KAR
Tahta kapının etrafına sıkıca çivilenmiş eski urba parçaları soğuk havanın içeri girmesini engelliyor ise de tahta evin köşelerindeki deliklerden içeriye hücum eden buz gibi hava dokunduğu yeri acıtıyordu sanki.
Elleri mavzerin kundağında donmuş vaziyette bulduğumuzda mosmor kesilmiş, konuşamıyordu.
Kapıdan içeri girer girmez derin bir nefes aldı. O zaman kurtulduğuna inanabildi, ya da ben öyle zannettim. Çünkü rengi değişti ve gözlerinden aşağıya doğru süzülen eğer eriyen buz parçaları değilse, eminim gözyaşlarıydı.
Ağlıyordu.
Demek ki buz parçacıkları sadece gözyaşlarının daha bol akmasına sebep oluyordu sadece.
Birkaç saat sonra kendine gelebildi ve ilk sözü “ Halide” oldu. Onu bulamamıştık. Tipiye rağmen Keçi Dağı’nın eteklerinden dolanıp ta Rus beline kadar çıkmış eli boş dönmüştük.
Mehmet Ali’yi dönüş yolunda yol kenarında kar birikintisine yaslanmış uyur halde bulmuştuk. Biraz geç kalsaydık o da donmuştu.
Demek daha rızkı kesilmemişti ki önümüze düştü.
Ben fark ettim. Kar üzerini örtmüştü ya, mavzerinin namlusunu omzuna dayamış, yana yatmıştı. Kar mavzerin namlusuna yığılmış, sivri bir çıkıntı oluşturmuştu. Buralarda böyle ağaç bitki olmadığını bilirim. E yıllardır buralarda çobanlık yapıyorum, bileceğim tabi.
Ateşliğin yanına yaklaştırılmaz donan insan, uzak tutulur.
Biraz uzakta buz ile yunduktan sonra azar mesafelerle ateşe yaklaştırılır.
Mehmet Ali sıcak sütü içerken soğuktan moraran ayaklarına yeni can geliyordu.
“Ayaklarımı yeni hissetmeye başladım” ondan dedi. Tabi azalarını hissettikçe acı duymaya başladı. İnsan donarken acı hissetmez derdi dedem. Sadece derin bir uyku alır kendini, illa uyuyacak, illa ölecek.
Biz yetişmeseydik işte Mehmet Ali de uyuyup ölecekti.
Kar yolları kapamıştı. Hem öyle kapamıştı ki, yoldan bir iz kalmamıştı.
Ve hava git gide sertleşiyordu. Kapının önünde kazığa bağlı iki çoban köpeği ağlayıp dönüyordu. İkisine de yal verdiğimiz halde, karınları dolu olduğu halde ağlamalarına anlam veremiyordum.
Demiroğlu İlyas hayvanların halini görünce “hava fena bozacak” dedi.
Bu kanaate hayvanların huysuzluğunu görünce karar vermiş olmasına önce anlam vermedim. Sonra yüzüme bakıp ne anladıysa “ Bak hayvanlar huysuzlaştı, karınları tok olduğu halde dönüp duruyorlar, bunlarda bir sezgi var ki şaşırırsın, havanın daha kötüye gideceğini anladılar ondan böyle yaparlar” açıklamasıyla ben de inandım.
Yakacak odun azaldıkça umutlarımız da tükeniyordu. Dışarıdan kurt ulumaları ve derinden çakal sesleri geliyordu. Ben korkmamalarını bu havalide yabani seslerinin hiç kesilmediğini söylerken içimdeki soğukluğu ve ürkek halimi gizlemeye onlara çaktırmamaya çalışıyordum.
Sabah zor oldu. Ömrümün en zor açan gününü yaşıyordum.
Ömür hızlı geçer derler ya, inanmayın.
Bu dağ başında dışarıda yabani ulumaları, başınızda çökmek üzere bir dam, bitti bitecek odun ve bıçak gibi keskin soğukta beklemek ne kadar zor ve ne çetin geçer zaman bilseniz.
Uzun iki sırığın arasına doladığımız ince battaniyenin üzerine serdiğimiz mitil yorgana uzanan Mehmet Ali’nin üzerini keçe ile örtüp naylon ile sarmaladıktan sonra yola koyulmaya karar verdik.
Burada bir gün daha kalmak demek, ölüme bir adım daha yaklaşmak demekti ve bu kararı gece yarısı hep beraber almıştık. Donup ölmektense yola düşer hiç olmazsa yaşamak için mücadele ederdik. Birimiz kurtulsa o da kardır diyerek yola koyulamaya karar verdik.
Yamaçtan aşağıya doğru gitmek kolay, asıl zor olan yolun düzlendiği yerlerde engebeli arazide önümüze çıkan kar kümeleriydi.
Bazı yerleri ellerimizdeki kürek ile atarak bazı yerlerde ise urganlar ile çekip ormana kadar ulaştık. Yükümüzden ses çıkmıyor, ya endişeden ya da iyice donduğundan.
Bir saat kadar süren mücadeleden sonra eski Ermeni Mezarlığı denilen düzlükte mola vermeye karar verdik. Biraz nefeslenmemiz lazım yoksa adım atacak dermanımız kalmadı.
Yükümüzü uygun bir yere uzatıp naylonu açtık. İçerden sıcak bir hava vurdu yüzüme, demek ki soğuk içeriye giremiyor.
Yüzünü açar açmaz boğazının etrafındaki morluktan anladım öldüğünü. Tıpkı dedem gibi olmuştu. O da bir kış yolda kalmış üzerine düşen kar yığınının altında can vermişti. Eve getirdiklerinde boynu morarmış, gözleri beyaza dönmüştü.
Şimdi ne yapmalıydık?
İlyas hiç tereddüt etmeden “burada bırakalım biz devam edelim sahiplerine söyleriz nerde olduğunu gelir alırlar” deyince ben itiraz edecek gibi yaptım.
İtiraz etmedim, gibi yaptım.
Bakışlarımda bir tereddüt sezmiş olacak ki başını yere çevirdi ve daha alçak bir sesle “ ne yapabiliriz, biz hayatta kalmak için çabalamalıyız” dedi.
Ben de mecbur kalmış gibi” Ne gelir elden o zaman” dedim.
Yola koyulduk.
Üç saat kadar yine kar ile mücadele ederek büyük yola indik.
Büyük yol yaylacıların göçleri sırasında ilk yük indirip mola verdikleri geniş bir otlağın adıdır. Buraya gelen yayla yolunu yarılamış demektir. Gidenin daha altı yedi saatlik, geri dönenin ise üç üç buçuk saatlik yolu kalmış demektir. Giden yokuşu tırmanmaya başlar bu otlaktan itibaren, yayladan dönen için ise burası düz yolun başlangıcıdır.
Ateş yakmak için kuru odun bulmak mucize olsa da çam ağaçlarının kar dolu dallarını önce silkeleyip sonra da kırdık.
Üst üste bocaladığımız kuru dalların üzerlerinde yer yer buz katmanları olmasına aldırmadan yaptığımız yığını yakmak için kibrit lazımdı.
Bendeki iki kutu kibrit de naylona sarmış olmama rağmen ıslanmış, kavı sıyrılıp akmıştı.
Demiroğlu İlyas elini cebine atıp dudaklarını ısırınca ateşsiz kaldığımızı anladım. “Çakmağı düşürmüşüm” diye haykırdı. Fakat öyle bir haykırış ve korku dolu gözlerle baktı ki bana onu teselli etmek için “hem ateş yaksaydık burada mı kalacaktık İlyas, hadi vuralım yola” diyerek biraz olsun endişesini, üzüntüsünü silmeye çalıştım.
Fakat nafile gayret ettiğimi yola koyulduğumuzda kendi kendine “ Acaba nerde düşürdüm? Yoksa…” demesinden anladım.
Yürürken sıkça arkada kalıp gülüyor, gülmem geçince yanına gidip üzülmemesi için elimi omzuna atıyor ve “ Ya olur böyle işler boş ver “ diyordum.
Büyük yoldan bir sat kadar yürüdükten sonra Köy Hizmetleri’nin eski taş binasına yakın bir yerden geçerken başını havaya dikti ve “ Böyle bir havada ölmek ister miydin?” diye sordu. Fakat bana sormadığı kesindi çünkü sesini kısarak söylüyordu. O başını yukarı dikince durduğu yere iki üç adım sonra ulaştım ve kulaklarımı diktim sesine doğru.
Kendisine soruyordu ya da Mehmet Ali’ye sesleniyordu.
Fakat eminim bana söylemediğine.
O sırada yüreğimi yerinden kopartacak şiddette bir el silah sesi duyunca kaskatı kesildim. Kendimi yere atamadım, saklanamadım da.
Bu tabanca sesi değildi, mavzer sesi olmalıydı. Zira bir tek el atışla dallardaki karlar bile yerlerinden sökülüp akmaya başladı.
İlyas olduğu yerde başı yukarda duruyordu.
Elimi uzattım, omzuna dayadım.
Yana doğru dimdik yıkıldı kaldı.
Yak izlerinden kalan çukurlara kan dolmuştu.
O zaman vurulduğunu anladım.
Ağzımın kuruduğunu çığlık atacak dermanımın kalmadığını hissettim.
O anada ağaçların arasından bana doğru gelen karartılar gözüme ilişti, göz kapaklarım iyice ağırlaştı, midem istifra edecekmişim gibi bulandı, birden yüzümü ter kapladı.
Yanıma gelen karartı “Bu çakmak senin mi, onun mu?” diye sordu.
Dilimle dudaklarıma bulaşan karları sıyırıp yutkundum.
“benim kibritlerim vardı ıslandı, o çakmağını kaybetmiş, ateş yakamadık” dedim.
Karartı “ He ya çakmağını Mehmet Ali’yi vurduğu yerde düşürmüş” dedi.
Yayla evinden çıkınca ısrarla Demirdağ tarafına gitmemizi istediğini hatırladım.
Mehmet Ali’yi ben bulmuştum.
Hayır benim bulmam için beni “Sen o yana bak,bu taraf tehlikeli ben bu yana bakarım” dediğinde anlamalıydım.
Halide.
Halide bulunamamıştı. Kar onu yutmuştu.
Halide dağın arkasında İlyas’ın teyzesinin evinde bulundu.
Yanında İlyas’ın akrabalarından birkaç delikanlı ve bir de yaşlı teyzesi vardı.
Halide İlyas’ın eski aşkı.
Mehmet Ali’nin iki yıllık karısı olmasına rağmen tükenmemiş bir aşk öyküsü iki cana sebep olmuştu.
.
YORUMLAR
erolabi
İşyerinde bir taraftan evraklarla boğuşup bir tarfatan da yazıyorum.
Kafam dağılıyor ,ve öykülerde ölmesi gerekenler sağ kalıyor ,sağ kalması gerekenleri kaybediyoruz.
Selam ve saygılarımı sundum değerli ağabey.
çok güzeldi..
anlatım ve kullanılan dil sürükleyici..
sayın yazarım emeğinize sağlık..
selamlar..
erolabi
Teşekkür eder saygılar sunarım.
itiraf etmeliyim, Orhan kemal, necati Cumalı, Sabahattin Ali öyküsü okur gibi oldum, öylesine haz aldım.
Su içer gibi başladım ve bitirdim öyküyü.
ne diyeyim.
Kaleminize sağlık desem, o kalem yüreğinizde zaten.
Yüreğinize sağlık o zaman.
Tebriklerim saygıyla...
erolabi
Üç sevdiğim yazara benzetilmek kadar bir övgüyü almış olmak beni ziyade memnun etti.
Değerli yorumunuza ve zahmetinize şükranlarımı arz eder ,saygılar sunarım.
erolabi
Öyle vurur ki tahtalar yanmaz, peynirler donar kaplarında yoğurtlar taş kesilir.
Ölüm kapıdan bakar.
O sırada aklınıza Uludağda kar'ın keyfini çıkaranları getirip ağlarsınız.
:))))
Selam ve saygı ile.
AYSE 09
geri geldiğimde ilk sözüm cennette yaşıyoruz demek olmuştu
evet dost kar güzelde yaşamı çok zor tivede görüyorum da o günler geliyor aklıma rabbim yarve yardımcıları olsun
hayırlı günler