- 1245 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Öykü Eleştirisi Üzerine Düşünceler.
Kim ne derse desin, kim kınarsa kınasın,içimden geçeni açıkça söyleyeceğim; ben yerli yazarları okumuyorum.
Vakit bulabildiğinde elinden kitap düşürmeyen ben, Bursa’da 3 kütüphaneye üyeyim.
Ayrıca, üyesi olmadığım kütüphanelere de giderek en azından günlük yayınları takip edebiliyorum.
Üye olayım ya da olmayayım, benim gittiğim kütüphanede beni tanırlar, kitap sevgimi, kitap seçimimi bilirler.
Benim tercih etiğim kitaplar genellikle Amerikalı ve İngiliz yazarların yazdığı aksiyon ve macera türü kitaplardır.
Telaffuzu zor olduğundan ve okuduğumda yer, bölge, mekan isimlerini aklımda tutamadığımdan, Mario J. Simmel haricinde Alman yazarların kitaplarını da ancak zevkime göre kitap bulamazsam okuyorum.
Arada sırada olsa ne zaman bir yerli yazarın kitabını alsam, okumaya başlasam, çok geçmeden beni ’’Enayi’’ yerine koymak istediğini fark ediyorum, kitabı zoraki bitiriyorum.
Yazar; okuyucuyu nasıl enayi yerine koyar?
Bu sorunun cevabı çok basittir.
Bizdeki yazarların neredeyse tamamı belli bir siyasi sisteme, belli bir ideolojiye, belli bir düşünce kalıbına körü körüne bağlı olduklarından, konusu ne olursa olsun, çalışmalarında, alttan alta savundukları öğretinin pazarlamacılığını yaparlar.
Bazı mağazaların giyim reyonlarında işbilir satış görevlileri vardır.
Müşteri hangi kıyafeti denerse denesin, karşısına geçer, elini oğuşturur, tam size göre olmuş, sanki sizin geleceğinizi biliniyormuş gibi dikilmiş derler.
Halbuki elbise 1 numara küçük gelmiş, 2 numara büyükmüş, kolu sarkıyormuş, yakası kayıyormuş hiç umursamazlar.
Bizdeki yerli yazarlar da tıpkı işbilir satış görevlisi gibi mensup oldukları fikir sisteminin akılla, mantıkla, tarihi gerçeklerle taban tabana zıt olduğunu iyi bilseler de, karşılarında inanmaya hazır birini bulduklarında, kokuşmuş propagandalarını sanki dün gece icat edilmiş gibi ayıla, bayıla işlerler.
Son okuduğum Kırık Hançer isimli yerli yazarın kitabında da aynı komik değerlendirmeler gördümse de baştan önemsemedim.
Kitabı okudukça, kitaba adını veren kırık hançerin ne menem bir silah olduğunu fark etmemle yerli yazarlara duyduğum kin katlanarak artmaya başladı.
Yazar, 5 asır kadar önce, şimdi ki Hindistan’da geçen tarihi olayları kaleme aldığı romanın muhtelif yerlerinde ucu kırık bir hançerden karanlığı yırtan, bakanın gözünü kamaştıran bir ışık çıktığından dem vuruyor.
Bu ışık öyle bir ışık ki, ağaca tutsan kürdan gibi kırıyor, dağa tutsanız dağı paralıyor.
Hepsine eyvallah da yazar bu silahın o çağda nasıl üretildiğine, nasıl bulunduğuna bir açıklama getirmiyor, getirmeye de uğraşmıyor.
Ben okuyucu olarak şimdi bu silahın nasıl ve nerede üretildiğini, kullanımının nasıl öğrenildiğini sorgulamazsam, bunun, ilk önce kendi zekama ihanet olacağını düşünmez miyim?
Yazar efendi; benim gibi aykırı birilerin de kitabını okuyabileceğini düşünme zahmetine bile katlanmadan kitabını canının istediği yazmış, yayımlamış.
Yaa kardeşim, sen de hiç mi akıl, fikir, izan yok?
Bugün bile dünyada mevcut olmadığını sandığım böylesine güçlü bir silahın, günümüzden 5 asır önce nasıl bulunabileceğini hiç değilse uzaylılara bağlıyamaz mıydın?
(Ben olsam, bundan sonrasını şöyle bağlardım. Lütfen kimse gülmesin, benim ’’Uzaylı Gelin’’ başlıklı 4 bölümlük öyküm mevcuttur. Uzay mevzuunu iyi bilirim! )
Günün birinde o bölgeye bir uzay gemisi gelir, içinden garip giysili insan görünümlü yaratıklar çıkar.
Yolda ekmekleri bitmiştir, Allah rızası için ekmek isterler, yöre halkı da çok cömert olduğundan adamları mantıyla, kol böreğiyle, döner kebapla, ızgara köfteyle besiye çekerler.
Uzaylılar yedikleri yemekten güç kazanırlar, kendilerine gelirler, semirmeye başlarlar.
Eve dönüş zamanı geldiğinde de gördükleri hamiyetperverliğe karşılık olarak çok güçlü bir silahı hediye ederler ve kullanımını da öğretirler!
Alın size günümüz dünyasında bile henüz kullanılmayan bir silahın 5 asır öncesinde nasıl ele geçirildiğinin ’’Gerçekçi’’ hikayesi.
Ben ne zaman yazı yazmaya, özellikle öykü yazmaya başladığımda kendi kendime söz vermiştim:
Kınadığım yerli yazarlar gibi olmayacağım, okuyucuyu salata yerine koymayacağım!
İnternet ortamında ve üyesi olduğum bazı sitelerde yayınlanan öyküleri merakla okuyorum, istifade etmeye çalışıyorum.
Konu, katagori ve siyasi görüş farkı gözetmeden öykü okumaya gayret ediyorum.
Yazarın siyasi görüşü, Allah’a inanıp inanmadığı, veya ateşe ya da şeytana tapması beni fazla ilgilendirmiyor, ben sadece okuduğum öyküde beni aptal yerine koymayacak kadar gerçekçilik arıyorum.
Gerçekçiliği bulabiliyor muyum?
Evet ama çok nadir bulabiliyorum.
Öyle öyküler var ki okumaya doyamıyorum, benim gibi birinin bu kalitede öykü yazamayacağını çok iyi bildiğimden yazarın becerisini resmen kıskanıyorum.
Yazar sanki benim aklımdan geçeni hissetmiş gibi davranıyor, öyküsünü anlatırken ’’Ukulalık’’ taslamıyor, benim zekamla alay etmeye yeltenmiyor.
Savunduğu görüşün zaman içinde muhalifler tarafından çürütülebileceğini kabul ediyor ve en önemlisi de bir topluluk içinde iyi insanlar olduğu gibi kötü insanlar olabileceğini de itiraftan çekinmiyor.
Savunduğun görüşlerine katılmasam bile işte ben böyle bir yazarın elini öperim!
Fakat ne yazık ki çoğunlukla beni enayi yerine koyanlar çıkıyor.
Geçen gün bu sitede bir öykü okuyorum.
Çocuğun biri oturmuş ağlıyormuş.
Yazar, yoldan geçen birini çocuğun yanına yaklaştrırıyor, sorduruyor:
Kardeş neden ağlıyorsun?
Cevap, annem beni terk etti, gitti.
Kimsesiz kaldım, o yüzden ağlıyorum.
Bizim insanımız çok yufka yüreklidir ya, yolcu soruyor, kaç yaşındasın?
Cevap, abi 20 gün sonra 18’e gireceğim.
Yuhhh artık, bu kadarı da olmaz diyorum.
İnsan utanır yahu.
20 gün sonra 18’ine girecek biri koskoca adam sayılır.
Ben 17-18 yaşımdayken Bursa’da havlu dokumacılığı işçiliğinden neredeyse bir evi geçindirecek kadar para kazanıyordum.
Ben akran olanlar iyi bilerler; bir zamanlar bu ülkede 16-17 yaşında çocuklar rejimi devirmek için silahlı mücadele veriyorlardı( Gerçi o mesele iyi getirmedi, o konuyu da ayrıyeten yazarız)
Öyküdeki 18 lik adam annesi terk ettiği için salya sümük ağlıyor.
Acaba ben mi yanlış okudum, çocuk 7 yaşında mıydı diye geri dönüyorum, hayır bende hata yok, aynen söylediğim gibi oluyor.
Yolcu o kadar iyi yüreklidir ki ağlayan çocuktan etkilenir, eve götürmek ister ve götürür.
İşte burada biraz duralım.
Bir insan yolda bulduğu 17-18 yaşında birini evine götürmek isterse, o, ya çok art niyetlidir, ya da çocuğun bir gece evi soyup sovana çevireceğini hesaba katamayan gerzeğin biridir.
Eyvallah, hepimiz insanız.
Zaman zaman karşımıza gerçekten de müşkül duruma düşmüş insanlar da çıkabilir.
Fakat burada takip edilecek yöntem bellidir.
Cebimizde varsa 3-5 kuruş veririz, Allah’a emanet ederiz, ayrılırız.
Çok şükür ki bu ülkede zor duruma düşmüş insanlara yardım eden vakıf, kurum vs bir hayli fazla.
Elimden hiç bir şey gelmiyorsa, Polis Karakoluna git, onlar sana yardım ederler derim.
Benim vatandaşlık görevim buraya kadardır.
İyilikten maraz doğarmış, fazla iyilik göz çıkarırmış.
Biri de böylesine absürt bir öykü yazarsa beni afakanlar boğmaz mı?
Elbette ki boğar.
Peki ben bunu eleştirmem mi?
Elbette ki bunu eleştirmek de benim hem hakkım hem de görevimdir.
Yazar empati yapacak, kendini okuyucunun yerine koyacak.
Beni aptal yerine koyan bir öykü okusam ne hissederim diye düşünecek.
Ve en önemlisi de, yazar öyküsünü yazarken aklına, zekasını kullanacak.
Akıllı insan, karşısındaki insanın aklına saygı duyandır.
Zeki insan karşısındaki insanın da en az kendisi kadar zeki olabileceğini düşünen ve ona göre davranan insandır.
Ama bizde bir kaide vardır, bizim insanımız yer abiii deriz, geçeriz, gerisini hesap etmeyiz!
Onlara göre biz hepimiz keriziz, ne söylense kanarız.
Öyle birini elime geçirdiğimde, iki satır yazıyla yerin dibine sokmak da benim asli görevimdir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.