- 1085 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
kırşehir -umutsuzluğumun baş kenti
KIRŞEHİR, UMUTSUZLUĞUMUN BAŞKENTİ
Gözyaşları ne renktir Zübeyde Sultan? Dökülen yaş söndürür mü gönül yangınlarını? O kadar yoğun yaşadık ki zamanı. Türküsü, şiiri, özlemi, dostluğu… Yaşamada farklı farklı değerlerinde olduğunu, unuttuk sandığımız duyguları hala yüreğimizde taşıdığımızı ve hayatın her şeye rağmen, yaşanılır olduğunu anladık sayende.
Dedim ya o kadar yoğun ve güzeldi ki her şey, ablama teşekkür etmeyi unutmuşum. Teşekkürler Zübeyde Sultan… Yüreğine, emeğine, Kırşehir’in o soğuk havasında, sağa sola koşuşturmaktan anlında biriken ter tanelerine, insanlar mutlu olsun diye verdiğin emeğe sağlık.
Teşekkürler Zübeyde Sultan, yıllardır unuttuğum abla sevgisini yeniden hatırlattığın için…
Teşekkürler Zübeyde GÖKBULUT abam, benim sağlığımı benden çok düşündüğün için…
Yorgunum. Gül tomurcukları diziliyor gözlerime. Ağlasam, dökülecekler, Ağlasam, yüreğimdeki yangınlar kalacak Kırşehir’de.
Şiir okumaya çağrılıyor, bu edepsiz şair. Hem de memlekete. Yirmi beş yıldır görmediğim, görmesem de sevdasını yüreğimde sakladığım memleketime.
“He ,” diyorum.
“Gelirim ya. Gelmem mi hiç? Hem de çıkarır yüreğimi, pamuklara yatırırım gelirken. He ya gelirim.”
Ne okumalı ki? Ne okumalı da nasıl okumalı? Gel, diyenlerin yüzlerini eğdirmemeli yere. Kızlarım ne yaparlar ben yokken. Kömürü kim taşıyacak ikinci kata?
“He ya gelirim,” diyorum. Dosta şiir okumak ne kadar zor ola ki?
Sonrası;
Sonrası viran. Kitabı alıyorum elime, hangi şiiri okuyacağıma karar vermeye uğraşıyorum. Evet, evet en güzeli bu, bunu okumalıyım. Yok, canım şunu okursam daha güzel olur. Bu, tamam tamam son kararım, Hicran’ı okuyacağım… Sabah olmadan dönüyorum kararımdan…
Birkaç gün sonra bir mail geliyor, Zübeyde ablamdan.
“Politika yok.”
“Siyaset yok.”
“On kıtayı geçmesin ha…”
“Geriye ne kaldı be ablası ,” diye düşünüyorum.
Bir bir eliyorum şiirleri. Bu siyasi. Bu siyasi… Ne çok siyasi şiir yazmışım. Sahi, Mehmetlere ağıt yazmak, ne vakit siyaset oldu ki?
Heyecanım zamanla çoğalıyor. Vakit duruyor, saatler geçmek bilmiyor.
Döş yangınlarıyla, düşüm yanıyor…
İzin almak lazım... En az iki gün. Milli Eğitime gidiyorum. Müdür mazeretimi soruyor.
“Âşık paşa,” diyorum.
“Âşık paşama gidiyorum.”.
Müdür bey, nereli olduğumu soruyor.
“Kırşehirliyim ,” diyorum. Sesimdeki gururu saklamadan...
“Kırşehirliyim.”
“Tamam, ”diyor müdürüm.
“Kırşehir dedin mi akan sular durur.”
“Durur ya müdürüm ,”diyorum.
Zaman geçmiyor. Zaman sağır, zaman dilsiz, zaman öksüz...
İçimden, cennete mi cehenneme mi? diye geçiriyorum.
“Hadi hayırlısı,” diyorum.
Kara bulutlar çıkıyor. Ne yandan ne yönden geldiğini bilmediğim. Sonra, kara yağmurlar dökülüyor, gönül toprağıma. Gönlüm kararıyor.
Beş gün kaldı. Dört, üç, iki…
Siyaset yok… Mehmetlere ağıt yakmanın neresi siyaset ki? Siyasetin kör karanlığı sebebine ölmedi mi o Mehmetler?
Siyaset yok. Aklımda.
Mümtaz ağabey arıyor.
“Rakı falan içmeyesin ha…”
Ankara’dayım.
Ne vakit yolum düşse Ankara’ya, hep aynı türkü gelir hatırıma;
“Ankara adı kara, bu yara başka yara
On sekiz yaşındaydı, kıyılır mı Erdal’a”
Yaşarım garajda karşılıyor beni. Yaşarım, anamın doğurmadığı kardaşım. Tülay kızıyor, geç kaldık diye.
Ben çocuklaşıyorum.
“Yımırta yemeden uyumam kız.”
Sofra tekmil. Sofrada hüzün, sofrada sevda, sofrada kavga, sofrada dostluk... Ben, en çok dost kısmını hissediyorum. Tülay’ım, Yaşar’ımın can yoldaşı. Sınıf arkadaşım, anamın doğurmadığı kardaşım…
Saat, dört buçuğu buluyor. Ben hala aynı düşü anlatıyorum. Nereden geldiği belli olmayan bir ışık doluyor odaya.
“Ayın ışığı,” diyor Tülay.
“Ayın ışığı.” Anlamazdan geliyorum. Ben o ışığı çok seviyorum.
Tülay, zılgıt atmaktan hiç yüksünmüyor.
Zılgıt, yanan yangına su…
Kırşehir’deyim…
KIRŞEHİR, Sevdamın başkenti...
Aklımda, fikrimde, düşümde, döşümde hep aynı sızı… Ya gelmezse.
“Saçmalama oğlum, “diyorum. “Yirmi beş yıl bekledin, ne vakit geldi ki? Bu seferde gelmeyi versin.”
Gelsin be…
Gelsin be.
Bu sefer gelsin.
Karanlığı aydınlatan ışık olsun. Sonra bıraksın da gitsin geldiği yere. Çalıntı da olsa ışığı, bu sefer aydınlatsın, içimde ki karanlığı.
Ne içtiğin rakıların, ne atılan kahkahaların faydası var… Bu yangın, o gelmeden sönmeyecek.
KIRŞEHİR; yalnızlığımın başkenti…
Necip Fazıl’ın bir şiiri düşüyor yüreğime
“Öz yurdun da garipsin.
Öz vatanında parya”
Âşık Paşadayız, bir dost, bir şeyler anlatıyor. Ben, duymuyorum. Yirmi beş yıl önce gömdüğüm yüreğimi arıyorum. Küçücük bir gülfidanı vardı. Nerede ki?
Şiirler söylüyoruz. Onlarca dost kanatıyoruz bir birimizin yüreğini. İçimizdeki yangınları aşikâr ediyoruz.
“Nazlı yâre mektup diye başladım.
Haber geldi karlı dağda kışladım.
Seni düğünlerde toyda düşlerdim.
Kalemim kan oldu, yazmaz Memedim
İnsan sevdasına küsmez Memedim.”
İbrahim emmimin gözlerini görüyorum. Kızarmış mı ne? Son satırı okuduğumda, şiirle beraber ben de tükeniyorum.
“Gül Ahmet’e selam söyle Memedim.
Ölmedin de ondan eve gelmedin.” Ben de ölüyorum…
KIRŞEHİR, çaresizliğimin başkenti…
Gözüm, kulağım, gönlüm yolda. Gelir ya, bir başıma koymaz beni.
Sen yoksan, her daim yalnızım ben. Bunca kalabalık da bile…
Gelir ya… Gelmeli.
O kadar hızlı yaşıyoruz ki, Zübeyde ablam, içtiğim üç çift rakının hesabını soruyor. Ben, büküyorum boynumu. Susmak da bir erdem, diyorum içimden.
GÜLTEKİN Ablama sarılıyorum. Ne güzel bakıyor, gönül sultanı.
“Abam be, bu Kırşehir’in koca karnı, nedense bi bizi almadı, Âşık Paşa türbesinin oraklarına yüreğimi bıraktım dı gördün mü?” diyesim geliyor.
Ağlamaktan yoruldum. Sulu göze çıkacak adım.
Ve o geliyor… Saat yok, vakit yok, karabasanlar, düşler, umutlar, iyiler, kötüler yok… O var. Birkaç saat sonra, Temmuzun cehennem sıcağında düşen rahmet misali, toprağa hoş bir koku bırakıp gidiyor. Ben o toprakta yatmayı diliyorum…
Sarılıyorum Gültekin abamın boynuna,
“Abla ,”diyorum.
“Ölüyorum.” Gözyaşlarımız karışıyor birbirine. Ablam, öyleden kızıyor bana.
“Ağlatma beni deli çocuk,” diyor. Ağlıyoruz.
Bennu, yanaşıyor yanıma,
“Bu nasıl bir sevdadır?” diye soruyor. Anlatmaya çalışsam, boğulacağım. Düş yangınımı söndürmek için iki damla yaş döküyorum döşüme, iki damla yaşın, yüreğimdeki yangını söndürmeyeceğini biliyorum.
Kamana gidiyoruz. Yıllar önce yazdığım bir satır düşüyor aklıma,
“Burası Kaman hallarım yaman.”
Yakışıklılar yakışıklısı, yiğitler yiğidi, adamın hası karşılıyor bizleri. Mümtaz hocam, Mümtaz ağabeyim, Mümtaz dostum, karşımda… Çok şık görünüyor ya bakma sen. Benim derdim, onun gözlerini görebilmekte.
( MÜMTAZ BOYACIOĞLU)
Onca telaşın içinde, tüm şair dostlara gönülden bir merhaba yolluyor. Gözlerinin ta içinde insan sevgisi… Ben yanımdaki dostlara,
“O, benim ağabeyim,” diyorum, kasıla kasıla.
“O benim ağabeyim. Hem ben Kamanlıyım. Şu hüzün, şu sevda, şu umut kokan ilçenin sokaklarında büyüdüm ben.”
Sonra yemek faslı başlıyor… Ben, yemek yemek yerine, sigara içmeye kaçıyorum. İçtiğim şey sigara değil aslında. Ben, yılların özlemini çekiyorum ciğerlerime. Ciğerlerimin acıdığını hissediyorum. Ne kadar tanış bir acı bu…
Kırşehir’e dönüş…
Cacabey, Âşık Paşa, Malya, hepsi güzel de. Neşet ustanın mezarı… Kim diyor Neşet usta öldü diye? Kim diyorsa yalan diyor. Kara taşın hikâyesini anlatıyor emmim… Bu adam ne çok ağlattı beni.
Bir türkü duyuluyor uzaklardan;
“DOST ELİNDEN GEL OLMAZSA VARLMAZ...”
KIRŞEHİR, hüznümün başkenti…
KIRŞEHİR, anlıma yazılmamış sevdamın başkenti.
Şimdi dönüş zamanı… Ne çok acıtıyor, vedalar beni. Kimseye görünmeden kaçsam ayıp olacak. Bennu, lobide kitap bekliyor. Ayrılırken, insanların yüzüne bakmaktan korkuyorum ben.
Bennu’nun kulağına eğiliyorum.
“Şiir yazma kız sen.” Diyorum o, ne dediğimi anlıyor…
Anlıyor anlamasına ya ben de çok iyi biliyorum ki ŞİİR SEVDASINA DÜŞMÜŞ BİR YÜREK, ONMAZ BİR DAHA. Acıyorum kızcağıza ya demiyorum… Şair de lazım dünyaya. Ya da en çok, şair lazım...
“Zübeyde ablam, ben yüreğimi bu topraklarda bıraktım, o yüzden korkarım bu şehirden. O yüzden bunca asıktır yüzüm,” diyemiyorum.
Bir saat olsa da yüreğimi aydınlatan ışığa sesleniyorum.
Varım, yoğum, düşüm, döşün, dostum, düşmanım, umudum umutsuzluğum, seni çok seviyorum…
KIRŞEHİR, UMUTSUZLUĞUMUN, KIRŞEHİR, UMUDUMUN BAŞŞEHRİ, ELVEDA…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.