- 693 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Gezinti
Kalenin doğuya bakan duvarı yarı yarıya yıkılmıştı. Biz de anakapı yerine, oradan içeri girdik. Melissa önden gidiyor, nerelere basarak ilerlemem gerektiğini söylüyordu. Yüzyıllar önce etrafa saçılmış taş blokların arasından geçip avluya çıktık.
“İçeri girerken yanından geçtiğimiz yıkıntılar tahıl ambarına aitti. Dikkat edersen bina da girişe en yakın konumda. Buğday yüklü arabalar kalenin çok içine dalmadan, yüklerini orada bırakıyorlardı.”
Ambarın yanında başka bir yapı vardı. Onu işaret ettim.
“Orası mı? Yemekhane. İlerisinde de mutfak var. Orta ve alt seviyedekilerin gittiği bir yer. Bizimkine benzer şekilde, günde üç öğün yiyorlarmış.”
...
Blacwin geğirdi.
“Höst! Yavaş ol be hayvan.”
Aldırmadı bile. Yanımdaki Hamond kulağıma eğilip:
“Domuz çobanının karşısına oturursan böyle olur.” diye fısıldadı. Haklıydı. Geğirmeden bile Blacwin kötü kokuyordu. Çoban başını kaldırmadan homurdandı:
“Domuzları yemesini biliyorsunuz ama.”
“Domuzlar ya ağılda olur, ya da tabakta. Sen ikisinin arasındasın.”
Blacwin kuru gürültüden alınacak biri değildi. Maşrapasından biraz daha bira içti, sonra yerinden kalktı, duvara kadar gidip işemeye başladı.
“Hayvan bu herif! Atın şunu dışarı.”
Hamond duruma müdahele etmeye hazırlanırken:
“Sen de kendini Lord Cornwell sanıyorsun anlaşılan.” diye söyleniyordu.
...
Yemekhanenin önünde fazla oyalanmadık. İleride, görkemli duran ve daha iyi korunmuş olan bölümlere doğru gidiyorduk. Melissa yürürken bir yandan da Ortaçağ’daki hayattan bahsediyordu. Nasıl bize göre daha fazla sayıda elbise giyiyorlarmış, ne kadarlık ortalama ömürleri varmış, sıradan bir köylünün hayattan beklentisi neymiş, vs. Kendisi dört yıldan beri buraya kazıya geliyordu. Bugünkü gezimizi kazı ekibi dinlenmesini fırsat bilip, ayarlamıştı.
Melissa’yla haftasonu, kasabanın hanında tanışmıştık. Ekipten arkadaşlarıyla, kendi deyimiyle “İnsan yüzü görmeye” gelmişlerdi. Uzun, at kuyruğu saçları dikkatimi çekmişti. Etrafındakilerden daha neşeli, daha az yorgundu. İçkileri almaya gidiyor, handakilerle sohbet ediyor, bazılarını masalarına davet ediyordu. Davetlilerden biri de bendim. Sohbet ilerledikçe beni kazıya da çağırdı. Ben de kabul ettim. Üvey ailemin çiftliğine iki haftalığına gelmiştim. Programımda sadece öğünler var.
“Şurası nedir?”
“Büyük salon. Davetlilerin ağırlandığı, lordun ve maiyetinin yemek yediği yer. Bir nevi taht odası. Arkasındaki bir kapıdan kaledeki aristokrasinin yaşadığı bölümlere geçiliyor.”
İçeri, büyük salona girdik.
“Tavan ahşap olduğu için geriye bir şey kalmamış. Ama duvardaki izlere bakılırsa epey yüksekteymiş. Bu da yazın serinlik, şölenlerde daha az dumanlı bir hava ve lordun heybetini arttırmasını sağlıyormuş.”
...
Büyük salonda muazzam bir gürültü vardı. Dük Harlech ve beraberindekiler aralarında tartışıyor, ev sahibi konumundaki Lord Cornwell ise sessiz kalıyordu. Neden sonra dükün başdanışmanı Hildebald de Cagney sessizliği sağlayıp, sorusunu sordu:
“Lord Cornwell! Ne demiş olduğunuzun farkındasınız, değil mi? Ekselansları Dük Harlech’in seferine bizzat katılmayarak, üstelik adam da göndermeyerek ona yaptığınız bağlılık andını çiğniyorsunuz. Bunun vahim sonuçları olacaktır.”
Lord gergin ama kontrollü bir sesle:
“Ambarlarımız tamtakır. Eğer dükün seferine adam gönderirsem, zaten az olan yiyecek stoğumuzu da onlara teslim etmem gerekir. Aç kalırız. Aileleri burada açlıktan kırılan adamlarımın da düke faydası olmaz; ya kaçarlar, ya isyan ederler.”
“Lordum, ağzınızdan çıkanı kulaklarınız duysun.” De Cagney bu cümleyi sesini yükselterek söylemiş, ‘duysun’ yüksek tavanda bir süre yankılanmıştı. “Yanlış görmediysem, o aç olduğunu iddia ettiğiniz adamlarınız kendilerine ziyafet çekmekteler. Yoksa yarın açlıktan ölecekler de, şimdi kendilerine son bir yemek mi sundunuz?”
...
“Kale kime aitmiş?” diye sordum.
“Yapıldığı 10. yüzyıldan, 12. ye kadar Cornwell ailesininmiş. Sonra Harlech Dükünün eline geçmiş. 16. yüzyılda Harlech’ler kaleyi terketmişler. Giderek de bakımsızlıktan yıkıntı haline gelmiş.”
“Hala Harlech’lerin mi?”
“Kağıt üzerinde öyle. Kazı yapmak için üniversite onlardan yazılı izin aldı. Aileden kalanlar artık Suffolk’ta oturuyor. Westley’deki malikhanelerini de kiraya veriyorlar.”
Kuşların taşlarına yuva yaptığı Büyük Salondan çıktık. Bugün Melissa’nın kumral saçları açıktı. O konuştukça aksanında İskoçya’nın gölgeleri olduğunu farkettim.
“Nerelisin?”
Bir anda sözünü kesip konuyu değiştirmem onu duraklattı:
“Ailem, babam yüzünden Oxford’a yerleşmiş; ama aslen Edinburglular.”
Haklıydım. O ise bana nereden olduğumu sormadı. Halbuki aşikar olan Fransız aksanımdan bana doğduğum şehri sormasını beklerdim.
“Şimdi ise kalenin kilisesinin önünde duruyoruz. Arkeolojik açıdan şanslıyız çünkü tamamen on ikinci yüzyıl özellikleri taşıyan ve bu denli korunmuş bir kilise bulmak neredeyse imkansız.”
“Niye öyle söylüyorsun? Bizim oralarda bir sürü ortaçağ kilisesi var.”
“Sevgili Gaston: Birincisi Languedoc’taki tüm sözümona ortaçağ kiliseleri sonraki yüzyıllarda defalarca elden geçmiş durumda. Bu yüzden ana hatları dışında orijinal değiller. İkincisi, evet, konuştuğun İngilizce’den Fransa’nın neresinden geldiğin belli oluyor. Norman arkeolojisi çalıştığımı unutma. Eski Fransızca’ya yıllarımı verdim.”
Bir anda kendimi çıplak hissettim.
...
“Birader Jorge! Lord Cornwell’in son günah çıkarmasına gitmekte hala ısrarcı mısınız?”
“Tanrı’nın bize yüklediği görev bu değil mi, Birader William?”
“Yapmak istediğinizin ilahi olduğu kadar dünyevi tarafı da var. Biz bu kilisenin, kalenin kilisesinin ekmeğini yiyoruz. Dük ise yeni ev sahibimiz. Hala Lord Cornwell’in hizmetindeymişiz gibi duramayız.”
“Biz hiç lordun hizmetinde olmadık Birader William. Biz hep Tanrı’nın hizmetindeydik.”
Rahip William saygıyla başını önüne eğdi ve Jorge’nin yanından ayrıldı.
...
“Etkileyici değil mi?”
Oymalarla bezeli taş altarın önünde duruyordu. Arkasından gelen ışık, saçlarının arasından geçiyor, yüzünü gölgede bırakıyor, neredeyse başının arkasında bir hale yaratıyordu.
“Öyle.”
“Düşünsene, tamı tamına yirmi yedi Cornwell burada evlenmiş. Günü geldiğinde, ben de kendiminkini burada yapmak isterim. Tabi izin alabilirsem.”
Bu sözü üzerine Melissa’ya baktım. Onu başında çiçeklerden bir taç, üzerinde de gelinlik varken hayal etmeye çalıştım. O kadar da güzel gelmedi.
YORUMLAR
Tarihi çok seven biri olarak,ne keyifli bir tur attım öyküde.
kaleminize sağlık değerli dost.
sevgi ve dostlukla..
İlhan Kemal
Doğru anladıysam öykü İrlanda'da geçiyor. Tarihi bir gezinti ile harabelerin arasında ben de dolaşmış oldum. Güzel Melisa söylediği son cümle ile kendini çirkinleştirdi...
Yine keyifle ve severek okudum.Sevgilerimle...
canandemirel tarafından 12/12/2012 7:03:58 PM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
Melissa'nın söylediği son söz onu çirkinleştirdi mi? Anlatıcı Gaston'a bakılırsa öyle olmuş. Kendinizi Melissa'nın yerine koysanız söylediğinizin gerçekten olumsuz bir cümle olduğunu düşünür müydünüz?
Yorumlarınızla her zaman öykülerimi ve şiirlerimi zenginleştiriyorsunuz. Sevgilerimle.