Köy Ekmeği
Beyaz boyalı kuzinenin fırın kapağı açılınca odanın içerisine dolan ekmek kokusu ile yataktan fırlayıp anneannemin boynuna sarılır bağırıp çağırmasına aldırmadan bir parça sıcak ekmek koparıp verinceye kadar o halde kalırdım.
Fırından henüz çıkmış köy ekmeği ellerimi yakardı. Yiyemezdim ya, elimde olması, bir sağa bir sola atarak masanın üzerine kadar ellerim ateşler içinde ve düşürmeden gider, masanın üzerine koyunca dumanını ciğerlerime doldurup uzunca bir “oh” çeker, anneannemin anahtarı belinde asılı dolabından kalaylı bakır tasa kaymak koymasını beklerdim heyecanla.
Anneannem kaymak, bal ve gül reçeli kaplarını masaya koyup bir de “paşa” çayı doldurdu mu keyfimden ona sarılır yumuşacık yanaklarını öperdim.
Eliyle kopardığı köy ekmeği lokmalarının üzerine sürdüğü kaymak eriyip ellerine bulaşmadan bir kapışta ağzıma atar, ılık paşa çayını yudumladığım gibi ikinci ekmek parçasının üzerine sürmesi için gül reçelini parmağımla işaret ederdim.
Gül reçeli benim hayatımın en değerli tatlarından biridir.
Bana çocukluğumu, anneannemi ve onun mukaddes emanetleri saklar gibi büyük bir ihtimamla açıp kapadığı bazı üzerinde donmuş reçine damlacıkları parıldayan dal izleriyle dolu çam ağacından yapılmış dolabını hatırlatır.
“Hatırlatır” demek az kalıyor aslında, beni o günlere götürür gül reçelinin tadı, içindeki gül yapraklarının dişlerimin arasında ezilirken çıkardığı, içimde yankılanan sesi ve kokusu.
Bir parça da hüzün bırakır avuçlarıma, sessiz ve içten ağlayabilmem için.
Annem ve babam ilçede çalıştığından beni bakacak zamanları yoktu. Zannedersem o zamanlar çalışan ailelerin çocuklarını bakan bir kuruluş, kreş, bakımevi veya anaokulu olmadığı ve annem yabancı bakıcıya güvenemediği için bana dedemin iki bölümlü evinin yolu görünmüş, annem gereken miktarda bez, elbise ve bisküvi ile bir kavanoz gül reçeliyle beni anneanneme teslim etmişti.
İlk günler hatırladığım kadarıyla ağlamakla ve annemi aramakla geçti.
Her gün biraz daha alıştım. Alıştıkça etrafımda olanları anlamaya, üzerimde dolanan bakışları tercüme etmeye başladım.
Köy hayatına alıştıkça günler daha hızlı geçmeye başladı. Akşamları anneannemin anlattığı masalları dinleyerek uyudum. Dönüp dolanıp aynı masalları anlatsa da anneannesinin kucağında “Tahtadan Temaşa” ı dinleyerek uyuyan kaç şanslı çocuk var dünyada?
Kaç çocuk kuzinenin üzerinde pişen kestaneleri anneannesinin elinden yiyebilmiştir?
Kaç çocuk bu kadar sevilebilmiş ve sevebilmiştir?
Bana sorarsanız dünyada bir tek ben vardım.
Hayat faaliyeti sırasında insan bazen istemeden de olsa kırıyor, döküyor, yıkıyor, pişman oluyor, yine yapıyor, yine pişman oluyor.
Ömür devam ederken bu tür insani eylemler zaaflarımızdan güç alarak, hırsımız tarafından beslenerek, bencilliğimizden yüz bularak gerçekleşiyor.
Ve en son nedamet, son nefes gibi yapışınca damağımıza, bütün hakikatler serilince önümüze, geriye dönüp onarmak için, vaktin geçtiğini anlıyoruz.
Dönüş olmadığını da bildiğimizden, içimize kurşun gibi çöküyor pişmanlık.
Sakın yeise kapılmayın.
Hayat zaten bunlardan ibarettir.
Pişmanlıklar, keşke’ler olmasa ömür geçmez.
Ve olan olmuştur.
Hakikatte abartı olmaz hiçbir zaman.
Ben o zaman kızdığım insanların arkasından şimdi içimden ağlıyorum ve onlara “sizi de çok seviyorum, anneannem kadar olmasa da “ diyemediğim için acı çekiyorum.
Dedem anneannemin üzerine bir daha evlenmişti. Ben de “üzerine evlenmek” deyimini komşuların dedikodularına kulak misafiri olduğumda kaydetmiştim hafızama.
Önceleri ne olduğunu anlayamamıştım fakat sonra ne kadar acı manası olduğuna bizzat şahit oldum.
Zira anneannemim kocaman tahta evi, yeni hanımın gelmesiyle ortadan ikiye bölünmüş, bir evden iki ev olmuştu.
Tıpkı dedemin yüreği gibi ev de iki parçaydı ve her iki tarafta yaşayan çocuklar, yaşanan acılar vardı.
İki eşliler iyi bilir ki; her iki tarafta da asla huzur olmaz.
Bir tarafta neşe varken diğer tarafta hüzün demek bir insanın yarısının aç yarısının tok olması demektir.
Böyle bir durum da olmayacağına göre, her iki taraf da aynı acıları, farklı boyut ve manalarda yaşar.
Yeni hanımın peş peşe doğan çocukları, yan, dayılarım anneanneme karşı sevgi ve ilgi doluydular. İlk zamanlar bu sevginin ve yakın alakanın anneannemin tahta dolabından kaynaklandığını zannetmiştim.
Sonra anladım ki, anneannemi hakikatten anneleri kadar seviyorlar ve onun her işine yardımcı oluyorlar. Dedem bu konuda eminim onlara asla tembihte bulunmamış, söz söylememiştir.
Anneannemim çocukları ile yeni hanımın çocukları arasındaki saygı ve bağlılığı şu zamanlarda kardeşler arasında görmek bile imkânsız, emin olun.
Ben de o kalabalık ve sevgi dolu hava içerisinde dayılarım arasında “sınıflama” yapacak havayı, zamanı ve ilgisizliği bulamadım.
Biz hep beraber gül reçeli sürülmüş ekmek dilimlerini yaban arılarından kaçırarak, tahtadan yapılan bilyeli arabalarla koşturarak, meyve ağaçlarının altında düşen olgun meyveleri arayarak ve gazyağı lambasının etrafında anneannemin anlattığı köy hikâyelerini dinleyerek büyüdük.
O günlerden geriye çay bahçelerinin bir köşesinde yan yana yatan dedemin ve anneannelerimin, yanlarında yaptığı bilyeli tahta arabalarla istediğimiz yere; İstanbul’a, Ankara’ya, Trabzon’a hatta ilçeye götürürken, hayal dünyamızı zenginleştiren sevgili dayımın, annemin sevgili amcası “kara uşak” lakaplı komik adamın kabirleri ve tahta evin köşelerinde çakı ile kazınmış isimlerin baş harfleri ile kullanılmayan süt kadıları ve yayıklar kaldı.
Bütün acılar soğuyup döküldü, kalplerden silindi.
Bir zamanlar acıların, yokluğun bir araya getirdiği insanları zenginlik, varlık birbirinden uzaklaştırdı. Oynanan oyunlar unutuldu.
Türküler söylenmez oldu, eski yazmalar bağlanmaz, eski aşklar yaşanmaz oldu.
Eski yollar kullanılmadığından dikenlerle ağaçlarla kaplandı, eski değirmenler yıkıldı, eski ağaçlar çürüdü, yok oldu.
Bir zamanlar kâğıtlarında eller çizilen ve yıllar sonra naftalin kokulu tahta sandıklardan çıkarılıp gözyaşlarıyla okunan mektupların yerini ne aldı?
Anlamsız, dilimizi tahrip eden kısa mesajlar mı?
Yoksa bir tıkla hafızadan ve bilgisayarımızın sayfasından silinip çöpe atılan “mail” ler mi?
Hangi mesaj, hangi mail, hangi sanal arkadaş kabre kadar gelir insanın peşinden?
Onlar bizim üvey arkadaşlarımız, dostlarımız.
Asla başımızı yaslayacak omuzları olmayan, bizi anlamayan ve bize sadece kârlı ve faydalı olanı tavsiye edip kalbi bir tek vuruşluk sevda taşımayan soğuk uzak ve istediği zaman kör, istediği zaman sağır olmayı seçen görüntüden ibaret akrabalarımız.
Neden “eski” ye dair yazdığımı anlatabildim mi?
Ben artık bulamadığım sıcak sevgilerin tükendiği dünyada, her gidenin o sevdaları, samimiyeti, izzet ve vefa’yı azar azar heybelerine atıp götürerek bizi onlardan yoksun bırakan, öykülerini toplayıp giden “Himmet Çavuş”* gibi, renklerini sandıklara, kokularını şişelere doldurup gidenlerin bir daha dönmeyeceğini inanıyorum.
Bazen burnuma eski kuzinede pişen ekmeklerin kokusu vuruyor.
Ve ben o zaman burada değilim.
Kalkar ta oralara, o zamana giderim.
Tek başıma.
Çünkü orada hala beni bekleyen üzerleri kar ile örtülü sevgililer var
YORUMLAR
Geçen arkadaşa sordum ''ben neden hep çocukluğumu yazıyorum acaba ya?'' diye ''çocukluktan sonrakiler güzel geçmemiş, kayda değer değil demek ki ''dedi.Hafıza unutmak istemediğini sıcak tutarmış.Ama şimdi canım köy ekmeği istedi .Güzeldi tebrikler
erolabi
Sonra dersler başlar..Zaayıflar..Sınıftan kaçmalar..haylazlıklar..
Sağol bacım..
Neden “eski” ye dair yazdığımı anlatabildim mi?
""Ben artık bulamadığım sıcak sevgilerin tükendiği dünyada, her gidenin o sevdaları, samimiyeti, izzet ve vefa’yı azar azar heybelerine atıp götürerek bizi onlardan yoksun bırakan, öykülerini toplayıp giden “Himmet Çavuş”* gibi, renklerini sandıklara, kokularını şişelere doldurup gidenlerin bir daha dönmeyeceğini inanıyorum.""
Ne denilirki, hangimiz mahrum değiliz ve hangimiz özlemiyoruz....
ellerinize sağlık
köy ekmeği gül reçeli...içim nasıl çekti bilsen.......bırak sevgilerde karla kaplı kalsınlar..... geçmişi sanki beraber yaşamışız gardaşım..... sağol varol.... sevgiler
erolabi
Artık sevgi fedakarlık istemiyor.
Sadece emekli maaşın yeterli olsun...
Kalmadı artık saygı da sevgi de en içteninden.
Selam ve saygı iledeğerli ağabey
yine güzel anlatımdı yaşananlar ve unutulmayanlar.
beni düşüdüren se başka olay niye ikinci eş diyorum her zaman
diyorum ve üzülüyorum insan birini severken bir başkasına nasıl sevgi gösterip alır ve güzel haneye hüzün katar buna alım almıyor inanın
maziyi ölemek ne güzel geçmişteki anılarla yaşamak
saygılar benden herdaim
erolabi
Birinci her zaman ezilen ve ötekileştirilen oluyor ve büyük acılar meydana getiriyor.
değerli yorumunuza teşekkür ederim. saygı ile.