Ekmek ağacı
Güneş yakıcı sıcaklığından vazgeçmiş olacak ki, bronzlaştırdığı tenleri dinlendirmek için başka ülkelere seyahata çıkmıştı. Gidişine, yaz aylarının verdiği tembelliğe alışkın insanlarla birlikte, ağaçlar da üzülmüştü; yemyeşil yaprakları sararmış, dalından veda edenleri, üşümesin diye çimenleri yorgan gibi kaplamıştı. Kuşlar da güneşin peşine takılmıştı besbelli, bir kır düğününe gidişin sevinçli çığlıklarıyla gökyüzünü karartıyorlardı.
Nerede kaldı uzun yaz günleri, pintice aydınlığını esirgeyen güneş kısa günlere teslim etmişti bizi. Başka ülkelere uzun aydınlıklar verdiği gibi. Tekrar gelir umuduyla soğuk günlere teslim olmaktan başka çaremiz yoktu. Kış gelmişti.
Zaten, sokak başlarında, meydanlarda satılan kestane kebablardan anlamıştım yazın çoktan bittiğini. Tezgâhının başında, parmak uçları açık eldivenli elinde maşası, iki dost gibi birbirine bağlı titreyen ayakları, soğuktan kızarmış yanakları, üşümüş kısık sesiyle kestaneci: « Kara kara kayacık, İçi dolu mayacık, Pazardan getirdim, Kor ateşte pişirdim, Kebap oldu kestane, At ağzına bir tane. » Tekerlemesiyle, yazın çoktan gittiğini, karakışın davetsiz bir misafir misali kapımızı çaldığını haber veriyordu.
Genzimizi yakan dumanıyla, gürül gürül yanan kömür sobalarının, kuzinelerin üstüne, ortasına bir çizik attıktan sonra koyduğumuz kestaneleri anımsadım. Çevresine de mandalin kabukları koyardık. Ortaya çıkan yanık kestane mandalin karışımı kokusu hafızamdan asla silinmedi.
Bir de, « Dışı kazan karası, içi peynir mayası - Dal ucunda kirpi, içinde kara kedi – Beni daldan düşürdüler, kor ateşte pişirdiler, caddelerde sattılar - Ben ne idim, ne idim, samur kürklü bey idim, felek beni şaşırttı, mangallara düşürdü - O yanı kaya, bu yanı kaya, içinde durur bir peynir maya. » Gibi kestane bilmeceleri bizi bu meyveye arkadaş etmişti.
Çocukluğumuzun bir okul şarkısı vardır: « Kestane, gürgen, palamut, Altı yaprak, üstü bulut. Gel sen burada derdi unut, Orman ne güzel, ne güzel. »
Antalya yöresinin pek tanınmış bir türküsünde de: « Bir kilo kestaneyi aldım elliye, Kabuğunu soydurdum esmer benliye, Esmer bana küsmüş aldattım diye, Kestanem amman kestanem amman, Kestanem amman. » Sevgili kestane ile bütünleştirilmiş.
Türkülere, deyimlere, bilmecelere konu olmuş bir kış meyvesi olan kestane, soğuk kış günlerinde akşam eğlencelerinin vazgeçilmeziydi bir zamanlar. Büyük kentleri doğal gazın istilasının ardından, sessizce başını alıp gidip, Anadolu’nun henüz odun sobalarından vazgeçmeyen evlerinde insanları neşelendirmeye devam etti.
Avrupa kestanesi, Japon kestanesi, Seguin kestanesi, Merikan kestaneleri, Çin kestaneleri, Kore kestanesi gibi bilinen 13 türü vardır kestanenin. Akdeniz ülkelerinin yerli bir ürünü olan Avrupa kestanelerinin anavatanı tam olarak bilinmemekle birlikte Anadolu olması konusunda inandırıcı çalışmalar mevcuttur.
Ülkemizde, Hacıibiş, Osmanoğlu, Sarıaşlama, Hacıömer, Mahmutmolla, Karaahmet, Ayı tabanı gibi türleri olan bu ulu ağaç tüm Karadeniz boyunca, Marmara ve çevresinde, Batı Anadolu’dan Antalya kıyılarına kadar geniş bir alanda yeralmaktadır.
2002 yılında 85 bin dekarlık alanı kapsarken, üretim alanı 2011 yılında 120 bin dekarlık bir alana yayılmış, yıllık 60 bin ton kestane üretimine ulaşılmıştır. Dünya kestane üretiminde ülkemiz, Çin, Japonya, italya, Fransa gibi ülkeler arasında yeralarak ilk beş üretici arasına girmeyi başarmıştır.
Ege Bölgesi ise, %43’lük üretimiyle başı çekmektedir. Dağlarından yağ, bağlarından bal akan Aydın ilimiz kestane üretiminde ülkemizde lider durumundadır.
İnsanoğlunun ilk besin kaynaklarından olan kestane halk arasında «Ekmek ağacı» olarak adlandırılmaktadır. İkinci Dünya Savaşınının kıtlık günlerinde çavdar unu ile karıştırılarak ekmek yapıldığı bilinmektedir.
Gıda olarak insan sağlığına saymakla bitmeyen yararları olan bu güzel meyve, kış günlerinde sobaların üstünde yeralmakla birlikte, Türk mutfağında geniş bir kullanım alanı bulmuştur. « Bursa’ nın kestanesi okka çeker beş tanesi » dilimize bir deyim olarak yerleşmiştir. Kestane şekerinin tadına bakıp ta ondan vazgeçmek mümkün müdür?
Kış mevsiminin zorlu şartları karşısında insan vücudu için koruyucu, besleyici ve kalori değeri yüksek olan kestane, Potasyum, fosfor, magnezyum, klor, kalsiyum, demir, sodyum minerallerini içermekte olup, B1, B2 ve C vitaminleri açısından oldukça zengindir.
500 yıl gibi uzun bir ömrü olan bu değerli ağaç, 30 metreyi bulan görkemli yapılarıyla ormanların en gözde ağaçlarındandır. Arıların bal kaynağı, evlerin değerli mobilyaları, Karadenizlinin takasıdır. Kerestesinden yapılan 200 yıllık evler hâlâ dimdik ayakta durmaktadır.
Bir iş vesilesiyle seyahat ettiğim İsviçre’de beni misafir eden işadamı dostum Fikri Akın, Güney Kore’den haşlanmış kestane alıp, Çin’de paketleme işlemini tamamlattıktan sonra, ülkemizde ve diğer Avrupa ülkelerinde pazarladıklarını söyleyince hayrete düşmüştüm.
Nasıl oluyordu da, dünya üretiminde ilk beşe girmiş olan ülkemiz, Güney Kore’den kestane alıyordu? Fikri Bey, ülkemizde üretilen kestanelerin haşlandıktan sonra dağıldığını ve tüketiciye haşlanmış çerez şeklinde pazarlamanın bu aşamada mümkün olmadığını, bu sebepten de Güney Kore’ye yöneldiklerini açıklamıştı.
Anayurdu Anadolu olan Avrupa kestanesinin, kebabı, şekerlemesi, unu, ezmesi, püresi ülkemizde ve dünyada tüketilmekte iken Güney Kore’li kardeşlerimizin kestanelerini tüketmek bana biraz garip gelse de, İşadamı Fikri Akın’ın, ürünlerinin en kısa zamanda ülkemiz kaynaklarından elde edileceğini, bu konuda çalışmalara başladıklarını, çerezlik kestaneye uygun, haşlandığında dağılmayan, tüketicinin damak zevkine uygun yeni ürünlerini yakında piyasa süreceklerini söylemesi içimi ferahlatmıştı.
İşte böyle sevgili dostlar, ekmek ağacımız kestane kebabını, doğal gazın girdiği büyük kentler unutmaya başlasa da, kış aylarında sokak köşelerindeki kestane satıcıları devam ettirmeye gayret göstereceklerdir mutlaka. Ancak, bildiğiniz gibi kestane sadece soba üstünde pişirilmiyor. Bir teflon tavada da bu işi yapmamız mümkün.
Öte yandan, Fikri Akın gibi girişimci işadamlarımızın gayretiyle ülkemiz kestanesinin pek yakında dünya sofralarında yeralacağını umutla bekliyorum.
01.01.2013, Bodrum
Yavuz Atıl