- 1480 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEHİDE VEDA
ŞEHİDE VEDA
Bir fotoğrafçı vardı hani, ‘’Biraz tebessüm’’ sözleriyle sürekli bizi güldürüp, resmimizi çeken. Denizli’li şipşak Şamil. Ah Şamil, sen ne hergele oğlandın! Bir tatbikat sonrası general komandolarla resim çektirmek istemişti de, sen durmadan ‘’Efendim, biraz tebessüm, biraz gülümseyin ‘’ diyerek, adamı deli etmiştin. Aslında haklıydın. Kızılderili şefi gibi suratındaki hiç bir kası oynamayan komutanı gülümsetmek kolay değildi. En sonunda ona da ‘’ Peynir, peynir… ‘’ dedirterek resmi çekebilmiştin. Meğer komutanımız ne sempatik bir insanmış. Bizlerle çay içerken fıkra bile anlatmıştı.
Ah Oğlum ah, oğlunu helallik almaya gönderecek başka adam yok muydu? Nasıl da benziyordu sana. Yeni bitmiş birkaç sakalı, bol briyantinli saçlarıyla gülümseyerek karşıma geldiği anda, ‘’Sen, bizim şipşak Şamil’in oğlusun!’’ demiştim. Parmakları bir türlü yapışmayan babası gibi baş parmağı açık, esas duruşta, “Ben, Şamil’ in oğlu Mustafa’yım” diyebildi sonunda, mahcup, utangaç sırıtan suratı yerde.
Onunla birer bardak çay içerken senden bahsettik Şamil. Artık tebessüm edemediğini, ağır bir gırtlak kanseri ameliyatı olduğunu söyledi. Ameliyat öncesi ve sonrası konuşmuştuk ama o güzel tebessümünün kaybolmasına üzüldüm doğrusu. Oğlanın konuşurken dişleri, damağı görünüyor. Ağzı hep yayık, kapçık sırıtışlarda... Sekreterime de kısa paslar atıyor ama yemez o kız.
Yemekten sonra onu uğurlarken verdiğim parayı imzalamamı istedi. “’Siktir git lan, bu para imzalamak da nereden çıktı? İlk harcayacağın para bu olsun.” dedim.
“ Yok.” dedi, gülerek. ‘’ Bu parayı size geri getireceğim. Sadece uğur parası olarak saklayacağım. Haydi beni kırma da imzala şunu Gazi Dede”
“Dede, deme lan. Tamam, imzalayayım da, askerden dönünce Allah’ ın izniyle bir güzel balık yeriz, seninle Boğazda. Bu parayı da bir garibana verirsin, tamam mı?”
Gece otobüsü ile indim Denizli’ye. Burası benim doğduğum, görev yaptığım, aşık olduğum, kaybettiğim şehir. Çok severim hatıralarla dolu Denizli’yi.
Şehir garında Ahmet Çavuş karşıladı beni. Birlikte Çamlık mahallesine gittik. Saat henüz 10.30 gibiydi. Bazıları için güneşli ve aydınlık bir gün başlıyor, bazıları için de bitiyordu.Bayrakların çokluğu, sokağa atılı sandalyeler, ayak üstü çene çalan erkekler, ıcığı cıcığı beyaz örtülü bir sürü kadın kız tayfası... O kadın subay, astsubayları cenazelerde teselli etme konusunda eğitiyorlar mı, diye merak ediyorum. Yakışıklı bir İnzibat yüzbaşısı oradan oraya koşuşturarak, gelen askeri zevatı yerleştiriyor.
İnsanlara doğru ilerliyorum. Ahmet, hala bölük çavuşu olduğu günlerdeki gibi üç adım sol gerimde yürüyor. “Gelsene yanıma, oğlum” diyorum, elli yaşındaki koca Ahmet Çavuş’a.
Birden yüksek sesle verilen bir komut donup kalmama sebep oluyor.
“Dikkat, komutan sağda!”
Koca göbeği ile koşarak gelen Asteğmen Muhammet, tekmil veriyor. Bu ne komedidir cenaze evinde, be çocuklar. Cenaze evini de, mahalleyi de, şehidin arkadaşlarını da, jandarmaları, albayları da şaşkına çevirdiniz. Ama bu kaya gibi sağlam ve çözülmez karakterinizle verdiğiniz mesajı ben çok iyi anlıyorum.
“34’üncü piyade alayı, komando bölüğü, iki subay, iki astsubay, kırk üç erbaş ve er ile emir ve görüşünüze hazırdır komutanım.’’
Vay be! Böyle moruklar bölüğünü film çevirmek için bile toplayamazsın. Suratlar kırışmış, beller bükülmüş, saçlar dökük, dişler çoğunda eksik ve bakımsız. Yine de, o gözlerdeki sadık bakış yerinde duruyor. Koca göbekli, çiroz, kel kırk altı adamın tam karşısına dikilip, bir cenaze evinde hiç rastlanılmayacak bir ilke imza atıyorum.
Hele iki astsubayım, Hüseyin ve Ali, iyice yıpranmış görünüyor. İkisi de yetmişine merdiven dayamış.
“Komando bölüğü, merhaba!”
“Sağ ol.”
“Nasılsınız?”
“Sağ ol.”
“Sizler de sağ olun. İleri bak. Esas duruş. Rahat!”
En önde Ali Astsubay’ın yanında şipşak Şamil duruyor. Yanına yaklaşıyorum. Şamil, esas duruşta. Şu gırtlağıma dolan tükürük, sümük ve gözyaşları olmasa, çocuğa “Başın sağ olsun” diyeceğim. Zorla elimi öpüyor. Ben de onu gözlerinden öpüyorum, kutlar gibi. Konuşmadan, suskun, hatta utanarak.
Bana Tunceli’ de, Munzur çayında tuttuğu kırmızı benekli alabalıklardan ikram ettiği günü hatırlıyorum. Tam balıklar bitmişti ki, seri atışlı bir silahın sesi ile irkilmiştik. Komşu bölüğün iki kişilik devriyesi bir Murat 124 arabanın içinden taranmış, şehitlerimiz, silahlarını bile ateşleyememişti.
Yaşları ve kıdemleri benden epey düşük genç albaylar, yanıma gelip merakla kim olduğumu soruyor. Özlemişim subaylarla konuşmayı. Hep suç arar havada konuştuysam, af ola!
Cenaze helallik almak üzere eve getirilecekmiş. Çocukların hepsini öpüp yaladıktan sonra, o kutsal komando bölüğünü cenazeyi sağdan karşılayacakları tarafa geçirdim. Daha askeriyenin diğer mensupları gelen cenaze arabasının farkında bile değilken, ben gür bir sesle komutumu verdim.
“Şehit sağda!”
“Selam dur! Sağa bak, dikkat!”
Çakı gibi ellilikler bölüğü oğullardan, hatta torunlardan takviyeli olduğu halde saygıyla karşıladı şehit er Mustafa’yı.
Her cenazede yaşanan bir sorun vardır; şehidi göstermezler. Bazen haklıdırlar, yüzü parçalanmış, gösterilmemesi gerekiyor olabilir. Şipşak Şamil, kolumda mırıldanıp, vızıldıyor.
“Oğlanı son bir kere göreyim, komutanım.” Cenazeyi getiren başçavuş, elinde bir onbaşı rütbesiyle yanımıza geliyor. Bir de başarı sertifikası doldurmuş komutanı. Ona neresinden vurulduğunu soruyorum. Karnından vurulmuş. Öyleyse yüzünü görmemizde ne sakınca var ki?
Başçavuş, inatla gösteremeyeceğini söylüyor. Bu oğlan kimle görüştüğünün farkında değil galiba. Ona, ”Önce ben göreceğim. Sonra da babası görecek. Sakın, hayır demeye kalkma!” diyorum. Şehidi bir merasim bölüğü gibi karşılayan kırk yedi eski komandoya bazı kuralların sökmeyeceğinin o da farkında.Peki, demekten başka çaresi yok. Tabutu oğlanın odasına taşıyoruz. Önce kefeni açıp, hala sırıtan yüzüne dokunuyorum. Buz gibi olmuş, karnında küçük bir delik var. Zaten sadece yüzünü görecek. Şamil’e, ‘”Gel!” diyorum. Şamil, dimdik. Yavrusunun başında, onun saçlarını okşuyor. Az sonra, “Hadi, çıkalım.” Diyorum. Bıraksam tabuta, oğlanın yanına uzanacak. Birlikte kapatıyoruz kefeni.
Yakın bir camide kılıyoruz namazını yavrumun.
“Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” Bıktım, bu slogandan. Artık bana karşı tarafı güldüren, şehit yakınlarını kızdıran, tesirsiz basit sözler gibi geliyor . Bağırmak yerine düşünün, bunların sebeplerini ve çarelerini.
Komandolarım sessiz. Sadece önlerine bakıyor. Cenaze namazına epey insan gelmiş. Merkez Camii ağzına kadar dolu. Bando, merasim bölüğü ve top arabası da var. Namazda komandolar hemen arkamda saf tutmuş, sağımda Şamil var. İki arkadaş gibi el ele tutuşmuşuz. Kanseri atlatmış ama bitmiş o aslan gibi adam.
Tek erkek evlat, insan kabul edemiyor. Bu aile ne yapsın, nasıl dayanacak o ana böyle bir acıya . Ah ulan şu atmışlık halimle fırlayıp, dağlara çıkmak geliyor içimden. Baskı görmüşler de, onun için dağlara çıkmışlar ha? Öyleyse, Şamil ne yapsın? Onları ölüm arenasında gezdiren, sonra da “ Kahramanca öldü. Arkadaşlarını da kurtardı, onu onbaşı yapacaktık, bilmem ne…”’ yalanlarını söyleyen çaresiz kahraman Türk subayları, astsubayları ne yapsın?
“Hakkınızı helal ediyor musunuz?”
“Helal olsun” dan sonra imam, “Babasının komutanı yüzbaşı konuşacak!” demez mi?
Ulan, önceden söyleyin de, güzel bir konuşma olsun. Düğüne çağırır oynatırsınız, cenazede, düğünde konuşturursunuz… Nişan taktırır, söz kestirirsiniz, bıktım lan sizden!..
Hocanın yakasına taktığı mikrofonu alıp, farelerin tuzak kurmakla yok edilemeyeceğini, deliklerden içeri girmezsek ne ilaçlamanın, ne de cebbar kedilerin onları bitiremeyeceğini, beslendikleri çöplüğün derhal yok edilmesi gerektiğini anlattım.
İmam da, cemaatin bir kısmı da bu konuşmadan hoşlanmadı. Yine de gençlerden ve kadınların hepsinden büyük alkış aldım. İki kişi bando başçavuşuna, top arabasına konan cenazenin arkasında dua etmek istediklerini, cenaze marşının çalınmasını istemediklerini söylemiş. Aileden olmayan bu karıştırıcıları Muhammet Asteğmen hemen uzaklaştırmış. Evet, bize ait bir cenaze marşı olsa iyi olurdu ama bütün dünya bu marş ile uğurluyor şehitlerini. Cenaze marşı ile elli metre yürünüp, tabut cenaze arabasına bindiriliyor.
Şehidimiz, slogan atılmadan sessizce gömüldü, Başka oğlu olmadığı için mezara ,Ahmet Çavuş’la birlikte atladık. İkimiz de yaşlanmışız, zor kaldırdık aslan gibi babayiğidi. Anasını satayım, babalar bitti sıra oğlanları mı gömmeye geldi? Bu kaçıncı sönen ocak? Şu kısacık ömürde kalanına da ıstırap mı bulaşmalı?
Acıktım doğrusu. İlk işimiz, Eski Çarşı içindeki kuzu kebapçıya gitmek oldu. Çok güzel asmaların örttüğü, çardaklı bahçeye u şeklinde koca bir masa kurmuşlar. Kuzular, tepsilerin üzerinde kıpkırmızı bizi bekliyor. Herkes ayakta, yüzüme bakıyor. Eşek oğlu eşekler! Koca adamlar olmuşsunuz, ayıptır lan oturun, bütün çarşı bizi izliyor.
Şu Ahmet Çavuş’u yeniden orduya almak lazım. “Tanrımıza hamdolsun. Milletimiz var olsun.” duasına, ben de “Afiyet olsun.” Deyince, yemek başlıyor.
Ne kuzu ama… Şamil, kaburgadan koca bir parçayı benim tabağıma koyuyor. Gel de bu göbeği erit bakalım.
Yemekten sonra cenaze evine son bir taziyede bulunmak için minibüslerle gidiyoruz. Aramızda iki malul gazi var. Birine takma bacak, öbürüne siyah eldivenli fonksiyonsuz duran bir kol takmışlar. Kolu olmayanı çok iyi hatırlıyorum. Tam dirsek içinden vurulmuştu, kalaşnikof mermisiyle. Kurtaramayıp aldılar kolu Gata da.
Şöyle bir bakıyorum onlara; hemen hepsi fakir, hepsi ortadan aşağı seviyede insanlar. Yani bize gelen her adam, seçmece yoksulluk sınırının altındaki ailelerden miydi? Bu vatan için çarpışan kaç zengin var? Yoksa vatan sadece bu insanların vatanı mı? Oy deposu mu bunlar, yoksa düşünceleri dumura uğramış kart kurtlar mı? Oy anam oy.
İstanbul’dan beş kişi gelmişiz. Sabah olduğunda evimde, televizyonumun başındayım. Kumandayı haber kanallarında oynatıp duruyorum. Yol kesilmiş, kimlik sormuşlar, adam kaçırmışlar, önce kaçırılanlardan yine haber yokmuş. Falan filan. İnsanın kedisi kaçsa karakolları aşındırır da, oğlu kaçırılıyor sesi çıkmıyor. Bana telefon edip de,”Baba!”’falan demeyin lan, taşak kafalı deyyuslar! Her telefonda ağlayıp, size öğütlerde bulunacak, sizi yönlendirecek halim kalmadı. Artık o bastığı yeri titreten, yüreği vatan sevgisi dolu, iki yüz aslandan biri değilsiniz. Çıkın ulan face’ den de, mail’ den de. Telefonlarınıza bakmayacağım. Hepinizden bıktım artık. Anlıyor musunuz, bıktım diyorum. Bıktım. Atın beni bu aptal düşünce oyunundan. Düşünemeyen beynim artık iyice durdu zaten.
Yollamayın şu askere giden oğlanları bana. Hacı Tekkesi mi lan, benim yerim? Ruhumu tesellilerle uyutmak, bedenimi dinlendirmek istiyorum. Yan gelip yatmak, beyinsiz kellemi huzura kavuşturmak istiyorum. Anlasanıza yahu!.. Hele benim, hiç aslanlığım kalmadı yavrularım. Islanmış kancık kedi gibi her yerden tekmeleniyorum.
Bak şu işe, Ahmet Çavuş beni arayıp, teker teker sizlerden, yaptığınız işlerden, işsizliğinizden, emekli olamadığınızdan, sefaletinizden bahsediyor. Bu durum genel bir çöküş çocuklarım. Sizler beceriksiz değilsiniz. Çünkü ben sizi, bedenen ve fikren denedim. Ölümün karşısında onu küçümser cesaretinizle neler yaptığınızı, ayakta nasıl dik ve vakur durduğunuzu gözlerimle gördüm.
Çoğunuz baba olmuş, askere oğlan yolluyor, yetişkin kızlarınızı evlendiriyorsunuz. Bazılarınız birbiriyle dünür bile olmuş. Şu bana askere gidecek oğlanları, sonra onların terhis olup helallik almaya gelmelerini istemiyorum, be çocuklarım. Ya da söyleyin onlara, yaşadıklarını hiç anlatmadan elimi öpüp, defolup gitsinler.
Ben, köhne karakol binalarına tıkılıp kurşunu yedikçe panikleyerek üst komutanlarından destek istediklerini, eşkıyayı takip bile edemediklerini, ayağı kazığa zincirlenmiş aslanın güçlü pençesinden kaçan tavşanların soytarısı olduğunu biliyorum. Ama bilmek ne ifade eder, benim bir kenarda dedikodu yapmam neyi değiştirir? İçime ata ata doldum ve kusmak üzereyim. Bana anlatmayın, yok Heron muş, Neron muş, Amerika’nın istihbaratıymış… Beni sadece sönen canlar ilgilendiriyor. Anlamadığınız çok şey var. Bari siz de yaramı deşmeden, mahkum olduğunuz cehalet içinde kendinizce mutlu yaşamınıza devam edip gidin.
Sekreterim arıyor… Dört kişi iş ilanı için bekliyormuş. Teker teker odama alıp konuşuyorum. Askerliğini bitirip iş bulamayan lise mezunu çocuklar. Elimde olsa, hepsini işe almak isterdim.
“Sen, ne iş yaptın daha önce?”
“Ben oto tamircisiydim, efendim. Şimdi askere gidiyorum da…”
“Benden imzalı para istemeye geldiysen, yeminliyim vermem bak. Kimin oğlusun?”’
“Ahmet Çavuşun komutanım.”
“O baban var ya, ne kahraman, ne soylu, aslan gibi bir adamdır bir bilsen.”
Ne çenesi düşük bir adam oldum ben. Kız, “Mesai bitti. Çıkabilir miyim?” diye soruyor.
“Yahu Kerim, sen nereden geldin? Yozgat’tan mı? Bu gece dünyada bırakmam.”
“Bak şurası benim kasabım. Güzel bir pirzola, bir 70 lik Yeşil Efe, Ezine Peyniri, Kırkağaç Kavunu alalım, yengen de zeytinyağlı sarma yapmış, vuralım kadehlerin dibine…”
“İçki içmez misin? Ulan Ahmet Çavuş, ne biçim evlat yetiştirmişsin. Bari sen de birlikte gelseydin. Özledim seni.”
“Kızma, Gazi dede. İçmem dediysem, o kadar da değil. Sana eşlik ederim yani icabında.”
“Yaşa be Kerim. Babasının oğlu, sen çok yaşa.”
E. Yaşar Ovalı 03.01.2013
YORUMLAR
Değerli Arkadaşım.
Sizin bu tür yazılarınızı o kadar seviyorum ki kelimelerle ifade edemem. Bir taraftan ağlarken bir tafatan güldürüyor insanı. Hepsinden önemlisi insanı insan olarak anlatıyorsunuz...Mesela: Şehidi kabre koyduktan sonra bizi yemeğe davet ettiler..Çok kızdım..Daha yeni şehidi toprağa vermiştik, yemek kimin aklına gelirdi'' deseydiniz bu tamamen riya olurdu. İşte insanı insan olarak anlatmak dediğim de buydu.
Ya da '' Şehitler ölmez vatan bölünmez '' sloganlarını duyunca göğsümüz kabardı '' deseydiniz. Kısacası bir asker , bir insan ne ise onu anlatmışsınız yazınızda.
Hüzünlü, hüzünlü olduğu kadar da sıcak...Bir taraftan güldürürken bir taraftan taaa gırtlağa gırtlağa tıkanan bir yumruk olmuş bu yazı.
Ellerine, gönlüna sağlık Can Kardeşim.
Selam ve sevgilerimle.
kukurikuu
Şu yazarı motife eden güzel yorumlarınız yok mu ,inanın
sizden yorum geldiğini daha görür görmez,mutluluk duyarak açıyorum sayfamı.
yA Hocam, şu anlattığıma dayanmak gerçekten çok zor. Geçenlerde büromun önünde doğurduğu için süt ve mama verdiğimiz kedinin yavrusunu , malesef su kamyonu ezdi. Yavru hemen öldü ama onu alıp nereye gömelim derken ,anne kedi gelmez mi?
Ananın elinden ölü yavruyu alıp gömünceye kadar neler neler yaşadık.
Değil ki bir kadının , bir ananın halini insan hayal bile edemez.
Teşekkürler Sayın Hocam.
kukurikuu
Hayatta her şey kabul edilebilir ama evladın kaybı asla.
Teşekkür eder saygılarımı sunarım.