- 487 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Düş Miyavlamaları
Mustafa abinin ekmek teknesinin önünden geçmemek için yine yolu uzatmıştım. Camiye yakın kaldırımdaki yürümem bitince, rahatlamıştım. Aylardır adamın yanına uğramıyordum. En azından insan tıraş olmasa bile, bir çay içmeye gider ya da ne bileyim bir ense aldırır, ama ruhumun gitmek istemediği yere ben de gitmiyordum.
Zahad ile beraber internet salonun önünde buluşacaktık. Yine birkaç gündür photoshop ile logo yapma derdindeydi. Son kez logoyu Amerikan marka tasarım sitesine göndermeden önce, benden fikir almak istiyordu.
İnternet salonuna girdiğimiz zaman, o kancık kıymıklı acının aldığım nefesle beraber tetiklendiğini hissedince, gözlerimi kapadım. Yürümek, masa seçmek, oturmak, gözlerimi açmak istemiyordum. Zahad her şeyin rölanti olmasını talep edemediğim o an için, beni suçlar gibi sesleniyordu. ‘Hey, hey gel buraya otur sen de. Sandalye çek de yanıma.’ Rölantiyi istemediğim gibi, kinetiği var olan bir hareke de istemiyordum. Yürüdüm. Seçilmiş masanın yanına, diğer boş masadan sandalyeyi çekip, oturdum. Gözlerim hâlâ kapalı zannediyordum.
‘Aslında önceki yaptığım şeyi, Hintliler çalmasaydı bu logo için bu kadar uğraşmazdım. Nasıl?’
Yoğurt, peynir, süt… Hepsi için bir ineğin içinde var olacağı, olabileceği bir resim düşünebilirdim. Zahad yapmış olduğu logo için, güzel bir resim oluşturmuştu. Aklıma büyük marketlerde satılan Hollanda peynirleri gelmişti. Oradaki inek resimleriyle, Zahad’ın tasarladığı logo içerisindeki inek resmide aynıydı. İnek, inekti!
İçimdeki köpekleri salmam gereken vakit gelmişti. Zahad logosunun inceliklerini anlatma derdine düşmeden, tüymeliydim, ama bu mümkün değildi. Ancak o an, bu logo için ters olabilecek bir şeyi fark etmiştim. Marka ismi olarak koyduğu ‘Milky cow’, var olabilecek bir marka ismine benziyordu.
İnternetten araştırınca, haklı çıkmıştım. ‘Milky cow’ diye bir marka ismi vardı, hatta Çin’de aynı isimle açılmış, garip özellikleri olan bir işletme bile vardı.
Zahad üzülmüştü. Ancak geç kalacağı bir durum yoktu ortada. İstediği zaman Amerikanların marka ve logo tasarım sitesine, tasarımını gönderebilirdi.
‘E…’der gibi bakışı ve sömürülmüş tarihinin altında açılmış yaşam fidanının gölgesiyle, gülümsüyordu. Aklıma gelirse, lütfen onları da bir yere kaydedebilir miyim hapını da yuttuktan sonra, Zahad’ın yanından ayrılmak için, ayağa kalktım. Yürüyebilirdim ve hatta koşabilirdim de! Telefonun ekranına dokunurken, parmaklarımın soğuk havadan dolayı neme ihtiyacını olduğunu bildiren bir acı hissine boyanan sessizliğimi bir kenara koyup, durağa doğru yürümeye başladım. Pakette sigaranın bitmemesi ne güzel bir duyguydu! Ama yürürken sigara içmek kadar da kötü bir şey yoktu! Hızla tüketiliyordum durakta. İnsanların sessizliği arasında, insanların kendi ellerliyle yaptığı oyuncaklardan başka ses yoktu. Konuşmuyordu hiç kimse!
Öyle zannetmek istediğim için, kimseyi konuşturmuyordum. Aslında herkes susuyordu ve susmalıydı da! Akşam yemeğine davetli olduğum arkadaşımın evine gitmek için bineceğim otobüs gelirken, yine yürüdüm.
Kapıyı açtığından beri, susuyordum. Yemek sonrası ve yemekten sonra yirmi dakika, hâlâ ben susuyordum. Anlattığı şeyden dolayı rahatsız olduğumu zannediyordu, ancak beni rahatsız eden, sessizliğime beni hapseden sesin, sesime ilişmemesiydi.
‘Bir şeyin mi var?’
‘Yo, iyiyim. Senin bir şeyin var mı?’
Saçma bir diyalog kurma çabasından sonra, hiçlerimin biraz sonra çoğalacağını bildiğim vakte gelmeden önce, kendimi hazırlıyordum. Arkadaşa karşı ayıp olmasın diye, en azından farklı konulardan birkaç replik çalabileceğimi düşünüyordum.
‘Gördün mü Metin Kaçan abimi ya! Ulan, ciddi dumura uğramak böyle bir şey! Adamın filmini izlediğim ay, adam öldü ya! Harbi bitirim, sağlam gariban Metin Kaçan be!’
‘Sen bir şeyler anlatmıştın geçen de. Şu tecavüz olayı ile alakalı.’
‘E…’
‘Bence yapmamıştır ya!’
‘Uyuşturucudan sonrasını Allah bilir de, bende yapmamıştır diyorum.’
‘Yapsa da hem bize ne! Adam kaç yerinden şişlenmiş diyordun?’
‘On. On yerinden hapis de şişlemişler sen tecavüzcü, sapığın tekisin diye. Ağır yaralı halde doktor görünce, doktor bile ‘Ölsün adi herif’ demiş.’
‘Ulan doktorun neyine? Taşaksız, erkeklik taslıyor desene.’
Ağır roman’dan çıkıp, ağır ruh halime doğru hareket etmeye başlıyorduk.
İlk önce ruhumun salonda biraz oturacaktık. Ancak arkadaşım bu saniyeden sonrasını, ne bilecek ne de görecekti!
Kapıdan içeri girdiğinde, hasret yanığı teninin ensesine uzanan kıvrımına burnumu yaslayıp, uzunca kokusunu içime çekmiştim. Gözlerimiz zehirliydi sanki şahmeranı ezen bizdik o an ve narin kollarının kemiklerimi sarışını hissedebiliyordum. Valizinin içinden bana aldığını bildiğim hediyeleri çıkartırken, bir yandan da benimle konuşuyordu. ‘İyi misin?’ diye sorarken, ‘iyiyim’ demekten başka, ‘senin diğerlerin nasıl?’ gibi garip bir soru sorma isteğimin doğuşuna son anda dur diyebilmiştim. Yatağa uzanmasının bir saatini bulacağını bildiğim için, gözlüğümü takıp, yatağın üzerinde kitabımı okumaya devam ederken, bir anda dalgınlığımdan kaçırdığım adımlarının onun dudaklarını, benim dudaklarıma kadar getirdiğini fark ettim. Gözlerini göremeyecek kadar yakındı bana. İki dakika sonra ellerinde buruşturduğu paketi bana verince, bu hediyeyi gerçekten istediğimi bildiğim için, gülüyordum.
‘Sen iyi değilsin, hayırdır canın mı sıkkın?’ sorusu, o an canımı sıkmıştı. İma ile namaz kılmanın yanında, ima ile aşk eylemek de vardı. Bilmiyordu.
Gerçek de ses, sesin bir izdüşümü yol ve yolun var ettiği izafi kavramların dışında bir beden. Yumuşak, sulu kıllar. Ellerimi çekip, burnumu götürürken, koltuk altını var ettiğim baloncuğun, arkadaşımın göz hizasında olmamasına rağbet göstermeliydim. Çünkü saçlarım ve yüzüm, artık o yumuşak, sulu kıllardan ibaret.
Everest, Kilimanjaro, Annapurna… Hayır, ensesi tırmanmak istediğim kutsal tepe. Hasret yanığı yüzümde okyanusu kurutan deliyim. Yok, hayır! Ensesi dün de güzeldi, bugün de, yarında!
‘Canın sıkılıyorsa kapatayım bu konuyu?’ bir cümlenin var edebileceği rahatsızlık katsayının eşik derecesine aşmış olmasına rağmen, gülümsemeye devam etmek mantıklıydı.
Kollarını nedense her zamankinden daha fazla özlemiştim. Burnumu tıkayacağım yerde, dilimi dolanan ekşilik, tansiyon artırımının serisini uzatıp, dizinin bu sonsuz kalışına da ben hayretle bakınıyordum.
Kolları olmasa, hissedemezdim onu. İlk önce tırnaklarının yok oluşuna şahit olmak da üzücü olsa da, ellerinin ağzımda eriyecek vakti vardı. Parmakları, uzun parmakları tek tek çekiliyordu kıtamdan. Sulak araziler, ruhun etçillerini aylarca aç bırakıp, hatta onları öldürebilecek kuruma devresine girmek üzereydi.
Kollarından tutamıyordum. Kolları kayboluyordu. Ve ruhum gözlerinin kayboluşuna imkân tanımak istemediği o an için, anne şefkatiyle ensesinden ısırmaya başlamıştı.
Nafileydi! Göz görmese de, göz göre göre de olmasa da, kayboluş tamamlanacaktı!
‘Çay suyu koyda, çay içelim. Olmaz mı?’
…derken, telefon çaldı.
YORUMLAR
HakkınSesi
Demli bir çay olaydı da, içine limon da sıkıp içseydik karşılıklı be erolabim..
Saygılar her daim.
seviyorum senin yazdigin her seyi...otobusteyim adamin biri ani frenle ayaklarimi ezdi istifimi bozmadim okumaya devam ettim biraksam büyü bozulabilirdi...selam yazarım ...
okurun
HakkınSesi
Bir şehre yabancı olup, orada dolaşmak tanımadığın insanla konuşmaya benzer ya! Neyse otobüse son tahlilde binince, ortadaki büyük boşluğa doğru ani bir frenle kendimi atarken, elimle tutacaktan tutmak isterken, oturan bir adamın kafasına sert bir şekilde vurdum. Adam neye uğradığını şaşıraktan, ani refleksle arkasını döndü ve bana sert bir ifadeyle baktı uzunca. Güldüğüm için özür bile dileyemedim.
Sabah ki adam için özür dileyeyim. :) Ani fren kötüdür vesselam..
. Ortaokulda sümsük diye dalga geçtiğimiz bir Sümer hocamız vardı. Onu anımsadım yorumunda. Edebiyatı seven ve sevdiren her akil insan güzele taliptir.
Saygımla,teşekkürler..