- 524 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
TULPAR
Elimde çok eski ama bir o kadar da değerli yeşil bir bavulum vardı. İçine korkularımı, umutlarımı ve hatta tüm hayatımı koyduğum yeşil bavulum. Bu bavulu değerli kılan iki şey vardı: Birincisi bu bavul, bana babamdan yadigârdı. Nafiz Efendi’nin askere giderken aldığı, yıllarca da ailenin tek bavulu olan bu yeşil… Kim bilir kaç kez şahitlik etmişti annemle babamın vedalaşmalarına yahut özlemle sarılıp kavuşmalarına. İkincisi de bütün varımı yoğumu onun taşıyor olmasıydı. Gerçi pek fazla bir şeyim olduğu söylenemezdi; ama yine de benim için değerli olan birkaç klasik roman ve tabi ki Osmanlıca ders kitaplarım. Adana’nın en ücra köşelerini dolaşarak en ucuza bulduğum kitaplar… Her zaman aynı kitapçıdan alırdım onları. Çünkü en fazla çeşit ve en ucuz kitaplar ondaydı. Sahibi pek sevimli, yetmiş yaşlarında, emekli bir öğretmendi. Ne zaman bir kitaba ihtiyacım olsa hemen bu kitapçıya gelirdim.Önce uzunca edilen bir sohbet, sonra istenilen kitapları bulmanın verdiği mutluluk ve huzur…
Şimdi elimde, bu küçük bavula sığdırmaya çalıştığım tüm yaşantım ve hafızamda sahne sahne canlanan anılar ile adım adım ilerliyordum beni bekleyen sarılığa. Bu sarılık, tıpkı güneşli bir gün gibi davet ediyordu beni kendine.
İstasyona biraz daha yaklaştığımda binanın uzaktan göründüğünden daha sarı olduğunu fark ettim. O kadar ki Çukurova’nın buhranlı sıcağında kavrulan bu ağustos gününde, istasyon ayrılığın en koyu rengindeydi. Beni de doğduğum, aşkı ve hayatı öğrendiğim bu topraklardan ayırmaya çalışan da bu koyuluk değil miydi? Bu düşünce beynimde gezinmeye başladığı andan itibaren parmak uçlarıma kadar donduğumu hissettim. İçimden geçenler ise bir adım daha atmak yerine, ardıma bile bakmadan geri dönmek, bütün gücümü buradan ayrılmak için kullanmaktı. Fakat istasyonun bunda ne suçu vardı ki? Üstelik o, bana yeni bir hayatın kapılarını açmıştı, beni hayallerime kavuşturmaya çalışıyordu. Bu düşüncenin, biraz önce beynimden geçenleri çürütmeyi başardığı andan itibaren gönlüm, huzur denizinde boğulmaya başladı. Üstelik bu dalgalı denizden kurtulmaya da hiç niyeti yoktu.
Önce dev kapılardan girdim içeri. Çeşit çeşit insanları, amaçlarına ulaştıracak olan yolculuğun ilk ve dev kapıları… Kadın-erkek, genç-yaşlı, Müslüman-Hıristiyan, Türk-Kürt ayrımı yapmadan herkesi umutlarıyla kavuşturmayı vaat eden dev kapılar… Bu işlemeli kapıların ardında, geniş bir salon beni karşıladı. Tavanlarının yüksekliğiyle beraber ruhum da gittikçe genişliyor, bedenime sığmaz oluyordu. Duyduğum heyecanı tarif etmeye hiçbir kelimenin kudreti yetmezdi. Bu heyecanın yeni bir hayata başlamaktan başka nedenleri de olmalıydı. Fakat neydi beni bu derece heyecanlandıran? Tek bildiğim şey, bilinmezliğin karanlık ve ürkütücü yüzüydü.
Yaşadığım bu duygu karmaşası içinde, bavulumun ne kadar ağır olduğunu fark edemiyordum bile. Fark edebildiğim ve görebildiğim, bu geniş salonun insanların hayal fabrikası gibi çalışıyor olduğuydu. Kimi aylardır görmediği sevgilisine birkaç saat sonra kavuşacağı anı hayal ediyordu, kimi yeni başlayacağı okulun hayatında sunacağı fırsatları. Bunu insanların yüzlerindeki ifadelerden anlayabiliyordum. Fakat ileride oturan epeyce yaşlı, üstü başı yırtık bir adam vardı ki onun burada bulunma amacı hayallerine kavuşmak değil, barınmak ve yaşama tutunmaya çalışmaktı. Kim bilir belki de bu salon, ona ailesinin göstermediği şefkati gösteriyor, onu sıcak kollarlıyla sarıyordu. Bu nedenledir ki bu yaşlı adam, başka bir yeri değil de bu salonu tercih etmişti. Bu tercihin bir nedeni de her gün buraya gelen yüzlerce insanı, onu ziyarete gelen çocukları, torunları gibi düşünmesi; böylece biraz olsun teselli bulmaya çalışmasıydı.
Az ileride, bilet almak için bekleyen insan kalabalığının en sonunda kendime bir yer edindim. Hayal dünyamın kapılarını açacak anahtarı elime almak için beklemeye başladım. Biraz sonra sıra bana gelince bedelini ödeyip anahtarımı elime aldım.
Salondaki epeyce büyük saate gözüm iliştiğinde hareket saatine on dakika kaldığını anladım. Bu saat bana, “Haydi, çabuk ol, hayallerini kaçırma!” dedi.
Ben de saatin bu uyarısını dikkate alarak sık ve hızlı adımlarla beni taşıyacak olan Tulpar’a doğru ilerledim. Belki bu demir yığını bundan sonra yaşayacağım bütün acılara, sevinçlere eşlik edecek, bir dost gibi yılda üç-beş kez bana kucağını açacaktı. Bu nedenle ona bir isim takmam gerekiyordu. Bu isim de Tulpar olmuştu. Çünkü bu tren, benim için bir kurtarıcıydı… Tıpkı Manas’ın ünlü savaşçılarının sürdüğü ve rüzgârdan bile hızlı koşan Tulpar gibi…
Elimdeki bavulu, yığın yığın insanın bekleştiği banklardan birinin üzerine bıraktığım anda 4–5 yaşlarında bir erkek çocuğu, az ileride duran pamuklu şekerlere doğru koşmaya başladı. Çocuğun arkasından babası,
“Oğlum, yavaş ol, düşeceksin!” diye bağırıyor ve çocuğa yetişmeye çalışıyordu. Fakat beynimi felç eden asıl şey, o babanın aslında yıllardır görmediğim Muhsin olmasıydı. Bu ses, yüreğimin taa dibinde tahmin edilemez bir çukur açmıştı. Bu öyle bir çukurdu ki sadece pür-sevi gönüller içine düşerdi ve çıkmak için de hiçbir gayret göstermezlerdi.
O anda, ruhumdaki yangınlar bir volkan edasıyla gönlümden fışkırdı ve bütün istasyona yayıldı, her önüne çıkanı yaktı, yıktı. Havada yanık kokusu vardı. Yanmış, yok olmuş bir hayatın kokusu… Ruhumun bu var olma savaşına bedenim de eşlik etmeye başlamıştı. Ellerim titriyor, şakaklarımdan terler akıyordu.
Gözlerim, çok ileride bir noktaya,7–8 yıl öncesine takılı kaldı, kulaklarımda şu son sözler çınlamaya başladı.
“Aşk, her türlü engelin üstündedir. Bu engel, zaman olsa bile.”
“Biliyorum, üstelik bu ayrılık bizim aşkımızdan daha güçlü değil.”
Biliyorum demiştim ona son kez. “Ayrılık, bizim aşkımızdan daha güçlü değil.” Fakat zaman, araya bir kara kedi gibi girdiğinde aşkımız da mağlup olmuş, okuldan döndüğümde yanında bir başkasını bulmuştum. Hayat ne garipti, bana aşk yeminleri ettiği bu istasyonda yine onunla karşılaşmıştım. Bu kez kalbindekini bilemem; ama yanında bir başkası vardı. Zaman farklıydı, duygular, yaşananlar farklıydı. Aynı olan sadece mekândı…
Onunla tanıştığımızda henüz gençlik denilen döneme yeni yeni adımlarımı atmaya başlamıştım. O da benden farklı değildi. Aynı okula gitmek, aynı müzikleri dinlemek ve aynı hayallere sahip olmak… Bunlar bizi bir araya getiren ortak noktalardan birkaçı, belki de en önemsizleriydi. Önceleri duygularım bir sızıntıydı şeklindeydi. Yüreğimden usulca ona doğru sızan kanlı sular gibi. Zaman geçtikçe bu sızıntı öyle büyüdü ki üstüne çekilen her türlü seti aşarak coşkun bir sel gibi akmaya başladı. Ve beni asıl mutlu eden şey, onun da bana doğru akıyor olmasıydı.
Aramızdaki en büyük ve en aşılmaz engel, ben şehirden ayrıldıktan sonra ortaya çıkmıştı. Ben, bunu çok daha sonraları öğrenmiştim. Bu engelin adı bağlılıktı. Törelere olan sorgusuz- sualiz bağlılık… Muhsin’in ağabeyi bir toprak davası yüzünden vurulmuş, yengesine sahip çıkmak da Muhsin’e kalmıştı. Namusu başkalarına kaptırmamak adına geleceğini ve tüm hayallerini kaybetmek… Bu benden çok, kendine ve duygularına yapılmış en büyük ihanetti… Fakat şu anda beynim ve ruhum gördüğüm sahne ile o kadar meşguldüler ki bunlar üzerinde düşünecek fazlaca dermanları yoktu.
O anda yeni hayatıma bir an önce başlamak ve bütün yaşanmışlıkları geride bırakmak arzusunu şiddetle hissettim. Bu konuda bana yardımcı olacak tek dostum da Tulpar’dı.
Birkaç dakika sonra Tulpar, beni geçmişimin çemberinden kurtarmak için geldi, kanatlarını açtı. Ardıma bir kez daha dönüp bakmak istemiyordum. Bedenimi okşayan ve hafif bir haz veren rüzgârın da etkisiyle derin bir nefes aldım. Bütün keşkelerimi istasyonda bırakıp Tulpar’la yeni bir dünyaya doğru uçmaya başladım.
Fesleğen Kokulu Yârim
YORUMLAR
Buradaki ilk öykünüz mü bu bilemiyorum. Ama benim karşılaşmamın ilk olduğu kesin. Öyle de olsa, bu ilk öykünüzle bile günün seçkisi olmayı hak kazanmış güzellikte bir öykü bu.
İşte bu! dedirtecek türden harika bir öykü.
Dil okuduğunuza dair bir ipucu da vardı sanki öykünün içerisinde. değilse bile dili (Türkçeyi) ustaca kullandığınız her haliyle ortada.
Öykünüz mutlu etti beni, öykünüz takılmadan, tökezlemeden okuttu kendini, öykünüz içimi ısıttı, öykünüz "çok şükür, günümüzde de öykü gibi öykü yazanlarımız varmış" dedirtti bana.
Su gibi, evet su gibi akıp giden bir anlatımdı. En doğru tanım bu olsa gerek. Su gibi akan, su gibi berrak, su gibi huzur veren.
Nazar boncuğu mu?
Var, sadece bir yerinde nazar boncuğu var:)
-Önceleri duygularım bir sızıntıydı şeklindeydi.- cümlesindeki tekrarlanan di'li geçmiş zaman eki.
Bütün içtenliğimle
saygıyla tebrik ediyorum sizi ve kaleminizi.
Hoşgeldiniz...