaret isterdi, hayal gördüğümüzü sandık.
Hayır, gördüğümüz hayal değildi, karanlık sokaktan biri bize yaklaşıyordu.
Bu saatte gelen her kimse ya deli ya da art niyetli olmalıydı, akıllı bir insan bu saatte sokağa çıkamazdı.
Tüfeği gelene doğrulttuk, benim sesim çok gür olduğundan, DUUUUUURRRR, çektim.
Gelen şahıs durmadı.
Bir daha durmasını bağırdım, durmadı.
Bir daha seslendim, sanki karşımdaki sağırdı ya da intihar etmeye çalışan bir meczuptu.
Korkmaya başlamıştım.
Vurayım mı, biraz daha bekleyeyim mi diye ikileme düşmüştüm.
Adam vurmak hiç de zor değildi.
Zaten mermi namludaydı.
Tek yapacağım, tüfeği hedefe doğrultup nişan almak ve tetiği çekmekten ibaretti.
O kadar uyarmaya rağmen karanlıktaki şahıs bize oldukça yaklaşmıştı, aramızda 5-56 metre ancak vardı.
Bu mesafeden vuramamam, karavana atmam mümkün değildi.
Elimdeki M-1 Piyade tüfeği çok etkili bir silahtı, o mesafeden iki kişiyi bile delip geçecek kadar güçlü bir silahtı.
Tetiği çekmem halinde, 5-6 metre kadar ötedeki hedef, mermiyi yer yemez karşıdaki duvara kadar savrulurdu.
İhtimal, o korkuyla ben, bir mermiyle bırakmazdım, belki de tüfekteki bütün kurşunları yağdırırdım, hedefi delik deşik ederdim.
Sonra?
Sonrasını ben de bilmiyordum.
Kalbim hızla çarpıyordu, ellerim terlemişti.
Bütün mesele, nihayi kararı vermek, tetikteki boşluğu (istinat noktası) almak, tetiğe sonuna kadar asılmaktı.
Vurup vurmama konusunda kararsızdım.
Benim yanındaki asker benden bir devre kıdemliydi, doğal olarak emir komuta onda olması, beni yönlendirmesi gerektiği halde o da donup kalmıştı, bir bana bir de karanlıktan üzerimize gelen karaltıya bakıyordu.
İşte o bir kaç saniyelik zaman dilimi, hayatımın geri kalanını biçimlendirecek kadar hayatiydi.
Neyse ki karaltı,3. uyarımdan sonra zınk diye durdu, ellerini kendiğiliğinden yukarı kaldırdı.
Sağır mıydı, deli miydi, divane miydi, anlayamamıştım.
Bildiğim bir tek gerçek vardı ki karaltı, bir adım daha atmış olsa idi o dakikada vurulmuş olacaktı.
O hışımla karaltının üzerine çullandım, sarsmaya başladım, yere devirdim.
Yanımdaki arkadaş tüfeğini yerde yatana doğrulturken, ben, çömeldim, sağ dizimi boylu boyunca yerde yatan şahsın sırtına bastırdım, üzerini aradım.
Üzerinde herhangi bir suç aleti bulamadığım şahsı ayağa kaldırdım, ayaküstü sorgulamaya başladım.
Fırıncıyım, işe gidiyorum diyen adamı haliyle bırakamazdım.
Şahsı elleri havada önümüze kattık, Hükümet binasına doğru götürdüm.
Yüzbaşımız bizi görmüştü, bize doğru yürüdü ne olduğunu sordu.
Durumu kısaca anlattım.
Bölük komutanımız adamın doğru söylediğine ikna olunca serbst bırakmıştı, bize de görev yerimize dönmemizi emretmişti.
Geri döndük, çay içttiğimiz kapıya ilerledik, yeni demlenmiş bir demlik çay bizi bekliyordu.
Bir bardak çay içtik, ikinciyi yarılamıştık ki, çalan düdükle Hükümet binasına koştuk.
Sabahleyin bizim değiştirdiğimiz arkadaşlar uyumuşlar, dinlenmişler, bizi değiştirmeye gelmişlerdi.
Sokağı onlara emnet ettik, araca bindik, üsse geri döndük.
Nizamiyeden içeri girince her zamanki gibi bölük binasının önünde duracağımızı sanmıştık, yanılmışız.
Kamyon nizamiyeden içeri girince sağa dödü, bizim bölük binasının önünden geçti, çamaşırhanenin yanından sola döndü, ilerledi.
Karargah binasının alt tarafındaki caddeden ilerledik, bizim eğitim alanından tekrar sağa dönünce disiplin cezaevine götürüldüğümüzü anladık.
Bir gece önce çok sayıda ranza kurarak cezaevi haline dönüştürdüğümüz disiplin cezaevinin önünde araçtan indik.
Yüzbaşımız, içinde benim de olduğum 12 kişiyi orada bıraktı, diğerlerini koğuşlara gönderdi.
Emir bekleyen bizlere döndü, siz burada nöbet tutacaksınız dedi.
Bir gecede ansızın cezaevine dönüştülen binanın etrafında ne nöbet kulubesi ne dikenli tel ne de diğer koruma gereci yoktu.
Onar metre arayla cezaevinin etrafını sardık, nöbete başladık.
İlk bir saat ben binanın arka tarafındaydım, içeride ne olup bittiğini göremiyordum.
Bir arkadaşla yerimizi değiştik, o binanın arkatarafına, ben öne geçtim.
Binanın ön tarafındaki 4 odada parmaklıklar vardı.
Parmaklıklara yaklaştım, içeriye bir göz attım, içerisi doluydu.
Hangi odaya baktıysam, lebelep doluydu.
Sonradan öğrendiğimize göre, 03.00 da harekatın başlamasıyla, sokağa ilk çıkan birlikler önceden belirlenen adresleri basmışlar, kimi yakaladıysalar gözaltına almışlar.
Gözaltına alınan zanlılar ilk etapta pois karakollarına, Askeri İnzibat binasına götürülmüşler.
Buraları da dolunca misafir olarak bize gönderilmişler!
Odalar tıka basa insan doluydu ama hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Daha 24 saat önce ortalıkta terör estirenler süt dökmüş kedi gibiydiler, başlarını öne eğmişler, akıbetlerini merak ediyorlardı...
YORUMLAR
Militarizm ve darbeler bu milleti, çağdaş uygarlıktan en az 50 yıl geri bıraktı.herşey sırayla şimdi onlar silivri de hesap veriyor.
darbeler sonucu milynlarca insan sürgün edildi işinden üniversiteden oldu, işkenceyle sakat kaldı kimi yurt ışına kaçtı.
darbeelrin en az 3 milyon mağduru var bu ülkede.
bu insanların mağduriyetlerini unutup silivride yatanları savunanlar zeka düzeylerini ve vicdanlarını tekrar kontrol ettirsinler ya da yakın tarihi bir daha okusunlar.
kutlarım çok iyi bir yazıydı
teşekkürler.
Ümit İpekçeker
İlginç bir anı.
Yazınızı ilgi ile okudum. Tebrik eder, saygılarımı sunarım.