- 352 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aydını Kaybetmek 6
6-Laikliğin toplumsal literatüre girmesi, inanç özgürlüğü adına; ya da farklı dinler ve farklı mezhepler mensuplarını (aidiyetlerini) koruma adına olsaydı eğer; hiç şüpheniz olmasın ki insanlık, boşu boşuna bir uğraşı ve akıl karıştırmaların içine girmiş olurdu! İşte laiklik kavramı tam da bu zorunluk alanında kendisini ele vermekte ve zurna da, tam burada zırt aşmaktadır. Oysa laiklik süregelen bir dini otoriter tutumun karşısına tepki olaraktan, ’bir durum’ belirlemesi olaraktan, bir reaksiyon oluşla konmuştu.
İnsanlar kendi inançları içinde; ’senin dinin sana, benim dinim bana’ demenin erdemlerini zaten öğrenmişlerdi. Hatta ittifak içinde panteon denen aynı ibadet alanında; ‘her bir dini sembol, ikon ve totem heykellerinin sergilenmesi olanağı vardı. Panteonlar hoşgörüce edişle totemi heykellerin bir arada bulundurulma ortamlarıydılar. Panteon denen ittifakın tapınağı içinde, sırayla günlük dini tören seremonilerini yaparlardı.
Sözgelimi Nippur da bir tapınak yedi kapılıdır. Her bir farklı ilah inanıcı (ittifaka değin etnik grup) kendi kültüne ait olan kapıdan tapınağın içine; esenlikle girerdi. Her bir kült inanırları, ibadetini aynı panteon içinde yapardılar. Mekke bile bir panteondu. 360 tane put, bir arada, kavgasız, gürültüsüz dururdu.
Mekke panteonu içinde İsa ve Meryem’in ikonu ve haçı dahi vardı. Eğer bu bir inanç özgürlüğü ise; insanlar bu inanç özgürlüğünü binlerce yıl önceden beri öğrenmişlerdi. Hoşgörüyü böylesi ortaya konmuş olan insanlığın, hoşgörüyü açıkça bilip, saygınlaşır olduğu hoşgörücü uygulanışın pratikliğini; şimdi durup durduk yerde tekrardan ’laiklik’ diyerekten; eveleyip gevelemesinin ne anlamı olurdu ki?
Monocu dinler, panteonları kaldırarak; panteoncu alanın ortaya koymuş olduğu vicdani kanaat özgürlüğüne olanca darbeyi vurmuşlardı. Bu bir çelişkiden kaynaklanıyordu. İttifaklar birlik istiyordu. Oysa hoşgörü ve panteoncu anlayışıyla korunan yapı çok köklü olan etnik totemi yapıydı. Bu durum birlik olmayı değil her an çelişki noktaları içinde tartışmayı öngörüyordu. Birlik fikri, tek kök üzerinde insanı birleştiren bir şey olmalıydı. Bu da mevcut politeisti anlayışa karşı, yeni olan monosu anlayıştı.
İşte monocu anlayışlar, birlik yaparken amaçları etnik yapıların birliğini sağlayan bir unsuru daima göz önünde tutarak bu işe girişmişlerdi. Etnikliğin ortadan kalkması için panteon içinin yıkılması, yeniden inşa ile her şeyi yaratan tanrı ikame edilmeliydi. Her bir etnik yapıyı her biri ayrı totem ata soylar değil her şeyi yaratan tek bir tanrı adına düzenlemeliydiler. Böylece çok köklü totemi anlamalar, süren hali icabın gereği oluşla, tek köklü totemi anlamaya dönüşecekti.
Tabii ki kuramsal olurla bu böyleydi. Gerçek girişme ve bağıntısı içinde eski totemi anlamalar hemen hatta hiç ortadan kalkmayacaklardı. Gizli açık oluşla, yeni dinin bir alt fraksiyonu olan mezhepleri düzeyine gerileyip, konumlanışla; yeni anlayışa uygun dirençlerini ortaya koyacaklardı.
Tabiri caizse kişiler iki dinli olacaktı. Biri geleneksel etnik kült. Diğeri ittifakın birlik çağrılı yeni inanç ruhuydu. Bunun teşmili; ikiliğin yasallığı olan mezhepler, mezhebi panteonun gerekliliği yüzünden önce ittifak içinde, giderekten de mahallelerde, inanç özgürlüğü adına ve kendi hoşgörüleri adına; övünüşlerle şimdiki kiliseyi, havrayı, camiyi buluşturur olacaklardı!
Oysa laiklikle birlikte, toplumsal yapılar içindeki daha çok sosyal anlayışlı teokratik otoriteyle; yine toplumun kendi toplum otoritesi ayrışacaktı. Laiklik bu bağlam ile tüm dünyanın konjonktürü olmuştur. Yani toplumsal yapılar içinde, aklın ve nesnel hukukun otoritesi; tek icbarca yetke kabul edilmiştir. Ve inanca değin, naklin; veyahut ta, vahiye dek olan ve vahye dayalı olan otoriteler halkın uhdesine tevdi edilmiştir. İnanca değin olan yaptırımlar, kişiler bazında; cemaatçi yapı yaşamlarının içselleştirmesine değin oluşla, özel yaşantı aşmalara dönüşmüştüler.
Laiklik (toplumun ayrı ve halk alanın ayrı) otoritelerine değin egemenlik alanların ayrışılması olacaktı. Laiklik, sekiz bin yıllık insanlık tarihinin geldiği bir ileri aşamadır. laikliği tekrardan, inanç özgürlüğüdür deyişle; sığ, akla, izana gelmez şekilde; tarihi gerçekliğe aykırı olacaktan tanımlamaya büründürmek, ancak böylesi bir aceleci feveranla oluşun yanılsaması gibi olur, kanımca.
Laikliği, taraflarının birbirine karşı korunması olacaktan tanımlamakta, tam bir zırvalama yanılgıdır. Bir birine karşı korunma zaten 5000 yıl önceden beri, her ittifakı olan toplumların kendi güvenlik ve huzur algısı içinde düşünülür; gözetilir; bilinir olduğu, zorunlu bir uygulamadırlar. Kaldı ki tüm bunlar sonraki gelişmelerle laiklik içinde ihsas edilmiş olsunlardı!
Aydın karartmasının bir rezilliği de her tür ahlaksızca, sefihçe olan durumu; laf cambazlıklarıyla mazur ve makul görülenin düzlem ve düzeyine indirgemeleridirler. Bunlardan biri ve de güncel tartışılanı da; halk nazarında bir yolsuzluk algısı oluşla ’havuzlu villada’ oturma meselesidir. Bu sorunsalı öylesine makul ederler ki, asıl meram, makul etmenin toz dumanı arasında yiter gider.
Yalaka tipli aydınlar, kaynağı belli olmayan mülk edinmelerin, özelliklede mülkü ele geçirme şeklini siyasi nüfuzdu ilişkilerle sağlatıldığını kuşkulatır olan her bir elde edişlerin dile getirilir olmaları vardır. Bu şaibelerden birisi de havuzlu (villa değil) villalar, şikâyetnamesidir. Sözde aydınlar bu şikayetname söylemleri; ’Havuzlu villada oturmak suç mu? ’ diyecekle, öyle bir makul masumluğa büründürürler ki siz susup kalırsınız! Şikayet, hırsızlığa değil de; “karın doyurmak suç mu?” demektedirler!
Hâlbuki ki bu sorunsal, Rahmi Koça ya da Özden Sabancı’ya veya armatör bilmem kime karşı dile getirilir bir söylem de değildi ki ’Havuzlu villada oturmak suç mu? ’ denişle böylesi bir cevap verilmiş olsundu! Geliri ile sağlayışları ve beyanları arasında uyuşmayan bir durum, belirtilmesinin tepkisiydi. Bu kabil tehlikeli, maksadı atifiyeyi bilmezden, görmezden, aymazdan gelen mantığın bir söylemi de şu olmak gerekirdi.
Banka ya da devlet kasasını soyan birilerine ’suda yüzer gibi paralarla oynuyor’ denilen birini ’ne var be kardeşim. İnsanların para sahibi olması suç mu? ’ Denişiyle savunmaya geçildiğinde de, toplum yargılarına ve toplum inancına değin olan her şey biter. Artık hırsızlık makul bir onere sıfattır. Hırsızın da hırsızlıkla da olsa para sahibi olma hakkı vardır! Bu durumda sınırlar, kıyaslamalar ve ahlaki direnç noktaları belirsizleşir. Değer yargılarınız ve ölçme değerlendirmelariniz şaşar. Hatta sıfırlanır.
Ne insanların havuzlu villalarda yaşaması suçtur. Ne de insanların yasal yoldan para sahibi olması suçtur. Aksine ereğimiz, toplumsal hedef içinde insanlarımızı, bu olanakların refahına kavuşturmaktır.
Burada önemli olan bunlara ne şekilde (nasıl bir meşruiyetlikle sahip olduğunuzun) açıklanabilir oluşla yasal sınır içindeki bir iyeliğinin olmasıdır. Açıklamaya muhtaç konuları açıklayamayıp da; ’falan yerde oturmak, filana sahip olmak suç mu? ’ gibi ipe sapa gelmez deli saçması argümanlarla; hırsızlığın, alidiboculuğun, sadet zincirinin övülmesi, yapılmış olur ki; toplumun övdüğü ahlaki ayırımları yapabilir olan yeteneklerimiz, bu durumda dumura uğrarlar.
Bu bir iki örnekle, görülüyor ki aydının kendisini kaybetmesi, çoğu kez bilmiyor olmasından değildi. Halkın bilmez olmasına oynamalarındandır. Yanıltan bilgi ile yani, sapla samanı karıştıran bilgiyi o konuya ilişkin bilgi gibi sunmalarındandı. Bu sunu üzerinde yanıltmalarını; eş deyişle kafa karışıklığını yaratmaktadırlar. Bu anlamda aydınının aydınlığı, her yeri ile lime lime dökülüyor oluşundandır.
15.07.2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.