YİTİK
Bu öykü sadece ona ait değil.
Onun hallerine düşen her genç kız yaşar bu halleri. Fakat sesi çıkmaz.Baş kaldıramaz.Onun gibi isyan edip nihayetinde kendi kafasına göre hareket edemez.
Onun gibi kararlı olan da hiç görmedim.
Cesaretliydi de, korkusuzdu. Fakat babası olacak adam çok zalimdi, çok anlayışsızdı.
Dediğim dedik bir adamdı. Bir de fukaralık zamanı, adalet kuvvetlinin elinde, kuvvetli de zalim olunca, zalimin avucundaki adaletin kanadı kırık, dudağı yarık, sırtında kürek olur başında sarık olsa bile.
Kimi kime şikâyet edeceksin ki!
Fakat o hiç şikâyet etmedi, verdiği kararlara ve sözlere sadık kaldı.
Son nefesine kadar asla dönmedi, yılmadı, yıkılmadı.
Bütün bu havalinin ahalisi alenen söylemese de içlerinden ona hak verdiler ve adını daima saygı ile andılar.
Gözleri kahverengiydi, ya da ben öyle hatırlıyorum.
Orta boylu, gösterişli bir kızdı. Köyünün gençleri onu sevmekten korkardı. O kolay sevgilere aldanacak, kuru sözleri yutacak sahte aşka inanacak biri değildi.
Gençler ondan hep uzak dururdu. Ona sadece rüyalarında veya kendi tasavvur ettikleri hayallerde ulaşabilir, onun taze, beyaz tenine temas edebilirlerdi.
Yine de ondan uzak durmazlar, dediklerini ellerinden gelenin en iyisini ortaya koyacak şekilde yapar, köy işlerinde ona yardımcı olmak için can atarlardı.
Başkaydı o, bir kez güldü mü bir dağ odunu taşırdı delikanlılar kapısına.
Elbiselerini kendi dikerdi.
Şehre gidenlere kumaş ısmarlar, evinde oturur dikerdi. Onun için elbiseleri diğer kızlarınkine benzemezdi. Renkleri de modelleri de farklıydı.
Okuma yazması da vardı. Nasıl öğrendiğini bilmiyorum. Fakat babası okula göndermediği halde okuma yazmayı sökmüştü.
Onu iyi hatırlıyorum, askerdeki sevdasına mektup yazmış bana vermişti.
Bir sabah şehre giderken önüme çıktı elinde bir kaç on kuruşluk ve bir zarf. Yemin ettirdikten sonra zarfı ve kuruşları elime koydu "sakın" dedi, gülerek.
O güldü mü olmayacak bir şey yoktu dünyada.
Bir de gözlerini kapatıp "tamam" der gibi yapardı.
İçimiz giderdi.
Çıtımız çıkmazdı.
Babası uzak bir köyde kocaya gitmiş olan halasının oğluna nişanladığı sene yüzündeki tebessüm kayboldu gitti. Evden çıkmaz oldu. O günden sonra pek göremedik. Zaten görsek de eskisi gibi olmadığından sadece üzülürdük haline.
O günden sonra birkaç defa gördüm pencereden karşı tepelere bakıyordu. Benim penceresinin önünden geçtiğimi bile fark etmedi.
Duyduğum evlenmek istemediği, askerde olan sevdasını bekleyeceğini annesine fısıldamış olduğu bunu duyan babasının kızı feci şekilde dövüp odasına hapsettiği haberleri idi.
İlkbaharda düğünü oldu.
Biz gidemedik. Evinin kapısından çıkarken onu uğurlamaya geldiğimizde örtüsünün altından bize bakıp ağladığını görebiliyorduk. Zar zor yürüyordu.
Araba yoluna kadar yürüdü. İki yeni akraba kadın girmişti kollarına. Onu sürükleyerek götürdüler. Ayakları bazen duruyordu, iki kolundaki güçlü iri yarı kadınlar onu havada taşıyorlardı.
Hava yağmaya başlamıştı. Öykünün devamını dinlemek için peşine takıldığım yaşlı adamın çay davetini kabul edip, köyün tek ahşap kahvehanesine girdik. Ocakta bıyıklarını çenesinden aşağıya uzatmış Ümit ağabey omzundaki havluya ellerini silip bize hoş geldin dedikten sonra hiç istemeden iki demli çay bıraktı masamıza.
Yandaki masada dört yaşlı adam domino oynuyordu. Etrafını sarmış çoğu onlarla yaşıt seyirciler taş oynandıkça başlarını çevirip yeni oynanan taşı görmek işçin hamle yapıyor, bazıları gözlüklerini kaldırıp daha yakından bakıyorlardı.
Arkamızdaki masada “batak” oynayanlar her kâğıt atışta masaya yumruklarını vurunca tahta binanın sarsıldığını hissediyordum.
Masamızın tam karşısında üstü başı yırtık ve yama içerisinde meczup bir yaşlı adam gözünü bize dikmiş bakıyordu. Biraz korktuğumu saklamaya çalışsam da “korkma bir zararı dokunmaz” dedi yaşlı adam.
Kimi kimsesi yokmuş. Bir akşam köye gelmiş. Gitti gidecek derken yıllardır buralarda yaşıyor. Kimi yedirir, kimi giydirir. Adını söylemedi, biz de “ Yusuf” dedik. Millet de alıştı Yusuf aşağıya Yusuf yukarıya yaşıyor. Dere yatağındaki “kalaycının Taşı”nı biliyor musun? Saatlerce orayı seyreder, bir şeyler konuşur durur.
Çenesinde derin bir yara izi vardı. Seneler önce daha perişandı. Şimdi daha iyi.
Evet, nerde kalmıştık, kızı götürdüler vesselam. Yıllarca kocası olacak adamla karı koca olmadılar. Yani eli eline değmedi derler ya öyle işte.
O sadece yolları kolladı durdu.
Ondan önce de belki yüz defa evine geri döndü. Her defasında babası iyice bir dövüp kocasına teslim etti.
Adam belki boşardı. O da kurtulurdu, adam da. Fakat gurur meselesi yaptı. O ısrar ettikçe diğeri inat etti. Yıllar geçti.
Bir gün köyden nahiye mektebine gidenlere v mektup vermiş.
Mektup sevdasına yazılmış. Adres öyleymiş dediler.
Asker adam mektubu alınca kahrolmuş. Bir dediler sınırda kaçakçılar vurmuş, karda cesedi kaybolmuş.
Bir de duyduk kendini vurup atmış bir uçurumdan aşağıya.
Vesselam delikanlı bir daha dönmedi.
Kız da mektubu gönderdikten iki gün sonra demin bahsetmiştim ya “kalaycının Taşı”ndan kendini attı.
Birkaç yıl sonra derede arana cesedi Karadeniz’de kıyıya vurmuş olarak bulundu.
Kabristanın yakınından geçerken mavi taşı olan onun kabridir.
İşte böyle geçti ömür.
Biz hepimiz sevdaydık ona aslını sorarsan. Fakat sevdalık ağır iştir oğul.
Sevdalık fedakârlık ister, gayret ister, cesaret ister.
Bizde yoktu onu sevebilecek kadar yürek.
Sevda olan dönek olmaz. Gözü kara olur. Başka bir şey görmez. O kız sevdasına sahip çıktı, delikanlı da sevdasına bağlı kaldı. Ve asla dönmediler aşklarından. Korkmadılar. Yılmadılar.
İşte sevda bu demektir oğul.
Ve sevda yuva yapacağı yeri bile kırlangıç gibi yeşereceği yüreği de bilir.
Nerde büyüyeceğini, serpileceğini hisseder.
Ve asla ölmez.
Jandarma karakolunda nöbet değişimine az bir zaman kalmış olmasına rağmen tam teçhizat bekleyen askerler alaydan gelen muhabere aracından indirilen evrakların arasından bir yandan üzerlerinde kendi isimler yazılı zarfı bulmaya çalışır zarfların üzerindeki isimleri yüksek sesle haykırarak uzanan ele doğru zarfları gönderiyorlardı.
Adı okunduğunda eliyle göğsüne vurarak “bana mı?” diye sordu. Kaç aydır mektup gelmiyordu. Kalabalığı yarıp mektubunu aldı. Koşarak nizamiyeye doğru gitti. Orada kimsenin onu bulamayacağı bir duvar arkası vardı. Ağlarken kimsenin göremediği yerde mektup okurken de kimse fark edemezdi onu.
Mektup köyünden, sevdasından geliyordu.
Onu ne kadar çok sevdiğin anlatıyordu ilk sayfalarda. Babasının asla vazgeçmeyeceğini, kocasının ise bu durumu guru meselesi yaptığını ve onun da inatla bırakmayacağını fakat söz verdiği gibi onu ölünceye kadar bekleyeceğini anlatıyordu. Son satırlarda ümidinin tükendiğini sevdanın sadece cismani yakınlık olmadığını anladığını, içerisinde her gün acı ve hasretle boy atan sarmaşığın bütün bedenini sardığını ifade ediyor ve son satırda “sen bu mektubu okuduğunda ben “Kalaycının Taşından” ellerimi açıp sana koşacağım. Unutma ki ben bu aşk ile sadece bu dünyadan giderim. Seni her cihanda bulurum. Sevdiğim.” Diyordu.
Akşam karakolun ileri mevzilerinden birinde bir el silah sesi duyuldu. Askerlerden biri kendini vurmuş dediler.
Yanındaki arkadaşı “Çenesine dayadı tüfeği, birden tetiği çekti kanlar üzerime sıçradı, çok korktum, uçurumdan aşağıya…”
Kendini vuran asker uçurumdan aşağıya, Aras nehrine düşmüştü.
Birkaç gün aramanın ardından tutulan “kayıp” tutanağı ile konu kapanmıştı.
Bir çay daha içer misin dedi yaşlı adam.
Yusuf yere bakarak ağlıyordu.
Çaylar iki oldu.
YORUMLAR
erolabi
Adı "Zulüm "oluncaya kadar devam edecek...Selam ve saygı ile.
erolabi
çok çok güzeldi.
bir solukta okudum..
aşk işte budur dedim..
vazgeçmemek..
vefakar olmak..
sevgilerimle..
erolabi
Kolay değil...
Selam ve saygı ile değerli yazar.