- 640 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
RAYLAR AKARKEN UMUDA
“ İnsan gaderini yaşar” dedi mağrur, bilgiç bir ses. Herkes dönüp baktı sesin geldiği yöne doğru. Yüzüne olduğundan daha ciddi bir ifade oturdu, sesin sahibinin. Kompartımandakiler döndüler önlerine ki sesin sahibinin öyle dikkate değer bir görüntüsü yok gibiydi. Öylesine konuşuyormuş hissi uyandırdı. Yine de birazcık da olsa fark edilmişti ya, devam etti:
- Hasta bu adam gedemez gari. Nasip deelmiş, nedsin garibim. Gayrı köyüne döner. Eee ne demişler, “yazılan gelir sağ olan başa” napalım gader.
Bu sefer dönüp bakan olmadı. Herkeste bir düşünceli hâl peydâ oldu ki ağızları bıçak açmıyordu. Ne olacağını bilen yoktu. Daha önce kaderlerinin yoksulluk ve bahtsızlık üzerine yazıldığını düşünen bu insanlar, ilk defa kaderlerinin umuda götüreceğine inandıkları bir yolculuğa çıkmışlardı. Ama bir endişe de içlerini kemiriyordu. Bu yolcululukta ve sonunda karşılaşacakları durumlar için, kaderin gülümsemesini bekleyeceklerdi. Kimse diğerinden daha fazlasını bilmiyordu. Umuda yolculuktu yaptıkları ama henüz umut görünmüyordu. Nehirler geçtiler, dağlar aştılar ama umut hâlâ uzaklardaydı ki görünmüyordu. Başlarına nelerin gelebileceği de meçhuldü. Şu ateşlenen adam gibi hastalanabilir, henüz bu yolculuğun başında sayılırken, sonu da gelebilirdi. Bu yolculuk umuda varmak yerine hüsrana da varabilirdi. Bütün bunlar faraziyeydi ama bu zavallı adam bir gerçekti. Ne olacaktı şimdi. Almanya’da olacaklara dair kafalardaki soru işaretleri, istenmedik bir olay olduğunda pişmanlık uyandırıyordu. Köylerinde kalsalar daha mı iyiydi yoksa. Karşılaşılan her zorluk, bu umut yolculuğunda bundan sonra olacaklara dair umutsuzluk kaynağı oluyordu.
Kara tren simsiyah dumanlar savurarak masmavi gökyüzüne ve takur tukur takur tukur sesler eşliğinde bir dağ daha aşıyordu. İkinci mevkînin 5.kompartımanında hastalanan adamın etrafına toplananlar, hâlâ bir karar verememişlerdi. Keskin bakışlı, sakin duruşlu bir adam tok sesiyle “Sınırda dövlet görevlileri vardır, onnara teslim ederik. Onnar icap edeni yapallar nasıl olsa” dedi. Hasta adam öksürüklere boğulan sesiyle -öksürükten bir fırsat bulup- güçlükle konuşabildi:
-Yok Allanı seven böle sölemesin, beni bırakman. Dedi yorgun sesiyle ve yüzünde acıklı bir ifadeyle. Başında bekleyenlerden biri:
- Dokdurlar mâyene edmedi mi ki bu adamı. Dedi. Hasta adam:
- Yok bişeyim zehirlendim herhal.Dedi zar zor konuşarak.
Adamcağız davullu zurnalı -tıpkı askere gidişi gibi- uğurlanmıştı köyünden, dönmek mi, ölüm olsa kâr etmezdi.
- Ölürüm de dönmem. Dedi. Sanki sesi bu sefer gürleşmişti, can gelmişti sanki. Etrafındaki herkesle kader yoldaşı idi. Kimse bir şey diyemedi bunun üstüne. İçlerinden biri “hee ya dooru bu garibe saap çıkak, eyileştirek garibi.” Adamcağızı iyileştirmek için seferber oldular. Azıklarından şifa otları, macunlar çıkarmaya başladılar. Gurbet yolcuları garipliğin ilk dayanışmasını, Almanya treninde göstermişlerdi bile.
Yozgat’tan, Konya’dan, Adana’dan, Adıyaman’dan, Maraş’tan gelmişlerdi Sirkeci Garına. Ellerinde tahta bavullar, ayaklarında lastik ayakkabılar, yemeniler, başlarında sekiz köşeli kasketler, şalvarlı yelekli yağız Anadolu delikanlıları. Yokluğun yoksulluğun cenderesini, Alman ellerinde çalışarak kıracaklardı. Öyle fazla da kalmayacaklardı. İki yıl demişlerdi zaten büyükler. İki yıl çalışacaklardı Alman ellerinde ve döneceklerdi köylerine. İçlerinde bu yolculuğa çıkmaktan başka çaresi olan yoktu. 5.kompartımanda yaşananları, 6. kompartımanın yolcularından bazıları da görmüşlerdi. Oradaki kasvetli hava onları da derin düşüncelere daldırmıştı. Havayı dağıtan bir adam:
-Maraşlıyım… Türkoğlu’ndan Ömer dedi. Pala bıyıklı karayağız bir delikanlıydı. Karşısında oturan hafif sarı saçlı, kumral yüzlü, ince bıyıklı otuz beşinde gösteren adam:
- Eyvallah ede. Ben de Kayseri Develi’den Bedir dedi. Bir başkası:
- Ben de Adana Kozan’dan Ziya. Dedi. Kaynaşıyorlardı yavaş yavaş. Tren Sirkeci’den ayrılalı 2 saat oldu olacaktı.
- Bişey deyiveecen gari ben. Dedi. Tıknaz, kısa boylu, bıyıksız, düz saçları sağa yatırılmış, özensiz giyilmiş bir ceket ve cepkenle, ayağında lastik ayakkabı, boynunda mendil olan adam.
-Ben de Denizli Acıpeyam’dan Iramazan. Bindik bu şimendifee de gedeyoz ya. Eyyi mi eddik kötü mü edeyoz ben bilemedin gari. Bişey deyiverin gari de, ırahatlayam gadeşler.
-Bana da Duran derler.Gonyalıyım arkadaşlar.Ben çok soruşturdum. Dövletimiz annaşmalar yapıp, her bişeyi usulünce, hallince yapmış. Ööle siz gidin deyip goyvermemişler.Dahası bizi bando ile garşılallarsa şaşman heç.
- Oh oh essah mı deyon Duran ağa ırahatladım valla. Dedi Acıpayamlı Ramazan.
- Essah essah gardaş.Heç marak etmen.Ha…! Şu olur bu olur bilmeeyorum. Amma böle iken böle dedi böyüklerimiz.
Develili Bedir de onayladı, Konyalı Duran’ı. Ramazan’ın kaygısını taşımayan yoktu aslında. Çokları askerlik günlerini dışında hiç büyük şehir görmemişlerdi. Görenleri de büyük şehirde yaşamak düşüncesi tedirgin ediyordu. Geleneği, göreneği başkaydı şehir insanının, töresi hiç köylere benzemiyordu. Hemen hemen hepsinin aklından geçiyordu bu düşünce. Hele hele Almanya… Şehir de olsa aynı dinden aynı millettendi fakat şimdi gidecekleri memleketin dili de yaban, dini de yabandı. Kayserili Bedir “Acaba ne iş yaptıracaklar ki bize.” diye sordu. Kozanlı Ziya “fabrikadır” dedi. Maraşlı Ömer “yahu ben tarlada çalışmaktan başka iş bilmem ki nası ederik” dedi. “Gardaşşş” dedi muhabbete yeni katılan bir ses.”Herkes anasının garnında öörenmiyo ya fabrika işini, ööretiller nasıl olsa biz de örenirik deel mi” dedi. Bedir “valla dooru” dedi. Ziya: “sen nerelisin gardaş” dedi muhabbete yeni giren adama.”Ben Osman… Deli Osman da deller. Yozgat Boğazlıyanlıyım” dedi.
Tren ağır ağır ilerliyordu. Ekim ayı olmasına rağmen hava çok sıcaktı. Sanki böyle sıcaklarda Kara trenler daha bir ağırlaşıyordu. Pencereden bakanlar Trakya’nın ovalarında hasatı yapılmış ayçiçeği tarlalarına bakıyorlardı. İçlerinden biri “ ne biçilmiş bu tarlalardan” dedi. Bedir “ ayçiçeği ekeller buralarda” dedi. Başka birisi “bizim oralarda da ekilir” dedi. Ayçiçeği tarlaları arasında neredeyse duracak gibi yavaş ilerleyen Almanya treninde ayçiçeği muhabbeti sarmıştı ikinci mevkînin 6. kompartımanını. Hemen yanındaki 5. kompartımanda hastalanan Afyonlu Ali’nin ateşi biraz düşmüş uykuya dalmıştı. Hasta bedeni yorgun düşmüştü. Başında bir arkadaşı bekliyordu. Bir ihtiyacı olursa diye.
Üç gün sürecek demişlerdi. Daha üç saat olmuştu. Tren ağır ilerliyordu. Sınır kapısına da çok kalmamıştı. Kompartımana bir sessizlik çökmüştü. Hepsi de aynı şeyi düşünüyordu. Gerçekten umuda mı gidiyorlardı yoksa hayal kırıklığımı vardı kaderlerinde. Maraşlı Ömer en dalgınıydı. Aklından geçenleri kendi kendine sormadan edemiyordu. Almanya acaba nasıl bir yerdi. Orada da böyle ağaçlar, böyle ovalar, böyle dağlar, dağlarında yaylalar, yaylalarında kekik kokuları var mıydı, öyle nehirler, ırmaklar var mıydı? Almanlar onları nasıl karşılayacaktı. Sonra nasıl da muayene etmişlerdi memlekette. Hatta doktorlar ona “dişlerin pek sağlıklı değil, diş sağlığına dikkat et” demişlerdi. Gittiğimizde acaba Almanlar da yine muayene edecekler mi diye düşünürken bunu arkadaşlarına sormak fikri uyandı.
- Arkadaşlar bizi memlekette mayene eddiler ya acep varınca Alamanlar da gene mayane edeller mi? Duran kaygılı olan Ömer’e;
- Ne o gardaş bir müşgülün mü var hele?
- Yok ede… Valla aslını sorarsan dişlerin eyyi deel dedilerdi. Duran dudağında tatlı bir tebessümle cevap verdi.
- Yok yok artık gonturol monturol yok, gaygılanma.
- He eyyi. Dedi Ömer kafasını indirip kaldırdı, inandığını başıyla da tasdik etti. Aslında dert ettiğinden daha çok aklından geçen her şeyi, kafasını bulandıran her karışıklığı paylaşmak, güzel şeyler duyup rahatlamak istiyordu. Öyle çok düşünecek şey vardı ki.
Almanya yeniden kuruluyordu. Almanya ile beraber onlar içinde yeni bir dünya kurulacaktı. Herkes bu yenilikten payını alacaktı. Bu yolculuğun başlama nedeninde Anadolu’nun bağrından kopan yiğitler için umut vardı. Bu umudun peşinden sonuna kadar gitmek vardı. Kafalarında bin bir endişe olsa da. Bu yolculuğun başı belliydi ama sonu tamamen belirsizdi. İlk kafile olmaları da durumu zorlaştırıyordu. Daha önce gidenler olmuş olsaydı bir haber sorarlardı, gittiklerinde yol yordam öğrenirlerdi. Artık bu görev kendilerinden sonra gelecekler için onlara düşüyordu.
Sınır kapısına gelmişti tren. Kimini dertlendiren, kimini ürküten, kiminin tam anlamıyla kayıtsız kaldığı, düdüğü öttü trenin. Meraklananlar pencerelere koştular. En başta da Ömer koşmuştu pencereye. Trenin fren kampanasından çıkan koku ve duman etrafı sarmıştı. Kafasını pencereden daha da uzatınca “Kapıkule Sınır Kapısı” yazısını okudu. Daha bir ürperdi. İşte sınıra gelmişlerdi. Burası memleketin uç noktasıydı.Bundan sonra yaban ellerdi, gurbet ellerdi.Vermiş olduğu kararın gelmiş olduğu noktasında, pişmanlığı ağır basmaya başlamıştı.İçi sıkıldı.”Yok ben gitmiyorum, geri döneceğim…!” Diye haykırmak istedi. Yutkundu, göğsü daraldı, derin bir nefes almak istedi. Kalbi sıkıştı. Sonra yutkundu. Yerine oturdu. Duran onun sapsarı kesilen yüzüne baktı ve;
- Ömer gardaş, betin benzin sarardı, neyin var eyyi misin ede? Ömer soluk soluğa;
- Gardaş ben kötü oldum. Kekeleyerek zar zor “Ben geri dönecem.” dedi.
- Yok gardaş yok olur mu heç, aha çıkıyoruz memleket sınırından… Dedikten sonra durumu fark etti.
- Ha annadım sen ondan böle oldun. Sınıra gelince… Tamam annadım... Bir an durakladıktan sonra şöyle devam etti.
- Bak gardaş biz bu yola geri döneceez diye çıkmadık. Hadi döndün, ne deyecen köye dönüp. Ben gurbete gedmekden korkdum mu deyecen. Sen çocuk musun dimezler mi? Sen osanmadın mı bu irezillikden, fukaralıkdan, açbilaç yaşamakdan osanmadın mı deyecekler. Ne deyecen o vakit? Ha söle ne deyecen Ömer gardaş?
Ömer biraz sakinleşti bu sözler üzerine. Gözünün önüne geldi çağa çocukları. Ve yavuklusu, can yoldaşı Dilber’i geldi gözünün önüne, bir göz evleri geldi. Köyün ağalarının tarlalarında Dilber’iyle çapa yaptıkları anlar geldi gözünün önüne. Sonra, Dilber’le son gece konuşmaları düşündü. Ona “ gedme Ömer yabana gedme biz nası ederik buralarda” demişti. O da “Dilber’im bu sefaledden gurtulacaaz yoksa ben isdermiim sizi saapsız goyup gedem yabana, isdermiim Dilberim. Yokluk çok kötü Dilber’im. Hemi bak ben sana gözel gözel fistanlar alacam, koluna bilenzikler, ak gerdanına beşi bir yerdeler alacam onun uçun gedecem Dilber’im onun uçun gedecem” demişti. “Ondan kerli eyyi para gazanırsak, bir iki dönüm tarla sahabı oluruk. Gendi tarlamızı ekik biçerik, muhannete mohtaçlığımız galmaz.” Demişti. Dilber boynunu bükmüştü. Gözünün önüne geldi tüm bunlar. Şimdiden özlemişti onları, ama kafasında gitmek fikri sabitleşiyordu. Duran’ın söyledikleri yatmıştı kafasına. Zaten bu sebepden bu yolculuğa -bu umut yolculuğuna- çıkmamış mıydı? O sırada bir görevlilinin koridorda yüksek tonda “herkes trenden insin gümrük işlemleri yapılacak” sesi duyuldu.”Haydi arkadaşlar” seslenişleri arasında tüm yolcular yavaş yavaş trenden inmeye başladılar. Trenden inenler arasında Afyonlu Ali de vardı. Koyu giri ceketi hasta yatarkende üzerinde olduğundan kırış kırış olmuştu. Aynı renkteki şalvarı da kırış kırış olmuştu. Ayağındaki lastik ayakkabının topuklarında yama vardı. Bu görüntüsüyle fakir Anadolu’nun gariban köylüsünün tam bir portresiydi göz önündeki hali. Onları yaban ellere, umut yolculuğuna çıkaran sebebin ta kendisiydi bu hal. Ali ağır aksak yürüyebiliyordu. Aslında yürüyebilecek durumda değildi ama arkadaşlarının konuşmaları sırasında “sınırda yetkililere bırakalım” sözleri onu ayağa kaldıran, ona kuvvet veren itici güç olmuştu. Ben hasta değilim görüntüsü vermek istiyordu. Koluna girmek isteyen arkadaşını bile reddetti bu amaçla. Ağır ağır indi trenden ve gümrük binasına doğru yürüdü.
Gümrük işlemleri bittikten sonra trenden, “haydi kalkıyoruz umut seferinin Almanya yolcuları” der gibi öten düdük duyuldu. Bu bir uyarı anlamı taşıyordu. Herkes bu uyarıya uydu. Kompartımanlar doldu yeniden ve Türkiye sınırlarından ayrılmak üzere ikinci kez düdüğünü öttürdü tren ve duman duman bir hasretin kokusu yayıldı yine tren kampanalarından. Tren hızlandıkça yolcuların kalp atışları da hızlanıyordu. Yolculuk şimdi daha farklı bir boyuta geçmişti bile. Pencereden baktıklarında artık memleketten renkler, memleket havasından tatlı bir esinti girmeyecekti içeri. Gökyüzünün rengi, toprağın kokusu, ağaçların yeşili, suyun tadı aynı olmayacaktı Anadolu’nun gurbet yoluna düşmüş yağız delikanlılarına. Hepsinin gözlerine uzak uzak bakışlar oturdu. Uzun bir süre kimsenin ağzını bıçak açmadı. Suskunluğa dönüşen bir endişe kapladı tüm kompartımanları. Köylerinden başka bir mekanda uzun uzun solumayan bu insanlar, şimdi yad eller yolunda, demir raylar üzerinde akıp giden trenin takur tukur seslerinde; kulaklarında kalan türkülerle, hoyratlarla, baraklarla bir hasrete adım atıyorlardı. Damaklar kurumuş, ellerde bir titreme, yanaklardan süzülen yaşları “erkekler ağlamaz” düsturuna binaen sakladıklarından, kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu. Gâh pencerelere gâh koridora sığındılar sakladıklarından ötürü. Dışarı vurulamayan duyguların havada bıraktığı kasavet, gözle görülmeyen, gönülle duyulan ağır bir hüzün oldu, doldurdu kompartımanların içini.
Bulgaristan gümrüğünde gurbette olmanın ilk yüzleşmesi gerçekleşti. İlk defa başka bir lisanla konuşan insanlar gördüler. Şaşkın ifadelerle izlediler Bulgar görevlileri. Kozanlı Ziya uzun bir aradan sonra ilk konuşan oldu;
- Arkadaşlar hangi milletten bunlar? Bedir cevap verdi:
- Memleketten çıkınca ilk Bulgar memleketinden geçeceniz dediydiler İstanbul’da. Konyalı Duran teyit etti.
- He dooru arkadaşlar.Bunnar Bulgar gâvırı.
- Vay be demek bunnar Bulgar. Dedi Ziya dudaklarında ve gözlerinde şaşkın bir ifadeyle.
İlk tuhaflıklar ve gümrük kontrolleri bittikten sonra, tren yine yol almaya başladı demiryolunda. Yine sessizlik çöktü 6. kompartımana. Yorgunluk belirmeye başlamıştı vücutlarında. Ramazan uyumuştu bile, Duran da esnedi ve kafasını bıraktı geriye. Bedir pencereden bakıyordu. Sağ eliyle sakalını sıvazlıyordu. Gözlerinde hasretin resmi görünüyordu. Boy boy bebeleri gâh gülüşmeleriyle gâh ağlamalarıyla geçiyordu gözlerinin önünden. Özlemişti şimdiden. Daha uzun zamanlar geçecekti böyle. En zoru da budur gurbetliğin yavukluyu ve yavruları özlemek. Derin bir of çekti. Ağlamak… Belki ağlardı şimdi, daha önce ağlamış olsaydı.”erkekler ağlamaz” Develi’de de değişmeyen bir kuraldı. Bedir de yaslandı arkasına ve çocuklarını rüyasında görme umuduyla kapattı gözlerini.
Tren Sofya’yı geride bırakıp Belgrad’ a doğru yol alıyordu. Konyalı Duran “hey gidi heyy” dedi iç çekerek. Osman:
- Gardaş, sen de benim gibi dedelerimizin annaddıkları akıncı hekayelerini mi geçiriyon aklından.
- He ya gardaş. Nası düşünmem. Aha da hep bilmez miyik, sölemez miyik o türküyü: “tuna nehri akmam diyor/ etrafımı yıkmam diyor/ şanı böyük Osman Paşa pilevneden çıkmam diyor.” Ahh be ah. Buralarda az mı at goşturmuş dedelerimiz.
“Gardaş” dedi Osman. “Bu Tuna nehri nerdedir”? “görücük herhal gardaş görücük” dedi Duran. Diğerleri de hayret içinde dinliyorlardı. Galiba haberleri yok tüm konuşulanlardan. Ziya “ben duyardım da bilmöödüm, oraların, buralar olduunu”. “Ne diyon Ziya gardaş serhad boyları deller buralara” dedi Duran. Tanıdık bir şeyler; eskilerden bir iz arar gibi, bir yağız at kişnemesi duymak ister gibi bir akıncı palasının güneşten aldığı ışığını görmek ister gibi hasretle bakıyorlardı, hep beraber sıkıştıkları tren penceresinden. Sessiz, derinden ve inceden bakıyorlardı ve bir saygı duruşu edasıyla duruyorlardı yan yana kol kola.
5.Kompartımanın Afyonlu Ali’si artık daha iyiydi. Hatta kalkıp yürüyordu bile. Hemen yanındaki 6. kompartımana girdi. Oradakilerde teşekkür etmek istedi. Hastayken onlarda ellerinden geleni yapmışlardı. İçeri girdi:
- Saolun gardaşlar Allah ırazı olsun. Bana yapdığınız eyiliği heç unutmeycem. Maraşlı Ömer pencereden dışarıya bakıyordu, sesi duyunca dönüp baktı. Afyonlu Ali’yi görür görmez tanıdı. “gardaş” dedi, sarıldı boynuna. Asker arkadaşıydılar. Son görüşmelerinden bu vakte kadar yaşadıklarını bir bir anlattılar. Sorular sordular, cevaplar buldular. Ali hasta olduğundan yavaş yavaş iyileştiğinden söz etti sonra. Ömer de “duydum ama nerden bilem gardaş Alamanya treninde bir adam haste desinler o da asker arkadaşım Ali çıksın. ” dedi. Diğerleri de şaşırmışlardı. İki asker arkadaşı şimdi de gurbet arkadaşı olacaklardır. Ali “belki de aynı fabrikaya veriller” dedi. Ömer de “işallah gardaş işallah” dedi.
Hava kararıyordu yavaş yavaş. İlk gurbet akşamı güneşin geride bıraktığı gülümsemeyi, hüzne dönüştürme arifesindeydi. Duran böyle zamanlarda arkadaşlarını hüzne boğulmadan çekip çıkaracak hamleler yapıyordu. Gurbet akşamının kasvetli buğusunu hemen dağıttı:
- Haydi arkadaşlar, çıkarak azıklarımızı hep barabar sofra kurak, akşam yemeğimizi yiyek. dedi. Osman elerini dizlerine vurarak ilk kalkan oldu:
- Haydi bakalım acıkdık valla. Diğerleri sanki zorla kıpırdar gibi ağırdan aldılar. Ruhlarına çöken ağırlık bedenlerini de ağırlaştırmıştı. Ziya:
- Heç de iştahım da yok emme. dedi. Bedir:
- İştaha bakar mı gardaş yiyek gendimize eyyi bakak hasta masta olmayak neme lazım. dedi. Duran yine vakarı ve sukunetiyle:
- Bak çok dooru söyleeyor Bedir gardaşım. Bundan kerli mukayyed olun sıhatinize. O sıhatle ekmeğimizi kazanacak. Sapasalam olmassak halimiz harapdır ha. dedi. Duran’ın ağzından çıkanlar emir telakki ediliyor. Söyledikleri pür dikkat dinleniyordu. Güven veren, insanı rahatlatan huzurlu bir duruşu vardı. Osman bir gün Bedir’e: “Duran abi diyom… Derviş gibi bir adam öle deel mi” dedi. Bedir de “he valla, görmüş geçirmiş bir adam belli ki” dedi. Bu konuşma aralarında geçtiği gündü. Osman Duran’a:
- Duran abi. Susuyon susuyon gonuştun mu heç boş lafın yok. Herkişde bir ufunet, bir telaş. Sana bakıyomda ne gadder sükunetlisin. Duran:
- Gardaş böle gördük, böle belledik. Gadere inandık, Yaradan’a sığındık, amentüye ikrar verdik. Lafı eğri oturup doru sölemeyi, şükredip, sabredip, dua edmeyi düsdur edindik. Belli ki bunu görüyon bizde. Atadan dededen gördük işittik, halimiz budur gardaş. Osman:
- Eyvallah abi. Valla billaa dilinden bal damlıyo bal.
- Estağfurullah o senin göynünün gözelliği gardaş. Dedi Duran. Onların muhabbeti herkesi mest etti. Tüm sıkıntılarını birazcık da olsa unutturdu bu muhabbet.
Budapeşte’ye varmıştı tren. Yolculuk yorucu geçiyordu. Kompartımanda oturarak, koridorda gezerek geçen zamanda yorulmuşlardı. Yorgunlukları yüzlerinden okunuyordu. Arkalarına yaslanmışlardı. Kimi uykuya dalmış, kimi pencereden dışarıya bakıyor, kimi de tütün sarıyordu. Ziya bavulundan el yordamıyla bir şeyler aradı. Buldu aradığını. Bir kavaldı. Şöyle bir baktı iki eliyle tuttuğu kavalına. Öptü ve alnına götürdü. Kutsal bir varlığa gösterilen ihtimamı gösteriyordu. Parmaklarını özenle yerleştirdi kavalın deliklerine ve dudaklarına götürdü kavalı. Kavalın sesi havayı yakmaya başladı. Yanık hava dedikleri tam da bu olsa gerekti. Gözleri kapalı olanlar açtılar gözlerini kavalın sesini duyar duymaz. Osman hatırladı bu ezgiyi. Yemen türküsüydü bu. Ziya üflerken kavala, Osman da türküyü mırıldanmaya başladı. Birazdan kavalın sesiyle uyumlu bir şekilde türküyü daha sesli söylemeye başladı. Efkârlandılar ilk gurbetçiler. Osman’ın sesi çok yanıktı. Türkü bittiğinde Ziya kavalını bağrına bastı ve uzaklara daldı. Dinleyenler zaten uzaklardaydı.
Saatler gece yarısını gösterdiğinde göz kapakları inmişti gözler üstüne. Herkes uyurken Duran cebinden küçük bir kitap çıkardı. Üç kere öpüp alnına götürdü. Besmele çekip kompartımanın loş ışığında okumaya başladı.Bir müddet sonra onun da yorgun bedenin direnci göz kapaklarında kırıldı. O da elindeki kitabı yine üç kere öpüp alnına götürdükten sonra bağrına basar gibi göğsünün üstüne koyarak uykuya daldı.
Viyana semalarına kara dumanlarını savuran tren, atalarının at üstünde geçtiği yerlerden geçiriyordu Türk işçi kafilesini. Duran, sabahın ilk ışıklarında yalancı fecri yaşarken zaman, şanlı bir tarihin bıraktığı izleri aramaya başladı Viyana ufuklarında. Akıncıların kapılarına dayandıkları vefasız şehir Viyana, acaba açsaydı kapılarını şimdi böyle yaban ellere ekmek derdine düşer miydik yollara diye geçirdi aklından. Yol arkadaşlarının yüzlerine daha bir dikkatli bakmaya başladı onlar uyurken. Kimini bayrak taşırken, kimini komutan olup önde yürürken, kimini sancak taşırken düşledi. Viyana önlerine gelen akıncılar gibi düşledi. Hepsine de yakışırdı hepsi dalyan gibi, koç gibi yiğitlerdi. “Hey gidi hey” dedi. Aklından geçen bu son cümleyi dili de ikrar etmişti.
Öğleye doğru yağmur başladı Viyana’da. “Türkiye’de yaz varıdı. Burlarda gış gelmiş” dedi Ömer. Diğerleri de başlarını sallayarak katıldıklarını belirttiler. Heyecanları iyiden iyiye artıyordu. Almanya’ya çok yaklaştıklarını hissediyorlardı. Teyit eden yoktu henüz ama yarın ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Yine hep beraber bir sofra kurup yemek yediler. Azıkları da azalmış, bazı tedarikleri bitmişti hatta. Ramazan “azıklamız bitti yol bitmeyivedi, tren gettikce Alamanya’da mı gedeyo nedir” dedi. Herkesi güldürdü bu sözleriyle. En ciddi duruşlu Osman’ı bile kahkahalara boğdurdu. Osman “ilahi Iramazan bizi güldürdün ya Allah da seni güldürsün” dedi. Herkes “amin” dedi.
Yolcuğun ilk başladığı günün kasavetli havası biraz dağılmıştı. Kaynaşmışlar arkadaş olmuşlar hatta dostluğa kapılar açmışlar,muhabbete köprüler kurmuşlardı.Bugün güzel geçmişti.Akşam yemeklerini yediler.Muhabbetle geçen saatlerin ardından gece olmuştu.Trende geçirecekleri son geceydi. Kondüktör “Yarın Almanya’nın Münih şehrine varmış oluruz” demişti. Bu tren memleketle bağın son düğümüydü. Trende geçirecekleri son gece memlekette geçmiş gibi olacaktı. İlk önce köyden ayrıldıkları gün, sonra Sirkeci’den trenin hareket ettiği anlar daha sonra Türkiye topraklarının hududunda yaşanılan duygular. Ve şimdi hüzünlü bir oyunun son perdesi gibi trende son gece. Endişe, belirsizlik, hasretlik, yalnızlık, yaban eller yabancı diller. Bu yolculuk bittikten sonra başlayacak gariplik gurbetlik.. Bu tren hiç durmadan gerisin geriye dönse kimse niye geldik, niye dönüyoruz demeyecekti sanki. Gece sessiz geçti. Herkes sustu. Tren homurtuları, kampana sesi ve trenin düdüğü, başka ses duyulmadı Almanya treninden o son gece.
Tren Almanya sınırlarından girmişti sabaha karşı. Uyumayanlar da vardı gece boyu ama düşünceden, endişeden, nereden geçtiklerinin, nereye vardıklarının farkında değillerdi. Uyumayanlardan birisi de Bedir’di. Arkadaşlarını tek tek uyandırdı. 6. kompartımanın penceresinden Almanya geçiyor, Almanya kokuyordu. Sessiz sedasız izliyorlardı pencereden. Yeniden kurulan Almanya yeni yeni evlerle, düzenli yollarla ve sıra sıra ağaçlarla uzanan parklarla büyüledi, ilk kafilenin yağız Anadolu delikanlılarını. Güzellikler izlerken, gözlerde kaybolmayan tek şey endişe idi. Yolun sonuna gelmelerine rağmen derin bir nefes alıp o endişeyi ve karamsarlığı atamamışlardı bakışlarından.
Tren Münih garına girerken, düdüğün sesi “son durak trende yolcu kalmasın” der gibi öttü. Herkes inmek için hazırlanmaya başladı. Bavullarını, çuvallarını ve kompartımanda neleri varsa hepsini toparladılar. Üç günlük tren yolculuğunun sonundaydılar. Yolculuk gurbete ise hüzün seyahat boyunca yoldaştır. Fakat bu seyahatte hüzünle beraber; korku, endişe, merak gibi ele avuca sığmaz, yaramaz duygularda yoldaştı, Almanya’nın davetine icap eden yağız Anadolu delikanlılarının.
Tren istasyon binasının tam önünde durdu. Pencereden bakanlar kelli felli, takım elbiseli, fötr şapkalı, ellerinde çiçeklerle bekleyen insanlar gördüler. Bedir, Ziya, Ömer, Duran, Ali
Ramazan, Osman ve diğerleri… Şaşkın şaşkın birbirlerine bakmaya başladılar. Konyalı Duran:
- Dediydim ben. Bandoyla garşılallarsa şaşmayın dediydim. Bando görmeeyorum emme çiçeklerle garşılayolar arkadaşlar, çiçeklerle… Duran’ın söyledikleri ve gördükleri manzara - nihayet- bakışlarındaki; endişeyi, korkuyu, merakı yavaş yavaş silmeye başlamıştı bile. Ramazan’ın gözlerinin içi gülüyordu, ağzı kulaklarına varıyordu. Kasketini sağ eline aldı, sol elinin avuç içine vurarak:
- Len ekedeşlee bunnaa bizi dööt göznen bekleyivemişle ya, geç gaamadık demi len. Dedi ve kahkahalar Almanya treninin 6. kompartımanından çıktı, tüm trende yankılandı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.