- 1333 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ceylanın Gözleri
Bir öykünün başlangıç yerinde ve ya düşlerin en karlı mevsiminde rastlaştık Mahmut ile. Köyün nehre bakan keskin uçurumunda; aklındaki yükseklik korkusuna inat, o gün sarı desenden yeşil elbiseye bürünen ovanın güzelliğine duyduğu hayranlık yerleşmişti gözlerine. Hayallerini öfflüyordu, dağ ufaklarının gölge düşürdüğü nehre. Ve ne de çok benziyor sevdiğine, kıvrılırken endamıyla murat suyu ve bölünmüş manzarayı tamamlıyor ovaya ahengi ile. Akşamüzeri köye giden patikaları, okuldan dönen çocukların uğultusu şenlendirirken, ressamın kızıl fırçası değiyor gün ışıklarına ve gizli bir el hafifçe çekiyor güneşi manzaradan. Aniden ayaza çalan gecenin, kasveti çöküyor bu küçük şehre, Mahmut’un yüreğine de hüzün bulutları. Doğrusu oturduğu yer çok yüksek, boşlukta öylece sallanıyor ayakları ve elerinin ayası yaslanmış zemine, düştü düşecek der, olurda gelip geçen biri görürse…
Ceylan köyün diğer evlerine benzeyen toprak damlı evlerine varır varmaz, semerinden kurtulmuş bir merkep hissiyle fırlattı çantasını, akşam güneşinin soluk düştüğü salonun orta yerine. Anasının arkasından ‘bir şeyler yesene kızım’ bağırışlarına aldırmadan, köyün en yaşlı ceviz ağacının bulunduğu dereye koştu. Onun tek anlayanı ve sırdaşı, hayal dünyasının köklendiği bu koca ağaçtı. Çünkü ağaçlar hiç konuşmazdı, bir başka bedende anlaşılmazdı ve onları besleyen uzun köklerini kimsenin görmediği toprağın altına saklardı, tıpkı kendi gibi. Bugün yine okulda konuşulup anlatılan hiçbir şeyi anlamadı, hatta bazen haftalarca, sulanması unutulan bir saksı çiçeği gibi sınıfın bir köşesine sinmiş vaziyete bulunsa, kimse onun farkına bile varmıyordu. En sadık dinleyeni olan koca ağaca yakınıyordu. ‘Hem niye yoluyor ki ailem beni okula, sırf amcam Hamitgillerin kızı Berfin gidiyor diye? Hiç kardelen ovada açar mı? Zambaklar yol ortasında açmayı bilmez mide, yalnız yerlerde açıyor? Okul, benim tabiatımdan alıp özümden ayırıyordu. Bünyeme ait olmayanları zerk ediyor ve bedenime uymayan entariler giydirme çabasında.’
Ceylan’ nın hikayesi duyuldukça, isyan sesleri yükseliyordu doğanın, kulaktan kulağa cıvıldaşan kuşların korosuyla. Tabiat ananın tam orta yerine bağdaş kurmuş dağların kızı Ceylan, dilinde La Fontaine masalcılığı ve etrafını saran envai çeşit hayvan ve nebatat.
Geliştikçe ilkelikten kurtulduğu düşünülen insanoğlunun henüz vahşilik merdivenini kullandığı bir asra düşer, Sarılar köyünün kurulması. Bir nakkaş ellinin ayarı ile dizilmez birbirine düşman gibi sırt dönen kerpiç evler. Ayırdı zordur güncel halinin, eski siyah beyaz bir fotoğraftan. O inatçı meşe ağaçları sarmış, köyün yeşilden nasibini almayan dört bir yanını. Kestane kahvesini kıskandıran bir tondadır nehir tarafındaki güzergâh; zira Mahmut gün tiyatrosuna düşen gece perdesi ile çaresizliğine tutundurduğu ayaklarını, kumunda sürüklediği dönüş yoludur bu. Tarihte nice şatolara nasip olmamış biçimde, iki yakasında iki müfreze karakollu koruyup gözetler bu köyü.
Ceylan mutlu bugün, çünkü hafta sonu; okul yok, bilmediği, anlamadığı bir dilden uzakta, kurmaca dünyasında. Ona ayak uydurup erken uyanmış güneş, horozlar ötmeden dikilmiş köyün yamaçlarına ve ışık oyunları yapıyor tahta yuvarlak kahvaltı sofrasındaki çay kaşıklarında. Evin eski balkonunda kesif bir yoğurt kokusu var ve zemine dökülen ayran birikintisine güneş vurdukça yoğunlaşıyor. Sadece bir tabak çökelek peynirinin bulunduğu sofrada, itinalı bir titizlik içinde, yeme edebinin provası yapılıyor. İçinde coşkudan yoksun bir mutluluk, çocuk aklında çokça hayal var, günlük zaman dilimine sığmayan.
Anneleri köyün çobanı tarafından sürüye katılarak otlatılmaya götürülen, yavru keçi ve kuzuların ahır kapılarını açtı, Ceylan. Yüzünde yılardır kafeste tutsak kalmış bir bülbülü özgürlüğüne kavuşturmanın gururu. Tabiatın bağrına koşan hayvanları izleyen gözleri parlıyor, her birinde kendini buluyordu. Bugün hayvanları, köyün iki yakasındaki dağların kavuştuğu geçitte güdecekti. Yaşından beklenmeyecek bir olgunluğun sindiği tavırla, vakur bir seyre başladı hayvanları, evi sağında bırakan rampa patikada.
‘Ceylannnn, Ceylannn’ diye seslendi anası peşinden, ellinde bir orak. Sac ekmeği yapmak için evde çubuk kalmamış, dönerken gittiği yerde kurumuş meşe dallarını toplayıp getirmesini istedi. Bir padişahın fermanına itaat eden yaver misali, koyuldu yolluna Ceylan.
Özgürlüğün sarhoşluğu ile coşan hayvanlar, gidecekleri yere pek riayet etmiyor, gelişi güzel ilerliyordu. Çok vakit olmadan, güneşe bakir yamaçlardan geçerek geçitte vardılar. Ne kadar öteki varsa toplanmıştı buraya, yabani bir otun dibini amaçsız eşeleyen yaşlı bir kaplumbağa, sevgilisi tarafından aldatıldığından olsa gerek intihar arifesindeki serçe ve hayatın içine sığdıramadığı niceleri.
Güneş yine kimseye görünmeden günün orta yerine doğru ilerlerken, Ceylan da yüklendiği misyonun gereği kurumuş meşe dallı keserek terliyordu. Havanın sıcaklığı belirginleşti, sıcak tam tepeden akıyordu. Yeşilimtırak renginden sıyrıldı meşe ağaçları, zifiri bir karaya döndü yerdeki otlar, şeb-i arusa ulaştı serçe, neden bu kadar dağılmış görünüyor Ceylan? Köyün içinden yaklaşan kocaman ağızlı ağıtlar hangi dilde? Asırlık meşelerin tırtılı dalları, üstündeki taze et parçaları ile savaş kazanan kılıçlarda yükselen kelle hüviyetinde. Bir kadın topluyor parçaları dallardan, yağmurdan elbise kaçırma telaşıyla. Kan sızıyor, çorak bir toprağa dönüşmüş geçittin çatlaklarından. Bir öfke nöbetine tutulmuş dağlar, ama ağaçların kökleri dizginliyor, yoksa şahlanır durmaz bu merdanlar. Ölümün merasimi var, hayatı yüklenmiş nasırlı eller tanrıya serenatta bilinmeyen bir dillin ağıtlarıyla. Gözleri murat gibi akan ve yüreği nemrut gibi yanan bir kadının dilinden yükseliyor, savaşın kirlettiği beyaz flamalar. Kalbi kayıp Ceylanın, bulamıyorlar; bağırsakları da, ceylan gözlü bir kuzunun boynundaydılar.
Bir ceylan avlandı bu dağlarda, bir kurşun değil, bir bıçak değil ancak bir havan topuyla. Düşmedi bedeni kara toprağa, dağıldı benliği geçit boyunca. İki müfreze asker korudu şehri, bir roket ile kem gözlü(!) ceylandan.
Bir öykünün durması gerektiği yerde karşılaştık Mahmut’la, artık gözlerini dikemiyordu murat suyunun yakamoz toplayan yamaçlarına. O uçurum artık manzaranın en güzel göründüğü yer değil, geriye sadece boşluğa sabitlenen mahmudi bir çift göz kaldı. Ağlamaklı sanılır, biri gelip geçerken görürse…
Sarılar köyünde yüzyıllık bir ağaç devrildi bir yıl sonra. Şok, şok diye haber oldu televizyonlarda, gazetede çıktı, çok satır yazıyla. ‘Hiç kökü olmadan yaşayan ağaç’ diye, ama ‘atan bir kalbi var’ dediler bu ağacın…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.