- 745 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bazen de suskunluğa, küskünlüğe atar insanı hayat...
Bazen de suskunluğa, küskünlüğe atar insanı hayat...
Bedenimiz yağmur ıslaklığı, avuçlarımız toprak…
Kaç Pazar sabahı oldu bu cümleyi tekrarlayışım?
Bu gün Pazar…
Yokluğunun takvim sayfalarının en çok kalınlaştığı günlerden sonuncusu…
Ve ben başımı kaldırdığımda bir beldenin kır kahvesinin kargılarla çevrildiği bir sığınağın altındayım…
Şehre uzak, ıssızlık almış başını gitmiş, güneşin kararma çabasında olduğu zamanları yaşıyorum…
Kuşların çırpınışları, kumruların dalgalanmasının ardına sığınmış bakışlarımla, yalnızlığın hüznünü bulandırarak benliğime, umursamaz an zamanlarını yaşarken, nedense hiç ağlayışım yok…
Sadece ince bir halsizlikle, tek dostum olan iç sesimi açığa çıkaran kalemimle baş başayım…
Bilmem kaçıncı defa okuduğum kitabımın bir cümlesinde tutsaklığımı sürdürürken, ansızın sesinin tınısı uğuldamaya başladı beyin diplerimde…
Kaç zamanım geçti kim bilir sana söyleyememişliğimin ardından dolaşan bir boşluk sesinin girdabına takıldım yine…
Zorlamasına baş etmeye çalıştığım anlardan biri yine ve sadece öksüzleşme hissi ile bir anda başım yine dönmeye başlamışken, kaçıncı kez düşünüyordun gitmek isteyişini, kaçıncı kez sakladın benden, kaç kez kaybolup durdun yanımdan ve kaç kez kaybolacaksın diye korkuttun beni, sonuç ne oldu ki bir seferinde dizlerini asfaltlara vura vura gittin, gittin ki senin gidişin bir hayat kaybı oldu bende…
Şimdi gelsen mi ki, unutsan mı ki tüm gidişlerini, kaybolsan mı gittiğin yerden bana koşarken, sahip olsan mı ki yeniden hayatıma, unutsam mı tüm gidişlerini, sakınsam mı sana düşen yalvarışlarımdan, sakınsam mı ki bana yalvarışlarından kendimi, unutsam mı kuytularda ağladığım an zamanlarını, unutsam mı uykuları dışlayıp, kör karanlıklara teslim olduğum geceleri, yoksa sabahlara kadar kendime yalvardığım geceleri unutsam mı, seni unutmaya dair yakarışlarımı ve sen beni unuttuğunu sandığın günleri unutabilecek misin, yıllar geçti sevgili, ne sen unutabildin ne de ben vaz geçebildim sensiz hayattan, kışlar geçti omuzlarımızdan, zemheriler yapıştı kaç kez bedenimize, yine sen, sen, dedik bir birimize, bu yüzden boş ver sevgili, boş ver sen kal olduğun yerde ben zaten bataktayım…
Bedenimiz yağmur ıslaklığı, avuçlarımız toprak…
Kaç Pazar sabahı oldu bu cümleyi tekrarlayışım, kaç günah çilesi bu hatırlayışlar, kaç kez sol yanım ağır geldi bedenime, kaç kez yüreğim kendine yorgun oldu sol yanımdan sağ yanıma…
Kaç gecelerin düşlerinin ardında kalan cümle bu? Bu seni sevişime eş değer anlatım olabilir miydi, ben seni sevmelerden sonra çilelere yapışmışsam, bu yağmur ıslaklığı, bu avuçlarımın toprak kokması, bu yüzümün kireç rengine dönüşü, bu hayatın yaşanmamış günlerini özlemek, yaşanmışlığını yok saymakla geçen kaçıncı Pazar sabahında yine dikilecek gözlerime ve düşecek yine dilimden bu cümle “bedenimiz yağmur ıslaklığı, avuçlarımız toprak kokusu…”
Söylenecek çok şey varken gitmek olur muydu sevgili, olur muydu kendi kendimizi öksüzleştirmek... Yaşanmışlıkları yok mu sayacaktık, yaşanacakları ihtimal deyip arkamızı mı dönecektik…
Bir kez gidişinle tüm gideceklerini hayâl ederken ben defalarca küserim hayata, mevsimlere, yıllara, senle geçmiş tüm ayrılıklara ve de bir puslu şehir girer araya, ben bütün şehirlere küserim...
Zamanı ardına bırakmış bir yağmur sağanağı hayatım ki sonraları açan Güneş’se umurumda değil, ıslanmış bir kere bedenim, kelimeler sonsuz olsa da ben bezdim artık seni yazmaya yar, yazmak zül artık seni bana…
Mutluluğun yüzden akışını sordular bana, bense resmini görmedim demekle yetindim…
Bence bütün yazdıkların sıcak ve aslında ölüm de hayatın bir kesiti ama herkes gibi ben de korkarım ölümden ve uzun olsun yaşam derim bu yüzden acıdan yırtılsak da ayrılığı ölümüne yazsak da hiç özlemeyiz ölümü sadece duruşu titretir bedenlerimizi... Oysa terklerdir ayrılığa atan ve bedeni yaşamda zorlayan ve çaresidir terk edilmişliği yazmak...
Bazen de suskunluğa, küskünlüğe atar insanı hayat...
Öfkelerimizi, aslında çoğu zaman kahkahalarımız saklardı, bizi, hayatımıza dahil ederek...
Tüm susuşlarım senin sesliliğinedir, bir gün benim seslerim senin susuşların olacak ki işte o anlarda adaletin sesini duyacaksın...
Ama ömür bir gün kılıcın keskinliği ile tanışırsa o zaman, zaman zaten durmuş olur ki adalet tecelli eder...
Ömrünün yanına koyduğum ömrüm çürüdü, bir sen çürüyemedin çürük kalbimin içinde, şimdilerde ölüm umurumda değil, sadece sana, seni ne kadar çok sevdiğime dahil yazmalarım bitecek, bir de öfkelerim bitecek, sevgili, bitecek...
Dediğindi dediğim, “ömrümüz,” dediğim, sevmeye yetmeyen...
Tüm yazdıklarımın içine senin adını şifreledim, keşke sevgiyi de yalnız senle bana şifrelemeseydim sevgili, acılarla insan şifreleri çözemiyor, bir de acıları şifreleyebilseydim keşke...
Biz acılarımızla yüz yüze gelirken, sevinçlerimiz hep arka planda kaldı… Nedense acılar hep öne çıkarak, mutluluğumuzu gölgeler olmuştu…
Terk ettiğin şehirde kayboluyor ruhum, sanki asfaltın ziftine yutuluyorum veya kesme taşlı yolların hayalet sürgüncüsüyüm… Geç saatlerin nöbetinden doğan sesleri defetmeye çalışıyor beynim. Haylaz bir tayın salınışı geliyor göz diplerime, hayıflanıyorum hayatın çıkmazlarında kayboluşlarıma. Sesinin yankısı yapışmış sanki duvar diplerine. Bağışlanamaz bir telaş içindeki benliğime bakıyorum, her şeyin darmadağınıklığı ruhumun kayboluşuna etken oluyor… Düşünceler uçuşuyor gözlerimden, acınası bir yakarış bu boşu boşuna biliyorum. Herkesin bir ışığı bir gölgesi var, benimse sen gölgeliğinde dolanıyor benliğim karanlığın çıkmazlarında… Utanıyorum kendimden, yokluğunun hayalet avcılığı telaşındayım sanki ruhum darmadağın. Ve ben sakinleşmek için gözlerime bastırıyorum parmaklarımdan birini. Yokluğunun bedeli bu olmalı ki hâlâ ödeyip duruyorum…
Ve bu şehrin karanlığında kayboluyor tüm geçmişim, tüm geleceğim…
Ya bu şehir beni terk ediyor ya da ben kendi kendimde terklerdeyim…
Bir çıkmaz bu, başı belli olan sonunun ışığı olmayan bir çıkmaz. Nedense hep çıkmazlarda dolanıyor bedenim. Bu kaçıncısı ki kayboluşumun, kaç kez daha kaybolacağım? Herkesin ışığında yaşamak ne kadar zaman alabilir veya benim karanlıklığımdaki çaresizliğim daha ne kadar sürer? Kime niçin yalvarmalıyım veya kimden avuçlarımı tutmasını isteyebilirim? En yakınım sen, en önem verdiğim, en değer üstümde olan sen bana bu çileyi çektirdikçe başka oklar bana ne yapabilir?
Hayatı zorlamak buysa hislerin en koyusundayım, tutunmak buysa en ucundayım, sevgi ise sorun, en yücesindeyim, unutmaksa aradığım o da yakındır eminim ama gün gelecek dönecek bu çark, nasıl ben senden sonra yazmaya başlamışsam, sen yine basacaksın mektuplarının bam teline ama ulaştırmayacağım hızını hiç birini kendime, zaten çıkmazlarda dolanırken yetişemeyecek hızıma...
Bir şeyler yazıyorsun bana, çok şeyler yazıyorum duramayasıya sana, bir resme baktıkça sen, birçok resmine bakıyorum ben, durmayasıya duramayasıya… Dursam kaybolacağım bu kentte sensiz sanki dursam kaybedeceğim seni aklımla beraber, dur olduğun yerde, ben doyamadım seni yazmaya, neredeyse nefesim tükenecek, umurumda değil havanın kapalı oluşu, sen kaybolma olduğun yerden, ben olduğum yerdeyim, sen bilirsin nerde olduğumu, dur sakın gelme, ben gitmek üzereyim meçhule…
Uzar gider bu yazmalar bir senden bir benden, dağılıp dağılıp gidiyoruz işte…
Bir sen gittin ya ben uzayıp uzayıp gidiyorum işte, belki de kayboluyoruz işte…
Belki de birlikte dolulaşıyoruz bu boşlukta…
Belki de biz birbirimizle çoğalıyoruz...
Belki de biz birbirimizde vardık da çoğaldığımızı sandıkça azalmışız belki de…
Hep derdin büyük aşkların sonunda vurgunlar var diye, sanki korktuk vurgun üstüne vurgun yemekten, ben küstükçe sen konuştun, oysa sen susunca ben konuşamaz oldum, de bana hadi, kim daha çok vurgun üstüne vurgun yedi...
Dedim ya sen sustukça ben yok oluşa uzanırım, kal desen kalırdım nefessiz olduğun yerdeyken sen, dur de bana tekrar nefes alayım, dur de bana tekrar görsün gözlerim dünyayı ama unut deme geçmişi bana, çünkü o geçmişte dolu dolu sen varsın…
Oysa yaşamaktı aşk denen ruhsal olguda, pişmanlık yoktu, yaşamdan caymak yoktu, tutuşmak vardı el ele, nefeslerin birleştiği buzlu camlar vardı ardından kendimize bakındığımız, geçmiş yoktu, gelecek korkularımız değildi, bir sen bir de benim nefesim vardı buz kesemeyen hayattan, dayanırdı topuklarımız dolanmalarımıza, dayanırdı yürek vuruşlarımız acılanmalarımıza, bir sen adıydı yüreğimi dağlayan. Bir sen resmiydi yüreğime kazınan, bakışırdık akan suyun durusuna, gözlerimizin karasını görmek için, bir sen varlığın, bir ben varlığıma yapışırdı, farkında olmadan biz olurduk, oysa hayat tekleştirdi nefeslerimizi, şimdilerde sen başka bir bizsin, bense kimsesiz, bir de geçmişimiz çıplak, kendi başına bizsiz, bir başa...
Bir kentin bir akşamının bir kuytusundan sana seslenmek ne demek bilir misin sen sevgili, bilir misin, önce insan nefes alamaz, boğulur sanır kendini, sonra yüreği sımsıkı sıkılır, yavaş yavaş elleri titrer, bakışları donuklaşır, yüreğinin ritmi bozulur ve sabaha atar kendini gece işte tam o zamanda, tam da o anda, yüreği sensizlikle sarsılır insanın, işte tam da o anda sana donar gözleri...
Nefes almalarımdaki darlıkların sebebini sordum kendime, yokluğundaki zorluklardı bunlar, sınır ötesi düşüncelere uzayan, teklik bu hayatı zorlaştıran veya gidişini kabullenemeyiş bu ki hâlâ sağımda solumda sancıları defetmeye çalıştıran…
Başı dumanlı gözlerim, sözlerim karmaşık, göz diplerimde geçmişin morluğu, bir de sen hayali uçuşuyor sabahın tanına geceden kalma iç dünyamdan...
Tül ardından bakışların gizleyemezdi zavallılaşmış bakışlarımı...
Deniz fenerinin aydınlattığı ışığın arkasındayım, sense ışıkta kaybolansın, hayatı her zorlayışımda, senin ışıkta olduğunu düşünür tekrar hırslanırım yaşama, tekrar sarılırım atar damarımla nefes almalara, tekrar bakarım geçmişin karanlığından sıyrılarak gelecek aç günlere...
Karanlık, sis ve gece, ardından kalan yalnızlık ve yalnızımsı bir düşünceler toplamı ile ruhta kalan sahipsizlik
Hani bir cümle demiştim sana bir gün "son kuşlar da göç etti, artık göç yolları kapanmıştır kardan, sakın sen de gitme bu kış omuzlarımda söner..." Gittin ve ben hâlâ göç yollarında kar bulutlarının dağılışlarını gözler oldum, kuşların kanat çırpışlarına bakınırken...
Belki de bu hayat bu cümlelerin içinde dolulaşarak sonlanacak, bu cümleler böyle sonlanmalıydı...
Şimdi bir kitap okurken başımı kaldırdığımda, zihnimden geçen, bir cümleye takıldım kaldım, kendi kendime, "geçti güllerin ömrü, kaybolmalarına az kaldı, son gül de yapraklarını dökünce eminim beklenecek ilk açacakları zaman, işte o zaman yeniden doğuşun şahidi olacak gözler," ya sevgili bu kaçıncı gül yapraklarının güneş ışığında sönüşü...
Sen gittin ya sevgili, sen gittin ya, kaç gül, kaç defa yaprak döktü, hiç düşündün mü hiç, hadi beni boş ver, yılları sayarken perperişan oldum ben...
Bir bütünken kendimize kendimizle, yarı yarıya indik güneş ışığına…
Yarınları sakla bana sevgili, yarınları sakla, gülüp, şarkılar söyleyebileceğim yarınların varsa bana sakla, içinde uçurtmalar uçurabileceğim günlerin varsa ver bana sevgili ver bana, unutulmaz masallarını anlatırken bana, içine koyduğun bir ben masalını ver bana sevgili ki işte o zaman yarınlar, ikimiz için de güzel olacak...
Çok şey mi istedim senden ki hiç bir şey vermeden yok oldun masalların içinden...
Artık ağlamıyorum senin ağlayışlarının yanında hiç kalan ağlayışlarım çözüm değildi yaşamımı dengelemeye… Ne gözlerimde yaş, ne de kalemimde mürekkep kaldı, daha ne kadar yazacaktım sana veya ne kadar cevap verecektim yazdıklarına, umutsuz bir uğraşsa bu ki yazmalarında sonu gelmeliydi, oysa sen başımı omzuna koyduğumdun, oysa sen omuzlarımda ağlayandın…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
önce gemiler gitti, sonra içindekiler..
serabındaki göller kuruduğunda acıyacak canın kalacak mı?
o vakit vicdanlarda yalnız, sessiz bir azap sallanır. söz dudak ucunda yumruklarını sıkmak.
bu yarım kalışa büyük kalbinizin dayanmasını dilerim.
günün yazısı.