Bende Kalan Yalnızlık
Bende Kalan Yalnızlık
Nicedir karanlıkta yalnız başına oturmaktan bıkmayan ruhumla dans etmeyişim. Gölgemi ay ışığında yalnız bıraktığım hayli zaman oldu. Gözlerim kıyamet kızıllığını geçmese de daha, her gün bir damla kan serpiştiriyorum aharlanan yüzüme. Neye baksam çatık bir bakışla karşılık alıyorum. Oysa küskünlüğüm hiç olmadı ki. Eski bir düşünceye esirim, boğulganlığım ondan olsa gerek. Ah! kelepçe vursam da ellerime, bilirim, kendiliğinden açılır kilidi… Baharı isteyişim sebepsiz değildir. Ancak bir bahar eritir kanımın donmaya yüz tutmuş halini. Eylül bütün hınzırlığıyla gülüyorken bana, avuçlarımda bütün zamanlardan arta kalan ayrılıkların kahreden teri birikiyor yeni bir günü karşılarken masa başında. Dişlerimde acı bir yaşamın kini, yüzümde acı bir gülümseme ve intihara eş bir düşünce aklımda gezinmekte…
Birinci tufan:
Hani titrek sözlerin dil’e değmekten korktuğu an var ya; işte o an mutluluk, çocuk gülüşüyle kapımı çaldı. Mutluluk da başarı gibi kovalanamaz, biliyordum. Ömrümün çok yaşında biriyle tanıştım. Ona, sözcüklerimin büyüsünü yükledim. Adı, sözcüklerim oldu.
O an’a dair:
Mutluluk, değerli bir amacın sürekli bir şekilde hayata geçirilmesiyle elde ediliyorsa şayet, bugün hiç olmadığım kadar mutluyum. Mutlu olmam için birçok neden var çünkü. Mesela salep içtim bugün. Evet, bu ilk içişim değildi ama ilk kez bu kadar mutluluk verdi salep içmek. Çünkü O vardı yanımda.
Gecenin bilmem kaçında gelen bir mesaj içinde bulunduğum huzuru alıp götürecekti ki ışığı yaktım. Karşımda onun kocaman harflerle yazmış olduğu not duruyor… Geçmiş zamandan kalma bir not ama ben hala saklıyorum onu; okudukça içim daha da ısınıyor o’na bee… Bilineni bilinmezden başka bilen yoktu önceleri. Sorular, soru işareti olmaktan öteye gidememişti bir türlü. Hayat koca bir ünlemdi. Nokta koyacak yer yoktu yürekte ve virgül gereksizdi bu hiçlikte. Devrik cümlelerle sonuna yaklaşırken yaşamın, kıyısında buldu(m) iki noktayı. Açıklama gerektirecek bir cümle yoktu ya da adı yoktu sevgi dedikleri bu şeyin. Dişlerimde biriken bütün yalnızlıkları bertaraf edip davudi sesimle haykırıyorum artık: …ve sen, birinci sınıfta âşık olduğum esmer kız. Sen de unut bütün intihar fikirlerimi.
“Fala inanma falsız da kalma” diyor karşımda oturmuş bir elinde fincan bir diğerinde kalem olan güzellik perisi. İşin aslı şu ki fal(ım)da o vardı, kendisini fark edecek diye çok korktum; çünkü: ‘Ben yandımm..! Kimi sevmeye cüret etsem, hep küçük geldim kendime…’ Ayrılık, çoğu kez bir şehri terk ederken bulurdu beni. Bende terk edecek kimse yoktu ya da beni terk edecek yoktu. Eridim, akışıp gidecek yer yoktu bende. Yer olunca da gidecek ben yoktu bende.
İkinci tufan:
Kar tüm şiddetiyle yağmaya devam ediyor. İçinde öyle büyük bir sıkıntı var ki evrenin, anlatamam. Doğa, bütün anaçlığıyla sararken göğü, içimden bir kuş uçtu. Kanatlarında belki zamanlararası bir yara taşıyordur ama ben’den bir yara, sıcak, hani tuz bassan göğü yere indirecek türden bir yara..! İçim kanayadursun. Kanamalarım bir asra bedel, biliyorum. Uzun süredir söylemek istediğim bir şey var insanlığa: “Siz hissetmeyi bilir misiniz? Elinizi korkusuzca kaç defa ateşe tuttunuz? Beni anlamak için daha çok erken. Bilirsiniz, düşünceler zamana meydan okur.”
Üçüncü tufan:
Hayatta neyin önemli olduğunu keşfetmek için hiçbir zaman büyük bir felaket beklemedim. Ki bilirim her gün içimde bir volkan patlar… Dahası uçlarda gezinmedim hiç, en uzağım iki adım ötemdi. Şiir yazmadım hiç kimseye. Sözcüklerin içinde kaybolmak istedikçe, mekan ötesi alemlere kapılırdım en çocuk halimle. Büyüdükçe içimde biri öldü, haliyle. Ömrü uzayan hiçbir gül görmedim. Yüreğimi bıraktığım yerde kanlı dikenleri gördükçe daha çok sevmeye başladım güvercinleri… Kendimle sohbet ettiğim anlarda kurduğum güzel hayallerle birlikte suya düşüşlerim arasında pek zaman olmazdı. Ben ağlardım, içli bir yağmur olup yağardım çaresizliğimin üstüne…
Dördüncü tufan:
Ufacık bir bakış kendimi dağıtmama yeterli oluyor kimi zaman. Hasretin en yoğun haliyle beni bulduğu şu anda, varlıkla yokluk arasında gidip gelen aklım beni bir ihanete sürükler gibi. Berbat demekten kendimizi alamadığımız anlarda, bizi teselliyle götüren mutluluk kırıntılarının artık son demlerini yaşadığı gerçeği yüzümüze sert bir tokat gibi inmekte olduğunu görürüz. Teselliyi de tüm düşlerimizle birlikte paslı bir çiviye gebe olmuş askıya asarken, nedense elimiz alışkın olduğu titremeyi bırakır. “Neden” diye bir soru sorma gafletinde bulunursa dilimiz, aklımız onu hain ilan etmekten gurur duyar.
Konuşmak ihanet mi dersiniz? Sizce hain ilan edilmek için daha genç değil miyim?
Beşinci tufan:
Uzaktan bakmakla yetindim çoğu kez ve yakından görünce hiç de çekilir olmadığını öğrendim çoğu şeyin. Doğası gereği sanatla yakın akraba olan kadınların en büyük mutsuzluk kaynağı olduğunu öğrendim çok sonra. Sevme’nin fiil olduğunu öğrendim mesela.
Altıncı tufan:
Yalnızlık korkusundan herkesin birbirine sevgi tuzakları kurduğu sahte aşklar pazarında satılığa çıkardım gönlümü. Beşinci tufandan arta kalan yalan yanlış sözlerin arkasına sığınan, sığdırılan sahte gülüşleri bir bir asıyorum duvara saat niyetine. Çıkınımda uzaktaki birilerine yüreğimden damıtarak gönderdiğim mektuplar; mektuplarda yalnızlığımı ele veren kelimeler; kelimelerle yüzüme çarpan, çarptıkça yaralayan uzak yanlarım… Bir suçlu gibi titreten gelecek hayalleri ya da hayalin arkasına sığınan bir siluetten günlüğüme yansıyanlardır belki de onca şeyi söyleten. Dilime kilit vurdukça ben, ellerim kinini kusar oldu beyaz sayfalara. Hiçbir söz dindirmez öfkemi, bilirim. Belki de bunları bilmektendir iç çarpıntılarım.
Fırat taş