Ertelenmiş Cümleler
Zil çalmış olmalı, o kısmı hatırlamıyorum. Uykuda gezer gibiyim. Dış kapıyı açan düğmeye bastım ve apartman giriş kapısının “açıldı” sesini duydum. Gelenin ayak seslerinden asansöre dönmeyip, merdivenden devam ettiğini anladığımda daha fazla beklememeye karar verip, dairenin kapısını açık bırakarak bilgisayarımın başına dönüyorum. Daha doğrusu dönmüşüm, o kısmı da net olarak hatırladığım söylenemez.
Esma’nın, sular kesikken musluğu açık unutup, sabah kalktığında halılarını yüzerken görmüş kadınlarınkine benzer çığlığı ile ayıldım.
- Bu ne!
İkimizin arasında kalan kâğıt yığınına bakıyordu. Ben de o’na…
- Ne, ne?
Yarısı soruysa, yarısı teşhisi;
- İyi misin? Diyor.
- Evet. Ne oldu ki?
Baskın basanındır ya, sesime olabildiğince kendinden emin bir hava vermeye çalışıyorum. Ne yaptığımın farkında olduğuma inanıyor mu bilmem ama sorguyu kes mesajını alsa da, devam ediyor Esma :
- Sizin apartman çöpünü buraya mı döküyor artık?
Bu kızın espri yeteneğine hayranım.
- Hıı! Balkonu gör sen bir de. Orası kuşların da ayakyolu.
Sohbet havam yok. Anlıyor. Geri dönüp, açık kalan dış kapıyı örtüyor. Kabanını çıkarıyor. Eşarbını kabanın iç tarafından, kol boşluğuna yerleştirip, özenle vestiyere asışını izliyorum. Sonra, o işine bakıyor, ben işime bakmamaya kaldığım yerden devam ediyorum.
Ellerinde poşetlerle tekrar oda kapısında belirdiğinde soruyor:
- Emin misin? Sonra sorma bak! Atıyorum hepsini.
Yazmakta olduğum yazıdan kafamı kaldırmadan elimle, “ne yaparsan yap” diyen bir işaret gönderiyorum. Yerdeki kâğıt yığınıyla kaç poşet doluyor, bilmiyorum.
Çoğu gitti, azı kaldı, hadi pes etme, diyorum kendi kendime. Bu salak notları okumadan atarsan hayıflanacaksın; ben seni biliyorum. İyisi mi, yaz işte bir kenara. Derli toplu dursunlar bilgisayarında. Belki bir gün işine bile yararlar. Daha kitap sayfalarına düştüğün cümleleleri de toplamalı, sonra kimse okuyamasın diye bir güzel karalamalısın. Kurşun kalem kullan diyorum, ama dinleyen kim! Sonra da ondan bundan kitap saklarsın.. İç çamaşırınmış gibi.
Şu an patadanak ölsen -ne demekse bu- ve bunlar birinin eline geçse, -ki geçeceği malum- ne der el sana? Elbette birisi toplayacak senden kalanları. Elbise dolabını, kütüphaneni... Kim yapar acaba? Oğlum dayanamaz gidişime. Zaten adam kendi dolabını toplamaktan aciz.. Yok, O olmaz. Babası? O da hiç dayanamaz acıya. Grip olduğunda ahı vahıyla apartmanı ayağa kaldırıyor adam. Yas tutarken elini işe güce dünyada sürmez. Yas tutar değil mi, yas... Gelinim? Belki… Gelinim mi? Amma hayalperestsin ha! On yıl daha cepte bu durumda. Acelen ne o zaman, yarın devam edersin. Ölmeye niyetin yok senin ama ölüm geliyorum, geleceğim demez, cicim! Çıkagelir ansızın, olanca dağınıklığınla kalırsın ortada. Hazır ol iyisi mi… Eksik şiirlerde, yarım öykülerde ertelenmiş cümleler bırakma. Hem, kelimeler arkandan ağlarlar sonra...
Annem konuşuyor sanki, sağ omzumun üzerinden. “O son lokmayı bırakmamalısın, ekmek ağlar arkandan!” Yalan bu. Biliyorum. Bal gibisinden hem de. Yenilesi, yutulası ama yalan işte. Annemde daha çok var onlardan. Erken kalk, meleklerin kısmet dağıttığı vakit o vakittir. Güneş doğmadan açacaksın pencereleri ki odaya nasibin dolabilsin. Karşı apartmanın kaloriferi tam o saatlerde yanıyor ve adamların kullandığı kömür kaçak muhtemelen. Kurum, nasipten, kısmetten evel gelip konuyor adamın burnunun ucuna.
Kollarını böğründe bağ yapma öyle. Kısmetleri ürkütürsün, hiç bir dileğini kabul olmaz sonra. Düğümleme bahtını, of dedikçe bağlanır zihnin. Oh de, olmadı ah de ki için ferahlasın… Yüzükoyun yatma. Gavur ölüsü gibi ne o öyle! Yüzükoyun yatmanın ne ziyanı olurdu sahi, unutmuşum. Talihe arka dönmek demek miydi ki? Yüzünü döndüğünden ne hayır geldi, diyor içimde, o, annemin bende bol olduğunu söylediği şeytanlardan birisi.
Yüzükoyun yatarsan göz kapakların şişiyor ve bunun kan dolaşımıyla alakası olabilir pekâlâ... Bunu araştırmalıyım. İlk uzandığım kâğıda not düşüyorum; “yüzükoyun yatmak” ve sonuna kocaman bir soru işareti konduruyorum. İşte yine yakaladım kendimi. Esma’ya bakıyorum, gördü mü diye… Yok, yere çömelmiş, elindeki poşete kâğıt tıkıştırmakla meşgul, bana baktığı falan yok O’nun. Karalıyorum yazdığımı. Üşengeçlik bu. Ya şimdi bak çaresine, ya unut gitsin… Unutmaz da yarına erteleyip yazarsan böyle, bu kâğıt yığınını ömrünce eritemezsin sen.
Artık kullanmalıyım şu lanet gözlükleri. Kimi notları öyle kargacık burgacık yazmışım ki okuyamıyorum. İşin garibi ne zaman, nerede yazdığımı hatırlıyorum, bazılarını. Kırmızı ışıkta beklerken, torpido gözüne ulaşamamış, elime geçen kâğıt mendile karalamıştım. “Sparta askeri, Atina aristogratik. Zafiyet eşittir lüks… Fiyat eşit inanç”... Çık içinden çıkabilirsen. Saçmalık bu, derken anımsıyorum; önümdeki arabanın arkasında kocaman harflerle, “dikkat bebek var” yazıyordu. Görünürde bebek mebek yoktu. Muhtemelen adam eşiyle ortak kullanıyordu arabayı ve evin hanımı yazmıştı o yazıyı. “Dikkatim dağınık olabilir, kusuruma bakmayın,” demek miydi ki kastı… Hatalı sollayabilirim, şeridi ortalar, gidebilirim. Zınk, diye durabilirim; küfretmeyin duyabilirim... Kısacası başınıza bela olabilirim.
Peki, ama Atina’ya niye uzanmıştım ki ben, o an… Hazır oralara kadar varmışken Spartaya uğramış olmam akla yatkın; inanca nasıl dönmüş olabilirim? O kısmı anımsayamıyorum işte. Çocuklarla bir alakası olmalı… Ya da kadınlarla… Arabalarla mıydı acaba? Motorlu ilk taşıt Yunanistan’da üretilmedi ki… Tekerlek ya? Hay Allahım; bu kopuk kelimeler arasında bir bağ kurmuş olmalıyım ama hatırlayamıyorum. Neyi nereden tutmuş, nereye, nasıl bağlamıştım acaba...
“Ekonomiyi çökertip, ahlaktan medet ummak” Bunu da hatırlıyorum işte. Marketin çıkışında, haşlanmış mısır kuyuğuna girdiğim gündü. Mısır satan adamı, sırada önümde duran kadınların, "o mu olsun, bu mu" dedikleri, mısır seçme seansına sabrı için tebrik ettiğim gün... Benim sabrım çoktan taşmış, "alacaksanız alın hadi, tüm mısırları elleyip durmayın," diyerek müdahale ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Kadınlar uzaklaşırken, adam, onların adına özür dilermiş gibi, “müşteri velinimettir ablam,” demişti. Kendisini onaylamak yerine yüzüne ters ters baktığımı görünce de seri ve suskun bir şekilde mısırımı vermiş, savmıştı başından beni. Bu not o mısırı sardığım kâğıda düşülmüş… Kim bilir neler geçmiş aklımdan.
Neden bir defterim yok, benim? Bu kadar yer kaplamazdı bu notlar ve “artık ya bizi at, ya ilgilen bi zahmet” diye bağırmazlardı şimdi.
Kayda değer bir iki cümle daha buluyorum kâğıt tomarı arasından. Her birini karaladığım anı yeniden yaşıyor gibiyim. Anı anımsayıp, cümleyi tamamlayamamak insana dilsiz hissettiriyor. Düşünmemeye karar veriyorum ve sadece ne gördüysem olduğu gibi alıyorum, bilgisayarda oluşturduğum dosyaya. Ta ki o alt alta yazılmış üç cümleye gözüm takılana kadar, önündeki metni daktilo eden sekreter ciddiyetinde devam ediyorum.
“Bu kadar güzel mi vurur yaralı bir gülüşe Ay
az sonra bitecek bu rüya ve ben nefret edeceğim
uykumda yürüyen gözlerimden sesini duyana kadar…”
Kullanmış mıydım ben bunu bir şiirde? Hayır, ama kullanmamak için çok cümleyi de görmezden gelmiştin, diyor, sol omzumdan bir ses. Bu defa o yana geçti ve konuşan annem değil. Annem olsa gözlerimi böyle yakamazdı o üç mısracık.
Kelimelerde böyle bir illet işte. Yazmazsan ağlamıyorlar arkandan ama, anasını ağlatıyorlar adamın. Ya, diyorum, Hürmüs hanım, soluma bakarak; böyle işte! Kelimeler de yakasını bırakmaz yazmadan adamın. Müsaadenizle artık. Gaz yapacak ve benden çok size vuracak sancısı ama ..Üzgünüm, yazacağız artık bunu da. Kimseye bir faydası yok ertelemenin, ötelemenin... Sanki her şiirde, her öyküde sansürü var kadının.
-Efendim?
Mutfaktan geliyor Esma’nın, sesi. Kendisiyle konuşuyorum sanıp, annemin azarından son anda kurtarıyor beni.
- Çay, diyorum. İçer miyiz, yapsak mı?
-Yaptım bile, diyor, şen şakrak bir sesle.
- Hadi gel de birşeyler yiyelim. Ben de öyle geçeyim arka odalara. Ütü yok bu gün, camları sileyim diyorum, ben de.
Kalan bir iki kağıt parçasına bakmaya takatim yok. Ertelediğim ne varsa bir güne sığdırmaktan, yoruldum. Onları da alıp aklıma, mutfağa geçiyorum.
- Bitti mi diyor Esmam, gülerek.
- Bitti, diyorum.
-Ağladın mı sen?
-Yok, bilgisayar gözlerimi mahvediyor. Gözlük kullanmalıyım artık.
-Eder tabi, diyor Esma, bilmiş bilmiş. Sonra birşeyler anlatıyor kendi gözlerinin de bu sıralar kızardığına, kirpiklerinin sıkça kaşınıp durduğuna dair. Yalan söylerken gözlerime bakamıyor ama susmuyor da...
Dünden kalma zeytinli poğaçalar fırında ısınınca mis gibi kokutmuş mutfağı. Aklımdan sızan kelimeler, dağınık halde akıp geliyorlar yine, kirpiklerimin arasından. Peçeteliğe uzanıyorum.
- Al, diyor Esma.
Sesi sert ama bakışları sıcacık. Uzattığı kalemi alıyorum.
Sıcak çay ve sıcak poğaça, ağzını yakıyor Esma’ nın. Gözleri yaşarıyor acıdan, ama ikimiz de gülümsüyoruz, birbirimize bakarken.
YORUMLAR
sevgili aynur,
şiirlerini hep okurdum ama yazını ilk kez okuyor ve neler kaçırdığıma üzülüyorum şimdi.
şu ana kadar defterde yüzlerce değil belki ama onlarca yazı okudum.
genellikle sıkılırım bu bölümde gezinirken.
çok beğendiklerim elbet vardır fakat bu...
yani nasıl anlatsam...
çok güzel, çok ilham verici, çok çok şıktı işte.
bana göre uzun olmasına rağmen biraz daha sürseydi dedim içimden.
anlatıcıda kendimi bulmadım desem yalan olur.
heryere gizemli notlar düşüp; ne niyetle yazmıştım nereye bağlamıştım diye düşünmeler hele!
özellikle de şimdi ölsem kısmı.
sonra biraz daha yaşamaya karar verişteki ince mizah...
harikaydı.
artık yazılarının da takipçisiyim.
haddim olmayarak tebrik ediyorum.
sevgim, saygım, iyice artan hayranlığımla...
Aynur Baş
Demek ki kaçarken sana da uğrayacağım artık...
Birlikte saklanırız el ele verip,
ben anladım mesajını :)
Teşekkür ederim öğretmenim.
Selam ve sevgilerimle...
deniz-ce
buluşarak:))
Esma poaçaları ısıtırken kokusu benim burnuma gelmişti. Sabah uyanamamanın verdiği keyfle yayıldıkça yaılıyordum ama acıktığımı farkedene dekti uyku sersemliğim.
İnceden içim sızlıyordu, bir yerlerde sevdiklerimin yüreğinde alevlere ulaşamıyordu, itfaiye ekipleri.
Kağıtlar, boş sayfalar, bembeyaz bakir sözcüklerle doldurduğumuz, içten; en kor yanımızdan damıttığımız, hüzünlü jilet misali çizen, açılan yaralarımızı edebimizle sanatla işlediğimiz ki, bazen hiç de edebi değil, öylesine alalade...
Üzülmenin faydası yok, ki zaten üzülmenin anlamı da yok.
Anlamlar ki çoktan kıymetini yitirmiştir. Noktalı yerlerden kestiğimiz harf kalıntılarını kirli bir oyuncak gibi, uçak yapıp soysuz rüzgarlara verdik. Bileti kesilmiş, ve sadece gidişe ayarlanmış saatlerde asılıdır artık zamandan çalınanlar...
kırklanmış gibi hissetmeli belki, belki en doğrusudur, kırklamak içindekileri döktüğün kağıttan, peçeteden, eskimiş defterlerden sökmektir belki de gidenlerin adını... Yazar yazıyı yazmış, heybesindekileri ortaya döküp bahar temizliği yaparak...
Peki bana ne oluyor ki, yılların ve an'ların ve yaşanmışlıkların hüznü göğsümü alabildiğine daraltıyor?
Söylecek çok şey vardı, Esma'ya dua et yazarım; işin içinde O da var. :)
Bizim sohbetimiz yazıyla idi değil mi ama, işte konuya hakimiyetim sıfır, anında dağılıyorum.
Yeniden geleceğim, muhtemelen yarın gece aynı saatlerde, ikinci uykuya yatmadan evvel...
Teşekkür ederim, hissettirdiklerin ve gezdirdiğin yerler için...
Sevgim ve saygımla, daima....
Aynur Baş
Not tutmayacağım artık.
Sen gelene kadar ben bir iki kere okur, imlaya çekidüzen verir, bir iki virgül nokta yerleştiririm, ertelemediğim bu cümleler arasına :)