- 846 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Öykü Yarışması
Nuri geçmiş karşıma, karı gibi konuşuyor, ‘dır dır…’, susmuyor da şerefsiz. Bir kere dayanabilmem için yeteri kadar sabrımın olması lazım. Konuştuğum, görüştüğüm insanlar içerisinde kadın olanları biliyorum, tanıyorum onları, yeni bir şey söylemezler. Tekrar ustalarıdır kadınlar. Ancak iyi bir tekrar ustalığı bu, haklarını hiçbir erkek yememeli! Ama Nuri ‘dır dır’ metabolizmasını bozmuş gerçekten de. Konuştukça saçmalıyor, batıyor resmen. Tabi onun ağzına lokmayı koyan da, ıslatan da benim. Bakla mıydı yoksa? Her neyse. Çayı doldururken, incecik bileklerini hâlâ deli gibi saklıyor. Yıllar önce arkadaşlarla beraber havuza gidelim diye Nuri’ye çok diretmiştim. Ancak ne söylediysem razı olmamıştı. Yazın bile kısa kol giyinmezdi. Utanıyordu kollarının inceliğinden. Bir kez olsun kollarının pazu tarafını görmemiştim. Beş yıl kısa bir süre miydi? Edeplidir şerefsiz. Gelmemiş havuza. Ben isli ciğerime rağmen yine de iyi yüzüyordum, ancak her kulaç atışımda Nuri’yi havuza getirememenin can sıkıcılığı vardı. Suyun kaldırma kuvvetine karşılık, karşı yönden bir akıntının debisine maruz kalan vücudum yorgun düşüyordu. Mavi boneli adamın hızlı ve iyi yüzüşü beni de gaza getirmişti. Nuri’ye inat yüzmüştüm. Şimdi de o benim karşımda sırıtıp, sinir havuzumda kulaç atıyor.
Kafamın bozuk olduğu günlerden bir gün, Nuri çay içelim mi diye telefon açmıştı. İyi, içelim de, çayı demlemek yine bana mı düşüyordu? Lanet olsun, Bremen’den gelen çayın son yapraklarını Nuri için kullanamazdım, o çaydan ona demlemek istemiyordum. Ancak içimdeki insancıl duygular kabarmıştı. Garip bir merhamet şehvetine yenik düşünce, iki kaşık çayla bir güzel çay demlemiştim. (Güzel çay demlerim. Ama canım benim, o daha iyi demliyor.)
Her şey iyi hoş da, Nuri yoktu. Nuri, puştun evladı Nuri! Babasını sevmezdim Nuri’nin. Ben küçükken, Nuri’nin babası bir gıda fabrikasında mühendis olarak çalıştığı için, Nuri çok rahat bir yaşam sürmüştü. Ancak cin gibiydi Nuri. Parası olmasına rağmen boş yere harcamazdı. İki kardeşi vardı Bünyamin ve Sümeyye’de adında. Onlara karşıda hep nasıl tavır takındığını merak ederdim. Bilemezdim tabi, tam bir sünepeydi Nuri. Ta ki taşaklı bir üniversite mezunu oluncaya kadar!( Argo anlatma mecburiyetindeyim. Mazur görülmemesine de razıyım artık.) Babası gibi, o da özel bir fabrikada mühendis olarak işe başlayalı dört sene olmuştu. Ne zaman gözlerine dikkatle bakınsam, bana acıdığını fark ediyordum. (Acımak? Ah, lanet aziz ve azizelerin manastırlarda geceleri çıkarmamaya uğraştıkları inilti)
Cumartesi İkindi sonrası iş çıkışı, yanıma uğruyordu. Bu Ünlü Pisa kulesinin yıkılmaması için harcanan yaklaşık 45 milyon liradan daha değerliydi. Nuri yanıma geliyor ya, gelip bana bol bol nasihat ve akıl verecek. Ketçap gibi mübarek, sıkıyor, atıyor, sonra zorlanınca birkaç ‘pos, pıt, puf’ gibi saçma yansımalarla kendini şarj etmeye uğraşıp, eski volume geri dönüp, kaldığı yerden bombalamaya devam ediyor. Bir insan karşısındakinin zekasıyla alay edercesine, geri zekalı, salak, ahmak dediği müddetçe, o insandan hiçbir koşulda yardım beklenilmemesi gerçeği dünyada var olan bir realitedir. Nuri de bana karşı hep böyle davranması mı gerekiyordu? Bu sefer ne diyeceğini çok merak ediyordum.
Gelmişti, elinde Bim’den aldığı iki buono çikolata. Biri Antep fıstıklı, diğeri fındıklı. Antep fıstıklı olanı kendisi yiyecekti, fındıklıda bana kalacaktı. Aga nigi naga nigi Nuri! (Fındığı yiyen benim ama? )
‘Sen böyle değildin? Nasıl oldu da bu hale geldin ben de bilmiyorum ama sen de birkaç yıldır büyük değişmeler var. Bu beni çok rahatsız etmeye başladı.’
Ne demek istemişti ki Nuri? İşi bittikten sonra bir kez olsun aramamıştı. Aylarca aklımda olmasına rağmen, bir kez olsun ben de onu aramamıştım. Zalim mi olmaya başlamıştım? Para konusunda özellikle benim gibi müsrif birinin, nasıl olur da bir lira etmeyecek telefon görüşmesine isteği kalmıyordu.
İşte bu ve bunun gibi konuşmalarından dolayı. Beni yargılayarak başlaması ve sen böyle değildin, bu değişim beni rahatsız ediyor deyişi karşısında ben nasıl hissedebilirdim ki?
Nuri asıl patlamayı yapacağı anı kolluyordu. Buraya beni öylesine hal hatır sormak için gelmediğini iyi biliyordum. Bir sebebi olmalıydı, mantıklı bir açıklaması. İlk başlar bana ders vermek istediğini düşünmüştüm. Haklı da çıkmıştım.
Nişanlıydı. Nasıl bir kız Nuri gibi bir adamın mantıklı çıkarımları karşısında rahatça yaşayabilir, korkuyorum. Yazık o kıza! Özel bir üniversitenin Rektör yardımcısının kızıyla geçen sene tanışmıştı ve iki ay içerisinde de nişanlanmışlardı. Kızın biraz açık seçik olması Nuri’yi rahatsız etmiş olsa da, bazı özel sebeplerden dolayı yıllardır kafasında kurguladığı ilahiyatçı kızla evlenme hayallerini çoktan gömmüştü zihninin tarihine. Kız minyon tipli, güzele benziyordu. Ama önemli olanın kafa uyuşması olduğunun farkındaydım. Ten uyumuna dair ise herhangi bir değerlendirme yapmak istemiyordum.
Cebinden çıkardığı kâğıtları görünce şaşırmıştım. Çayından iki yudum aldıktan sonra, muzip bir gülüşle söylenmeye başlamıştı.
‘Hım… Bendeniz yazarlığın daha ilk basamağında olan… Hah hah, kitap çıkarmak için para mı biriktiriyorsun sen dostum? Benden isteseydin ya para? Ne çocuksun sen ya, abi hiç dostlar arasında böyle ayrılık gayrılık olur mu? Ne kadara ihtiyacın var, kaç bin liraya?’
Yeşilçam’dan mı çıkmıştı göt? Asabımı bozmak için her türlü girişimde bulunabileceğini biliyordum, ama bu kadarını beklemiyordum. Belediye çağında düzenlenen hikâye yarışmasına yedi kopya ile eserimi göndermiştim ve bu kopyalardan biri Rektör Yardımcısı, ünlü fikir adamı Ani Kemal Tekin’in evine gitmişti. Ani Kemal Bey, kızına dosyaları vermiş ve onun seçimine güvendiğini belirterek, bu önemli işi kızı Meryem’e bırakmıştı. Bizim salak Nuri benden de bahsetmiş bir keresinde nişanlısına. O da beni cadde de yürürken görmüşler de, öyle anlatmış bu benim arkadaşım diye. Yoksa benim bahsimin edileceği herhangi bir konu açması mantıklı olur muydu hiç?
Kız’a adımı soyadımı da söylediğinden, okuduğu hikaye dosyaları içerisinde kısa özgeçmiş arasında benim adımı soyadımı görünce hemen Nuri’yi aramış, ve beni gördüğü şeyin bana ait olup olmama ihtimalini sormuş. Mevzu Edebiyat olunca, Nuri’de kesin ben olduğumu düşünerek, evet o demiş ve dosyayı rica minnet fotokopi çektirdikten sonra, iki gün sonra da içinde kalanları söylemek için yanıma gelmişti. (Gelmemesi için ne yapabilirdim ki? Yok, gelme deseydim ömrünün sonuna kadar benimle konuşmayacağını iyi biliyordum.)
‘Can, ilk zamanlar iyi birisi olarak duruyordu. Ancak zamanla gerçek fıtratı ortaya çıkmaya başlamıştı. Sapığın tekiydi kendisi. Çay ocağına bakan Uygar Hanım’dan başlamak üzere, iş yerindeki diğer kadınlara ve gelen müşterilere karşı fantezileri vardı. Elli iki yaşında, hasta kocasına bakmaya çalışan Uygar Hanım’a karşı kurduğu fanteziler, mide bulandırıcıydı. Kadın ağır bir dönem geçiyordu. Hem menopoz evresinin ortalarındaydı hem hasta kocasına bakma yükümlülüğü altındaydı. Sinan sonradan Can’ın Uygar Hanım’a kurguladığı fantezisini şöyle anlatmıştı: ‘Abi bu çocuk pezevengin teki ya! Namusuz bu ibne ya abi! Uygar Hanım hakkında öyle şeyler söylüyor ki, dövmemek elde değil ya! Namert bu, kişiliksiz. Kadını merdivende şey yapacakmış… Ya elinde çay tepsisi yürüyor ya bu kadın yavaş yavaş, sancısı filan oluyor hani. Kaç kez ambulans götürdü zavallı kadını zaten hastaneye. Bu puşt ise… Neyse abi, senin de canını sıktım ama… Dayanamadım abi, bunu iyice dövmeli ya iş çıkışında.’
Can’ın puştluğu bana dokununca, harekete geçmiştim. Bir gün sevgili eşim iş yerine gelmişti. Can işe başlayalı 1.5 sene olmuştu ve eşimi ilk defa görmüştü. Çay molasında, tuvalete girip, eşimin yanıma geldiği an söylediklerini düşünmek üzere rahatlamak istiyordum. Evin yerini laminant parke ile kaplamamız gerekiyordu ve bunun için birkaç ay daha dişimizi sıkmamız gerekiyordu. Kendisi iş başvurusundan sonra yanıma uğramıştı. Benimle konuşmak için akşamı bekleyememişti.
Süslenmemişti pek, bildiğim o güzel kadın, eşim yanıma uğramıştı. İçimi kıpır kıpır eden yürüyüşü bile onu kıskanmam için yeterli bir sebep oluyordu. İlk zamanlar kıskançlığım yüzünden pek çok defa tartıştığımız da olmuştu. Saçları neredeyse sırtında çıkan küçücük sivilcenin hizasına kadar gelmişti. Gerçekten çok uzamıştı saçları. Geçen hafta saçlarını boyarken, iki kutu siyah kestane saç boyası kullanmıştık. Parmaklarımla boyayı saçlarının dibinden başlamak ve uçlarına doğru getirmek üzere defalarca aynı işlemi uygulamıştım. Saç boyamayı hem kokusundan hem de zahmetinden dolayı pek sevmiyordu ve benim ona yardımcı olmam onu çok sevindiriyordu. Son saç boyama işleminde ise, banyoda uzun süre öpüşmemiz garip neticelere vesile olmuştu. Saçlarını her ne kadar toplamış olsam da, çılgınca öpüşürken saçındaki boyalar benim saçımın ön kısımlarına ve yüzüme bulaşmıştı. İki eliyle yüzümdeki boyayı temizlemek için uğraşırken, saçıma değen boya itibariyle, saçlarımın ön kısmı normal saçıma göre daha siyah olmuştu. Saçını yıkadıktan sonra, İran’dan gelen özel şampuanla saçlarını yıkayıp, bir güzel küvette sevişmiştik de.
Tuvaletin en köşesindeki bölmeye girdikten sonra, kafamda hesaplar yapıyordum. Sigaraya verdiğimiz parayı biraz azaltabilseydik, sonra arabayı daha az kullansaydık, bu yıl artık ne gömlek, ne pantolon, hiçbir giysiye para vermeseydim ve elimde olanlarla idare etmeye çalışsaydım, başarabilir miydik acaba?
Eşimle aramızda ilginç bir problem vardı. Ne zaman tutkulu öpüşsek ve istem dışı olarak dişlerimde dudaklarını sıkıştırıp, emsem, dudakları morarıyordu. Bunun için cildiye doktoruna da onu götürdüm. Utanıyordum elin oğluna derdimi açmayı, ama eşim dayanmamıştı daha fazla sessiz kalmam karşısında: ‘Doktor Bey, kocam ile öpüşürken her seferinde dudağım morarıyor. Kimi zaman şu bıyık kısmı var ya siz de, orası da siyahlaşıyor. Engel olamıyoruz, ancak böyle de bir sorunum, sorunumuz var. Sizce benim tenim yüzünden mi bu?’
Doktor eşimin yüzüne baktıktan sonra, hınzırca bir gülüşle bakışlarını bana çevirmişti. Suçlu muydum? Sanki yapmamam gereken bir şeyi yapmışım ve de öğretmenim tarafından ilginç bir uyarı alıyorum gibi hissetmiştim. Doktor Bey kırıntısı hınzırca gülüşüne devam ederek, tavsiyelerini sıralıyordu: ‘Beyefendi, sanırım tutku şiddetinizi iyi ayarlamanız lazım. Malum, kadınların cildi erkeklerin cildine göre daha hassas ufak bir baskı da morarmaya müsaittir tenleri. Ben eşinize krem vereceğim, iki adet, eczaneden alırsınız da, dediğim şeyi unutmayın ama olur mu? Sıkarak değil dişlerinizi, rahat rahat emin karınızın dudaklarını.’
Ne diyordu lan bu Cildiyeci? Neyse ki eşimin iki kaşının azıcık çatılıp, aşağı doğru eğilmeleri ile birlikte sinirime hâkim olmuştum. ‘Dur’ demişti karım, ‘sakin ol’ o kaş işaretiyle. ‘İyi günler, kolay gelsin doktor’ deyip çıkarken, arkamdan bağırıyordu ahmak Hipokratçı: ‘Aman, dikkat edin Beyefendi. Dediğim gibi şiddeti azaltın. Hassas, hassas...’
O gün dudağındaki hafif morartı ile iş yerine gelmişti. Can’ın ve çalışanlardan iyi bir çocuk olan Sezai‘nin sesini duymuştum. Tuvalet’te ki işim bitmiş olmasına, onlar gidene kadar dışarı çıkmamaya karar vermiştim. Ve beynime kaynar suların döküleceği anlar, tuvaletteki o konuşmayı dinledikten sonra var olmaya başlayacaktı.
’Sezai, bugün biri geldi buraya. İki saat önce. Kadını göreceksin, uzun, taranmış siyah saçlar, gözlerinde sürme, değişik, yamalı ancak sanatsal bir etek de giymiş. Üzerinde yakalı siyah bir kazak vardı. Onun üzerinde de eteğiyle aynı renk de, bordo, gülkurusuna benzer deri bir ceket. Eski İtalyan filmleri gibiydi kadın. Dudağında da morartılar vardı sanırım. Uzaktan görebildiğim kadarıyla…’
‘Yine mi Can? Bu sefer fantezin ne peki?’
‘Sezai, hıyarlaşma, böylesini öyle böyle değil, sanatsal sikersin lan. Kırbacı, külotlusu, dildosu artık hak getire!’
‘E, nerede?’
‘Nerede olacak, tabi ki eski tip, işleme yatak başlığı olan bir yatak da, tüller filan uçuşuyor. Buna beyaz bir gecelik giydirdin mi tamamdır işte. Daracık ve suludur bunun cenneti. Göğüslerini de limon gibi sıkarsın. İtler gibi yapacaksın bununla.’
‘Beyaz mı? Sarı olsa gecelik?’
‘Hay senin zevkine sıçayım Sezai.’
Can puştunun bahsini açtığı kadın, kadınımdı. Kemeri nasıl bağladığımı dahi hatırlayamıyordum. Şerefsiz pisuar’da hâlâ şeyiyle oynarken, Sezai’de havlandırma altında sigara içiyordu. Can’ın puştun, şerefsizin biri olduğunu duymuştum da, bu kadar olabileceğini zannetmiyordum. Tahmin edemiyordum. Pisuar önünde şeyini okşarken, az önce karım hakkında kurduğu fantezinin inceliklerini Sezai’ye de duyuracak şekilde tekrar ediyordu. Şerefsizin gözlerinin kapalı olduğunu hissedebiliyordum. Gömleğimin ön cebine koydum karımın hatırası dolma kalemiyle Can’ın yan tarafına öyle bir sinirle saplamıştım ki, Sezai sigarayı avucunda söndürüp, deliler gibi bağırmaya başlamıştı. Kanlar içinde yere yığılan Can’ın bağırmalarından başka çıkan tek ses, bütün iş yerinin tuvalete toplanma sesiydi. Kadınlar da meraklı bakışlarla tuvaletin kapısında içeriye doğru bakıyorlardı. Şerefsizin az önce okşadığı sabunlu organı da herkesin gözünün önündeydi.
Neresine sapladığımı tam olarak bilmiyordum, ama böbrek, sırt tarafına doğru iyice sert bir şekilde dolma kalemi sapladığımı hatırlıyordum.
Hastaneye kaldırılmıştı ve durumu iyiydi Can’ın. Bütün işyerinin şaşkın bakışları arasında, sessiz sakin, efendi adamın elinde karısının hediye ettiği dolma kalem ve diğer taraf da yer de yatan sapık Can vardı. Polis ve ambulans iş yerinin ana kapısı önüne geldiğinde, ne yaptığımı kavramaya başladım. Adam yaralamıştım, hem de kasten gebertmek kastıyla!
İş yerinden Nebahat Hanım sağ olsun karıma haber vermişti. Çocukları komşuya bırakır bırakmaz, Emniyet Müdürlüğüne gelmişti. Berbat bir akşamdı, berbat bir gece olacaktı. O gece işlemleri adamakıllı yapılmasının isteği doğrultusunda nezarethanede kalmıştım. Kahretsin ki, diğer gün de. Can o gün ameliyata alınmış ve birkaç dikiş ile şerefsiz bu olayı atlatmıştı. Olan bana ve eşime olmuştu. Hiçbir şeyi kanıtlayamamıştım mahkemede. Babası emekli tuğgeneral olunca, mahkeme zamanı bile ivedi olarak erken bir tarihe alınmıştı. Sezai puştu, Uygar Hanım kancığı, Sinan yılanı… Psikolojimi bozmuştu hepsi. Can’ı sevmeyen, ona kızan tayfa, sus pus olmuş, olayın şahsi olduğuna dair beyanatlar veriyorlar ve benim Can ile çakıştığımı önceden, kendilerine de her zaman Can ile görüşmemelerini, konuşmamalarını istediğimi söylemişlerdi hem yazılı hem de sesli.
Tutuksuz yargılanmayacağımı biliyordum, ama işin bu kadar büyüyeceğini de bilememiştim. Can ve babası büyün oynamışlardı. Can’ın annesi, ikide bir oğluna öpüp, bana Hitler’mişim gibi bakıyordu. Dolma kalem silah kapsamında sayılmıyordu ve kasten adam yaralama suçu haricinde, sağlığına zarar verecek bir neticede vuku bulmamıştı. Hâkim’in yüzünde garip bir ikilem vardı. Savcı niye koskoca adamı azarlıyordu ki? Arkadaki ses, güzel karımın ağlama sesi mi?
İki buçuk yıl hapis mi? Ciddi misiniz Hâkim Bey? Hangi Türk yasası bu, adalet nerede? Ağlama ne olursun fıstığım, ağlama! Ben sensiz iki buçuk yıl, nasıl kokunu almadan, sarılmadan dayanabileceğim?’
Nuri kahkaha atıyordu. ’Bununla yarışmayı kazanmayı nasıl beklersin?’ diye uzunca sırıtıyordu. Acıtmaya ve saçmalamaya devam ediyordu:
’Ulan gerizekalı kaç kadınla beraber oldun da böyle evlilik muhabbetleri açabiliyorsun öykülerinde. İnsan daha mantıklı bir şeyler yazmaz mı?’
Yanıma gelirken, aşağı sokaktaki manavdan elma ve portakal almıştı. Ben tabağın içine elmayı ve portakalı soyup dilimlerken, Nuri konuşmaya devam ediyordu.