- 890 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
“HİDAYET’E ERMEK..?”
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Yaşadığımız topraklarda yani T.C. sınırları içinde; önceleri Musa ve İsa’nın göksel dinleri;
Antik yunan, Mısır ve Mezopotamya dinleri/inançları; doğudan gelen göçmenlerin/istilacıların Şamanizm, Budizm gibi farklı inançlar var olmuş.
Ve sonra İslam.
Yaşadığımız topraklarda yani T.C. sınırları içinde; değişik çağlarda çok farklı kavimler yaşamış. Malum burası yolgeçen hanı, han da değil geçit yeri, köprü. Farklı dinler/inançlardan daha çok farklı kültürler/kavimlerin uğrak yeridir memleketimiz.
Din ve Irk. Bu iki belirleyici ile insanlar birbirlerine sokulmuş ya da birbirlerinden kopmuştur.
Önce nesep, sonra mezhep var oldu.
Yani insanın kökleri/yapısı/kültür değerleri vardır. Sonradan bir şekilde inanç sistemlerinden birine girmek zorunluluğu/gerekliliği oluşmuştur.
Eğer girilen inanç sistemi İslam ise; gönüllü olsa da zorlayarak olsa da huşu ile, büyük bir özlemle kabul edilmiş sayılır. İki taraf içinde güzel bir çözümdür bu. Dini dayatan/zorlayan devreden çıkar, kendini unutturmuş olur. Dine giren ise o dinde iyi kabul görür, dışlanmaktan, horlanmaktan kurtulacağını düşünür. İşte bu yüzden; fakir, sefil, zorluklar içindeki insan toplulukları yaşadıkları veya geldikleri coğrafyada barınmak için islamlaşıyorlardı.
Zaman zaman fanatikler ağzından baklayı çıkarır; “dönmeler” diye aşağılayarak gündeme getirirse de; birkaç kuşak sonra dinin eşrafı ağır basar ve dönmelik unutturulur gider. Unutulur gider ama sonradan Müslüman olanlar, açık vermemek, aşağılanmamak için, çevreye karşı eskilerden daha iyi dindar olduklarını her fırsatta kanıtlama gayretini gösterir. Özellikle zorunlu sebeplerden dolayı yeni dini seçen ve nesebinin değerlerini atamayan/atmak istemeyenlerde daha yaygındır bu koyu Müslüman olma hastalığı. Demografik çalışmalardan derlenmiş çok örnekler olsa da, muhtedileri zora sokmamak için kullanmamak taraftarıyız.
Gene de yurdumuzun güzel insanlarına bulaşmamak için makro düzeyde benzer bir örnekleme yapalım: Suudi/Vahabiler, İran’da/Şia molları ve Emevi ardılı/Sünniler büyük bir rekabet içindedirler. Her biri kendisinin daha iyi Müslüman olduğunu kanıtlamak için alabildiğine keskinleştiler. Büyük olasılıkla da dinin özünü çiğneyip geçtiler. Ortadoğu’daki kargaşanın, geri kalmışlığın, katliamların hazırlayıcısı oldular.
Nesep derken kökeni/budunu/ırkı, mezhep derken de dini/inancı kastettik. Bazı çevrelerce dokunulmaz gibi algılanan bu iki belirleyicinin sınırları pek öyle belli ve kesin değildir.
Bizden örnek verelim. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde fetih çok onurlu bir değerdi. O zamanın anlayışı öyleymiş.
Fetihte; büyümek, gelişmek, ganimet elde etmek için komşuna saldırıyorsun. Yakıp yıkıyorsun, talan ediyorsun, orada yaşayanların dünyasını karartıyorsun. Öldürüyorsun veya tehcir ediyorsun, kimliğini-inancını değiştiriyorsun. Neyi varsa sahipleniyorsun. Özetle oradaki hayatı alt-üst ediyorsun.
Şimdiki insanlık ve ahlak anlayışına ne kadar aykırı, değil mi?
İşte o fetihler sırasında büyük nüfus hareketleri, kimlik ve inanç değiştirmeler yaşanıyordu.
Fethedilen kentin insanlarının bir kısmı oradan uzaklaştırılıyor, yerlerine başka insanlar yerleştiriliyordu. Elbette ki direnmek olanaksızdı. Osmanlı bunu din eksenli yapıyordu. İbadethaneleri camiye/mescide çeviriyor, şehre din görevlilerini dolduruyor, islamlaşmaya hem zorluyor hem de kolaylıklar sağlıyordu. Öyle ki, fethin ardından yetişkin kent nüfusunun dörtte biri gibi büyük bir rakamını din adamları oluşturabiliyordu.
İslam’ı kabul eden herkes başkaca bir koşul gerekmeden kendini kurtarmış oluyordu. Ümmet devletinin tebaası, İslam dininin mümini oluyordu. Din birliği, padişah kulluğu, yenen ile yenileni bir anda eşitliyordu. Halk arasında Müslim ve Gayrı Müslim dışında başka ayıraç kalmıyordu.
Böyle olunca kısa sürede ortak yaşam gelişiyor, evlenmeler, gidip gelmeler yaygınlaşıyordu.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir:
Memleketimizde ırkçılık yapmak salaklıktır.
İhtida, Hüda, Muhtedi ve HİDAYET.
İhtida; inançsız iken veya başka bir dine mensupken İslâm’a girip müslüman olmayı ifade eder. İhtida eden kişiye muhtedi denir. Muhtedi ihtida ettiği zaman hidayete ermiş olur. Yani doğru yolu bulmuş, Hüda’nın peşine takılmış olur.
“İslam’da zorlama yoktur” söyleminde direnilmesine rağmen İslam büyük oranda zorla kabul ettirilmiştir. Kelime-i şahadet getirene kadar baskı ve her türlü yöntem mubah sayılmış, ama kelime-i şahadet getirdikten sonra bütün kapılar açılmıştır. Elbette koyulan kurallara uymak, istendiği şekilde olmak/yaşamak kaydıyla.
İhtida yani hidayete erme; sadece başka dinden veya dinsizlikten İslam dinine geçen, dini vecibelerden sorumluluk yeterliliğinde olan, yetişkinler için geçerlidir.
Buradan da şu sonuçlar çıkarabiliriz:
1. Son zamanlarda “Hidayete erdim” diyenler var ya aramızda; dinsizlikten, veya başka bir dinden İslam’a geçtiklerini söylediklerinin farkında değiller.
2. Bunu ya salaklıklarından, ya da bizlerin inancıyla alay edecek kadar din simsarı olduklarından yapıyorlar, ya da dinle alay ediyorlar.
3. Dini kendilerine mal edenler var. Din ticareti yapıyorlar. Zorda kalan insanlar da bu güç odaklarına mülaki olarak(yanaşarak) içinde bulundukları yoksulluktan kurtulmaya çalışıyorlar. Maddi veya manevi dünyevi çıkar için hidayete(!) eriyorlar.
*büyükharman*
YORUMLAR
Dinde zorlama yoktur, CİHAT vardır,
ve din cihat ile yücelir (!)
Yazı bana, insanların din uğruna nasıl kılıçtan geçirildiklerini, dine nasıl kurban edildiklerini ve kalanların da öz benliklerini nasıl kaybettiklerini hatırlattı. Okuduklarım geldi aklıma. Din uğruna katledilenler. Bilhassa son yıllarda bizim ülkemizdeki arabaları havalara uçurulanlar, dayakla hastahanelik edilenler, oruç tutmuyor diye tartaklananlar, fişlenmek için kapılarına işaret konulanlar, yakılanlar, nice aydınlar geldi aklıma. İşe yarar, kariyerli değerli aydınların neredeyse kökünü kuruttular, dini bütün müslümanlarc (!)
Önce bakışla,
sonra sözle,
daha sonra da en acımasız eylemle.
Dinde hem ruhsal, hem de bedensel zorlama vardır.
Toplumun parçası olan her bir kişinin kendisine sorulmadan mensup edildiği bir dinin kurallarına uymakla yükümlüymüş gibi muamele görmesi dinde zorlama olduğunu açıkça sergiliyor.
Ne hikmetse, ağzını açan bizim dinimizde zorla yoktur diyor.
Nah yoktur, bal gibi de var.
Kuran-ı Kerim de çelişkiye yol açtığını düşündüğüm: (bakara suresi nin 256. ayet) de “dinde zorlama yoktur” ifadesi vardır. Fakat Kuran’ın başka bir ayetinde ise, kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın'(tevbe suresi 29. ayet) şeklinde bir ifade var.
Neyse kafayı yemeden gideyim bu sayfadan.
Aslında başlık dikkatimi çekti
"HİDAYETE ERDİM" başılığını görünce ödüm koptu. Dedim Büyükharman hocamızı da kaybettik :)
Süper bir yazı olmuş ama. Sindire sindire okumak gerek. İnsanların zorla veya psikolojik baskıyla (kah safça, kah riyakarlıkla) nasıl güzelleştiklerini (!) gördüm bu yazıda. Ben en çok finale bayıldım. Bugünlere nasıl gelindiğine ve bugünün (Türkiye'de dahil) İslam alemine ayna tutmuş adeta. Son zamanlarda Hidayete erenler çoğaldı.
Bakalım daha kimler erecek, eriyerek...
Teşekkürler.
Saygılar bıraktım sayfaya.