VELAYET KÜLTÜRÜ İÇİNDE DEMOKRASİ ARAYIŞI!/ALİ TÜRER
Hıristiyanlık derebeylerin zulmünden kaçanların sığınacakları bir liman arayışı içinde doğdu. Feodal yapı içinde toprakların önemli bir kısmını elinde bulunduran kilise bir yandan kendi çıkarlarını savunurken diğer yandan feodalizme meşruiyet kazandırdı. Papaz Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak insanlarla sözleşme yapar, günahları affederdi. Feodal sözleşme (Fief sözleşmesi) ile birlikte Hıristiyan kültür Batı’da “mülkiyet” kavramının gelişmesine uygun bir zemin oluşturmuştur. “Uzlaşma”, “güçler ayrılığı” gibi kavramlar bu kültürel yapı içinde karşılıklı çıkarlar temelinde gelişebildi.
İslamiyet ise bizzat devlet dini biçiminde ortaya çıktı. Amel ile imanı birleştiren özelliği ile İslamiyet özü itibarı ile teokratik bir dindi. İslam kültürü içinde bilgi ve yargı; Kuran, Hadis (peygamberin söz ve davranışları), içtihat (kurana ve hadise dayalı yorum) ve İcmaı Ümmet olarak dört kaynağa dayalı olarak elde edilirdi. Toplumda düzen de, istikrar da bu kaynaklara dayalı olarak tesis edilirdi.
“Mülkiyet”, “sözleşme”, “özgürlük” kavramlarının İslam kültürü içinde ortaya çıkan anlamları Batı’da olduğundan farklıdır. Özgürlük İslam kültürü içinde Allaha bağlanmanın bireysel iradeye dayalı olmasında anlamını bulur. Mülkiyet ise bu bağlanma karşılığında insanın kullanımına (velayetine) bırakılan nimetler ile ilgilidir. Mülkün esas sahibi bellidir. Kul velayetine bırakılan mülkü, Allahın gösterdiği yolda kullanmakla yükümlüdür. Ona emredilen yolda davranması mükâfata, aksi yolda davranması cezaya yol açar. Örneğin “Bu can, bu beden benim değil mi istersem ondan vazgeçer, intihar ederim” diyemez. Bu durumda doğrudan cehenneme gider.
Allah taraflardan biri değildir. O nedenle Allah ile kulun arasında Batılı anlamda bir “sözleşme” den söz edilemez. Batıda iki kişi arasında bir sözleşme yapılmışsa, taraflar bu sözleşmeden doğan bir takım haklara sahip olur; bir takım sorumlulukları ve yükümlülükleri üstlenmiş olurlar. Müslüman ise Allahın inayetine sığınmış bir kul olarak, kullanımına bırakılan mülkün üzerinde bir velayet üstlenmiş olur. Bu velayet bir takım haklarla birlikte sorumlulukları da içerir. Bireyin kullanımına bırakılanlar üzerindeki velayeti, “Velayeti Hassa” olarak tanımlanır. Allaha bağlanmış en iyi inanan olarak, topluluğun velayetinin Allah nezdinde üstlenilmesi ise “Velayeti Amme”dir ve “Halifelik” olarak tanımlanmıştır.
Hz Muhammet’in ölümünden sonra geçen otuz yıl içinde hüküm süren beş halife (Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan); İslamiyet’i kabul eden kabile liderleri arasında yapılan tartışmalar sonucu İcmai Ümmet yolu ile belirlenmiştir. Ali’nin oğlu Hasanın daha fazla Müslüman kanı dökülmemesi için Halifeliği Şam Halifesi Muaviyeye bırakması ile İcmai Ümmet yolu kapanır.
Hilafet geleneğine sahip çıkan Osmanlı Devleti gaza ilkesi temelinde, ordu devlet geleneği içinde örgütlenmiş merkeziyetçi siyasal bir yapıdır. Halifelikle birlikte gelen velayet kültürü Osmanlı devlet yapısına meşruiyet kazandırmış, sosyal yapı içindeki ilişkileri belirleyici bir rol oynamıştır.
Osmanlı devleti aynı zamanda herkesin yerinin ve rolünün baştan belirlendiği birebir ilişkiler sistemidir. Padişah ile kapıkulu, şeyh ile mürit, usta ile çırak, müderris ile talebe arasındaki ilişkiler Allah ile kul arasındaki ilişkiden kaynağını alan bir konsensüs içinde anlam kazanır ve sürdürülür.
Kapıkulunun gücü ve zenginliği padişahın ne kadar yakınında olduğuna bağlıdır. Huzurdan çıkarken cellâdın eline verilmeyeceğinin bir garantisi yoktur. Padişahın yolunda ölmek onun için onurdur. Bunun için yetiştirilmiştir. Ama padişah da hizmeti oranında onu koruyacak, gözetecek, onurlandıracak, rant aktaracaktır.
Köylü toprağını bırakıp gidemez, tımar beyi ona çizilen sınırlar dışına çıkamaz, mürit şeyhinin gösterdiği yoldan çıkamaz. Sistem baştan belirlendiği biçimde sürdürülen hak ve yükümlülükle bir “anı daim”dir. Bu anı daim içinde hiç bir unsurun sistemi tehdit edecek hale gelmesine fırsat verilmez. İlişkiler ve roller tek yönlüdür. Klasik dönemde çok sesli müziğin, minyatür dışında resmin gelişememesine, bir de bu açıdan bakmak gerekir.
III. Ahmet’ten sonra yavaş yavaş şekillenen, III. Selim ve II. Mahmut ile belirginleşen ve Tanzimat Fermanı ile geriye dönülemez hale gelen modernleşme süreci, aslında devleti özlenen günlere götürecek bir dinginlik, geleneğe dayalı merkeziyetçi yeni bir yapı arayışıdır.
II. Abdülhamit askeri yapı, din, hafiyelik, müfettişlik ve modern eğitim gibi araçları kullanarak merkeziyetçi yapıyı güçlendirmeyi başarır. Fakat modern eğitim içinde devleti ayakta tutmak için yetiştirilen yeni elit, Osmanlıcılığın çöküşünü izlerken çözümü başka bir yerde; pozitivist düşüncenin açtığı yolda Türk etnik kültürü etrafında siyasal birlik arayışında bulacaktır.
Ziya Gökalp kavramların analizinden geliştirdiği eklektik düşünsel yapı ile yeni sürecin ideolojik alt yapısını hazırlamaya çalışır. Ona göre ümmet oluştan millet oluşa yükselmenin yolu, bireysel kişiliği mefkûrenin aydınlattığı yolda, kolektif kişilik içinde eritmekten geçer. Medeniyet sahasında yürümek millet oluşa engel oluşturabilir. Aydının sorumluluğu kültürü edinmek için halka giderken, millet oluşu tehlikeye götürmeyecek şekilde medeniyeti halka götürmektir. Bu düşünceleri ile Ziya Gökalp velayet kültürüne yeni bir içerik kazandırmış olur.
Cumhuriyetin kurucuları Ziya Gökalp’in açtığı pozitivist yolda yürüyerek bir yandan modern eğitim ile devleti ayakta tutacak asker sivil elit yetiştirmeye çalışırlarken, öte yandan köy enstitüleri, ilkokullar, halk evleri yolu ile de halkı yeni elit’in politikalarına uyum sağlayacak ve sosyal ekonomik yaşamı canlandıracak şekilde eğitmeyi deneyeceklerdir.
Asker sivil yeni elit artık toplumun velayetini Allah nezdinde değil, millet nezdinde yüklenmiştir. Kullanacakları kaynak ise İslami kaynaklarla da eklemlenen ve mefkûrenin açtığı yolda milletin seciyesinde şekillenen milli kültürdür (harstır). Bu kaynak 1950-1960’lı yıllardan itibaren Atatürk ilke ve inkılâpları ile Atatürk milliyetçiliği şeklinde ifade edilecektir.
Sonuçta koruyan ve kollayan kurtarıcılarla, onlara sığınan, aldığı emrin ve işaretin gereğini yerine getiren devlet memurlarının elinde kendine özgü bir kültür ortaya çıkar. Bu kültürel yapı emeğin ve yaratıcılığın özgüven temelinde katma değer üretecek şekilde özgürce gelişmesine uygun değildir. Temel istihdam alanı devlettir. Sistem içinde yer alma ve yükselme bireysel emeğe, üretkenliğe, yaratıcılığa değil uygun himayeyi bulmaya bağlıdır.
Bu yapı Batılı anlamda sivil toplumun gelişmesi için uygun bir yapı da değildir. Baskı ve tahakküm üretir. Farklı liderler etrafında birbirine giderek yabancılaşan gettolar oluşur. Zor ve şiddet gerektiğinde kullanılmak üzere hep yedekte tutulur.
Mesleki kişilik sahibi, sorumluluk alan, sorgulayan, özgür düşünen, bağımsız davranabilen, gerektiğinde risk alan, kendini gerçekleştiren birey bu yapı için bir tehlikedir.
1980’li yıllardan itibaren içine girilen kapitalistleşme süreci içinde daha da hızlanan köyden kente göç, çevrede kendini korumasını bilen İslami duyarlılığın kentlere taşınmasına yol açar. Millet nezdinde velayeti üstlenen asker-sivil Bürokratik elit eski hareket serbestîsini ve kontrolü yitirmeye başlar. Çevre kentlerde güçlenmeye başlayan ve giderek Türkiye çapında rüştünü ispatlamaya çalışan İslami duyarlılığa sahip sermaye kesiminin de desteği ile yeni bir elit ortaya çıkar.
Değişim talebiyle çevreden gelen her yeni oluşumda gözlendiği gibi “yeni elit” de tabuları yıkma dinamizmine belli ölçüde sahiptir. Kitlesel meşruiyet peşinde koşması, askeri vesayete karşı dik durması yıllarca terör, yolsuzluk, keyfilik, yoksunluk kıskacında bunalmış insanların çekim merkezi haline gelmesini kolaylaştırır. Arkasında bulduğu kitle desteği, karşısındaki güç ile başka türlü baş edemez oluşu; yeni elit’in içinden çıktığı kültürel alt yapı içinde belirli bir “modernleşme” süreci yaşamasını olanaklı kılar.
Son on beş yıl içinde demokrasi adına elde edilen kazanımlar; yeni elit’in (dini referanslarını korumakla birlikte) sistemde belirleyici hale gelebilmek için düşünsel olarak modernleşmek, belirli demokratik adımları atmak zorunda kalmasının bir sonucudur. Öte yandan bu süreci doğru okuyarak, yeni elit’in demokratikleşmeye dönük attığı adımlara destek veren liberal, demokrat, sosyal demokrat aydınlarla; onları bu yolda adım atmaya yüreklendiren, sıkıştıran Kürt siyasal hareketinin çabalarını da unutmamak gerekir.
Fakat siyasal iktidarı bütünüyle eline aldığını, artık bunu koruması gerektiğini düşünmeye başlaması ile birlikte yeni elit eskimeye başlar. Hatta varlığını borçlu olduğu İcmâı Ümmet’tan gelen uyarılara beklentilere bile kulak tıkamaya, artık geleneksel kaynaklardan yola çıkarak oluşturduğu içtihatlara dayanmaya, “ameli erbâyı” (pratik çalışmalarını) bu içtihatlara göre yönlendirmeye çalışır.
Buraya kadar anlattığımız hikâye, geleneğin içinden uç verenin geleneğe yaslanarak “yeni” olma özelliğini yitirmesi ve eskimesinin bir hikâyesidir.
Son dönemde yasalaşan yargı paketleri, sendikalar yasası, yerel yönetim yasası, eğitim sistemine getirilen 4+4+4 düzenlemesi, hazırlığı yapılan YÖK yasa tasarısı ve başkanlık sistemi arayışı, bu hikâyeye konu devletin çağdaş devlet olma yolunda demokratik yeniden kurumlaşma arayışını ne yazık ki yansıtmıyor. Bu arayış, yirmi birinci yüz yıl koşullarında bir tür İcmâı Ümmet arayışına dönüşmüş görünüyor.
Bu arayış gerçekleşirse toplum gettolaşır, bir birine yabancılaşan, bir birini ötekileştiren toplumsallaşmalar süreklilik kazanır. Toplumsal huzur, istikrar pamuk ipliğine bağlı hale gelir. Toplumsal yapı her an kırılabilecek bir mozaik haline gelir.
Güçlü bir sivil toplumunuz, temsil ettiği toplumsal talepleri uzlaşma arayışı içinde hayata geçirmeye çalışan siyasal bir kültürünüz var mı? Haklar ve özgürlükler güvence altına alınabilmiş mi? Fırsat eşitliğini sağlayabildiniz mi? Adalet herkese eşit dağıtılabiliyor mu? Eğitim sisteminiz kendi içinde ve dışında barışık, kendini gerçekleştirebilen mesleki kişilik sahibi insan yetiştirebiliyor mu? Uluslararası alanda rekabet edebilecek sürdürülebilir bir teknolojiye sahip misiniz? Ekonomik istikrarı sürdürürken diğer yandan gelir adaletini de sağlayabildiniz mi?
Barışın, huzurun ve istikrarın güvence altında olduğu çağdaş demokratik bir devlete sahip olup olmadığınıza, bu sorulara vereceğiniz yanıtla hikâyenin sonunda karar verebilirsiniz?
Peki, velayet kültürü içinde bu sonuç ulaşılabilir bir sonuç mudur?
Bakın işte orası şüpheli!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.